Sokaklar kalabalıktır ve kalabalığın içindeki bir insan, aslında herhangi bir insandır diğer herhangi insanlar için. Muhtemelen daha önce görülmemiş ve yine muhtemelen daha sonra da görülmeyecektir. Buna rağmen kimilerimiz çok fazla önemseriz bu insanların hakkımızda ne düşüneceğini. Tam tamına bu sebepten olmasa da, bununla çok da ilgisiz olmayan nedenlerden dolayı, bazı görmeyenler eline bastonu almaktan çekinir. Malumunuz ilanı baston ele alınmayınca, görmeyen gözler açılmaz elbet; ama sanki saklanmış, üzeri örtülmüş olur körlüğün.
Kalabalığın içinde kimliksizken bile zorken baston kuşanmak, konu komşunun, hısım akrabanın evinde, on metrekare içindeki biriciklikte, nasıl olur elinde bastonla yürümek? Daha önce adım atmadığımız yapyabancı sokaklarda gereklidir baston, peki kolayca ahbap olunabilecek avuç içi kadar evlerde gerek var mıdır hakikaten bastonla sağı solu dürtüklemeye? Bazen evet, bazen hayır.
Söz konusu ev, kendi kalemiz, sığınağımız olan yuvamızsa eğer tanıdıklık fazladır, evin büyüklüğüyle orantılı olarak muhtemelen bastona gerek yoktur. Fakat ben son aylarda bir ev bastonu edinmeyi koydum kafama. Şöyle hafif mi hafif, sokakta kullandıklarımdan biraz daha kısa bir baston istiyorum. Neden mi? Açıklayayım.
Çekirdek ailem olmasa da, çekirdeğin etrafı oldukça geniş bir ailem vardır. Halalar, amcalar, kuzenler, kuzenlerin eşleri ve artık nihayet çocukları bir araya geldik mi yaklaşık otuz kişiyi buluruz. Çaylar, kahveler, baklavalar, meyveler, kurabiyeler, kekler… Üzerleri en ufak sarsıntıda alaşağı olabilecek doluluktaki cılız bacaklı cam sehpalar, yerde emekleyen bir minik, yanında el işi getirmiş kadınların çantaları, yumakları… Otuz kişinin en az beşinin aynı anda konuşma güdüsünü bastıramaması sonucu havada asılı beş farklı muhabbetin sesleri… On metrekare içinde tam bir keşmekeş, muhteşem bir curcuna… Sonra evler; ilk defa gittiğim, kocaman kocaman yapyabancı evler. Merdivenler, bahçeler. Kısacası yoğun bir kapana kısılmışlık, tutsaklık hissi. Kalkmak istiyorum, dolaşmak, belki su içmek, belki içtiğim suyu dökmek, belki de daha az sevdiğim birinin yanından daha muhabbetli olduğum birinin yanına sıvışmak. Bu yaz fark ettim ki, bir bastonum olaydı elimde, hani şu sokaklarda beni özgürleştiren, o zaman böyle kapana kısılmış hissetmezdim ya da birilerinin beni bir yerlere götürmesine gerek kalmazdı. Tam bunları geçirirken kafamdan, yazlık bir eve misafirliğe geldik. Bahçeli, balkonlu, teraslı, bol merdivenli, inmeli çıkmalı bir ev. Kaçış yok, ya köşe yastığı olacağım tatil boyu, ya da elinde baston olan sıradan bir tatilci. İki seçeneğim vardı, ilki elime bastonu alıp görmediğimi herkese ilan edip (zaten herkes biliyordu) kendimi özgür kılmak, ikincisi görmediğimi herkesten saklayıp (zaten herkes biliyordu) tuvalete, banyoya, yemeğe ve hatta yatağa gitmek için birilerine muhtaç bir insan portresi çizmek. Karar vermek hiç zor olmadı. Herhangi biriliğimi eşlediğim gibi bastonumla, biricikliğimi de eşledim.
Tam kafamdaki ev bastonunu edinme fırsatım yoktu. Aldım benim emektarı, soktum banyoya. Görücüye çıkacakmış gibi akladım pakladım. Tertemiz olunca da aldım elime indim aşağıya. Balkona çıktım, içeri girdim, aşağı indim, yukarı çıktım… Paşa gönlüm nerde olmak isterse orada oldum. Şimdi ilk işim bir ev bastonu edinmek olacak. Bundan sonra, özgürlüğüme yabancı evlerde de gem vurulmayacak.