Çok değil, bundan yaklaşık dört sene önceydi. Henüz Avrupa Bağımsız Yaşam Ağı ile tanışmamış, hayatımın ilk bağımsız yaşam denemelerini gerçekleştirmemiştim. Yine de benim yapabileceklerimi benden önce gören biri, bağımsız olmak için kendime bir yardımcı tutabileceğimi söylemişti. O zamanlar bunun bana nasıl bir bağımsızlık vereceğini anlayamamıştım. Sonuçta bağımsızlık herkesin tek başına yaptığı şeyleri herkesin yaptığı gibi yapabilmek, kendine yetebilmek demekti… Ve böyle düşününce, ben hiç bağımsız olamayacaktım.
Belli ki bir noktada öyle düşünmeyi bırakmışım çünkü kendimi giderek uzayan sürelerle, yanımda bir asistanla yurtdışı gezilerine çıkarken buldum. Hâlâ en ufak kas gücü gerektiren bir şeyde yanımdaki kişinin desteğine ihtiyacım vardı ama o seyahatlerde ben yine de bağımsızdım. Artık mesele, neyi ne kadar tek başıma yapabildiğim değil, yapmak istediklerimi ne kadar gerçekleştirebildiğim meselesi haline gelmişti. En basitinden, kaldığımız yerden istediğim saatte çıkıp istediğim saatte geri dönebiliyordum. Benim yanımda olacak kişinin, çıkmak istediğim saatte bir işi var mı diye düşünmeme, kendimi ona göre ayarlamama, hatta bu eğitim seyahatlerinde sıkılıp sıkılmadığını merak etmeme gerek yoktu. Tabii, ben yine de merak ediyordum. Ancak, ilk seyahatimizde asistanım kendi görevini benden daha iyi anlayarak, “Beyza, sıkılmıyorum ama sıkılabilirim de… Sonuçta benim işim bu” demişti. Bir de aynı seyahatte asistanıma bir akşam ne yapmak istediğini sorup durmuştum; o zaman da “Sen ne yapmak istiyorsan, onu yapacağız, ben bu yüzden buradayım” diye cevap vermişti. Bu iki an’ı, o seyahatte ve sonrakilerde hep aklımın bir köşesinde tuttum.
Bir birey olmanın anlamı buydu; yani hayatımla ilgili en ufak kararları kendim verebilmem, hayatımı dilediğim şekilde, en fazla engelli olmayan başkaları kadar engellenerek geçirebilmem ve başkalarından sürekli almak durumunda olduğum destek için mahcup hissetmemem… Kişisel asistanlarımın bana sağladığı şeyler bunlardı. Herkesin kendi işini kendisinin yapması fikrinin, bu açıdan baktığım zaman açık seçik bir mit olduğunu görüyordum. Bir asistanın, verdiği hizmetin karşılığında ücret aldığını bilmek, bana aslında insanların karşılıklı olarak birbirine bağımlı olduğunu hatırlatmıştı. Kimse ekmek alırken fırıncıya, arabasını tamir ettirirken tamirciye bağımlı değildi… Ben de kimseden yardım almayı istemiyor değildim; yardım alırken hayatıma karışılmamasını istiyordum. Kimden yardım alacağımı seçmek, tek bir kişiye muhtaç olmadığımı bilmek, gerekirse yardım aldığım kişiyi değiştirebilmek bağımsızlığı beraberinde getiriyordu.
Tabii, burada önemli bir noktayı vurgulamam gerekiyor. Erişilebilirliği en kapsamlı haliyle sunmadan, bağımsız yaşamı konuşmamız mümkün değil. Dolayısıyla, bir asistanın sağlanmış olması, erişilebilir düzenlemeleri yapmamanın bir bahanesi olamaz. Aynısı tersi için de geçerli: Bir mekânın tamamen erişilebilir olması, asistanlık sisteminin sunulmaması için bir neden olamaz. Kısacası, erişilebilirlik herkesin bağımsız yaşayabilmesi için bir zorunlulukken, asistanlık sistemi de buna ihtiyaç duyanlar için var olması gereken bir zorunluluktur.
Avrupa Bağımsız Yaşam Ağı, bana tüm bunların mümkün olduğunu, herkesin yalnızca ihtiyaç duyduğu süreyle ve yalnızca ihtiyaç duyduğu işler için asistanlık hizmetinden faydalanabileceğini, asistanların ücretinin devlet tarafından karşılanması gerektiğini ve ancak bu sayede herkesle eşit fırsatlara sahip olabileceğimizi gösterdi. Tahmin edersiniz ki, bunu gördükçe, başlarda yalnızca kendim yaparsam tam olacağına inandığım, yardım aldığımda “fasulyeden saydığım” pek çok şeyin değeri arttı. Bütün bunlar, bana kendine yetebilmek için verdiğimiz savaşın bir kısmının da sağlamcı bir normdan geldiğini düşündürmeye başladı. Bu norma göre, destek almak, bir eksiğin altını çizer hale geliyor. Sanki herhangi bir kişinin, başka kişinin desteği olmadan insanca bir hayat sürmesi mümkünmüş gibi