Melek olmak istemiyorlar. Edilgen sayılmaktan nefret ediyorlar. Ne cennetin anahtarını taşıyorlar ne de bedenlerinde cennet. Bu örtü çok kirlendi. Lekeler taşıyor üzerinde. Kokuşmuş lekeler ve bu lekelerin ağırlığı o kahrolası örtüyü yere doğru çekiyor. Çektikçe gerçekliğin sarsıcı sureti bir tokat gibi çarpıyor yüzümüze. “Şu riyakârlık örgüsünü çekip atın üzerimden” diyor. “Atın ve kendinize gelin.” Kimse melek olmak istemiyor. Cennetin anahtarını da taşımıyor. Yaşamak istiyorlar.
Burak Sarı Hakkında
1986 yılında Ankara’da doğdu. Profesyonel öğrencilik yaşamına Anadolu Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde devam etmektedir.
Engelsiz Erişim Grubu’nun Ankara temsilciliğini yapmıştır. Müzikle yakından ilgilenmektedir. Bir dönem Grup Tepetaklak’ta bağlamacı olarak görev aldı. Farklı grup ve sanatçıların çalışmalarına bağlama, gitar, ney, flüt gibi enstrümanlarla katkı sundu. Müzikal çalışmalarına Grup Devinim’de devam etmektedir. Edebiyatla, sanat sepet işleriyle haşır neşir olmak ve tembellik hakkını sonuna kadar kullanmak en büyük keyiflerindendir. Halen Engelsiz Erişim Derneği ve değişik platformlarda faaliyetlerine devam etmektedir.
Yazara,
e-posta adresinden ulaşabilirsiniz.
Burak Sarı Tarafından Yazılan Yazılar
Bu soru uğursuz bir misafir gibi kulaklarımıza dolar yıllardır. Çocukları olan, özellikle engelli çocukları olan ebeveynlerin dilinden ya da zihninden çıkmaz. Şimdi kanıksanmış sağlamcılık ve kibrin şişirdiği egomuz ile “ne alakası var canım” diyebiliriz. Çünkü çoğumuz aileleriyle bağımlılık ilişkisini koparmış, ekmeğini eline almış insanlarız. Bu bizi kulağımızı ziyaret eden uğursuz cümleye duyarsızlaşmaya yöneltmemeli. Çünkü biz ya da toplum görmek istemesek de yarınından korkan insanlar var bu ülkede. Bu onların suçu değil. Seçimi de değil.… Devamını Oku...
Kendine yabancılaşmış gecelerden biriydi. Hani durmadan bölünen uykuya mahkûm. Hayatın tüm saçma çelişkilerini bir torbaya doldurmuş da var olmuş bir gece. Gündüzünden hayır bulamamış mecnun gibi yarı sarhoş bir gece. Önce kablolar hissettim üzerimde. Yapay zekâ ile desteklenmiş bir robot olmuştum. Sonra kablolar eridi. Artık kızılötesinin hükmü geçiyordu. Makineler, bilgisayarlar, telefonlar ve ekran okuyucular. Çağrılar yağıyordu her yandan. WhatsApp mesajları, mailler, sanal konuşmalar, ot bok… Oysa “bok” demem bile yasaktı yazılarımda.… Devamını Oku...
"Depremler oluyor beynimde" İçimi kemiren bir şeyler var. Yoran, çok yoran ama bir yandan da diri tutan. Belki en başta topluca düşünmemiz gereken bir şey. Her gün yaşadığımız sağlamcı davranış ve uygulamaların, mikrosaldırganlıkların yıpratıcılığı. Bu yazının sorgulamak istediği o davranışlar değil. O davranışları çokça ele aldık. Ele alırken de çok önemli bir şeyin üzerinden atladık. Bu davranışlar ve verdiğimiz karşılık sonucunda, yani sel geri çekildiğinde içimizde kalan cam kırıkları.
İnsana değersiz kabul edildiği nasıl hissettirilir? Bir kentin sakinlerinin bir kısmının yok sayılması neden kanıksanır? Sorular sorular… Soru sorana derttir, muhatabı tınmaz çünkü. Elinde sorularla kalırsın. Yanıtlanmayan sorular eline yumurtlar ve yeni soruları doğurur. Yok sayılmamak için ne yapmalıyız? Bu çağda böylesi bir yok sayılma yeteneğini nasıl edinmişiz? Bunu kırmak için ne yapmalı? Aslında soruya da söze de gerek yok. Hepsi tükendi çünkü. Çünkü bir adım ileri, iki adım geri yürümek yeterince yorucu bir aktivite.… Devamını Oku...
Hayatın döngüsü görüngüden ibaret değildir. Atılan her adım doğru ya da yanlış, değişimin kendisidir. Aldığımız ve harcadığımız her soluk bir saniye daha fazla yaşamak. Yani devinimin bir parçası. Yani bir şey katmak, bir adım öteye gitmek. Geri dönüşün imkansızlığı. Sürekli dilimize yerli yersiz pelesenk ettiğimiz Herakleitos’un “Aynı ırmakta iki defa yıkanılmaz” sözünün hayattaki doğrulanışı. Yani bir düşünme yönteminin bizzat hayat tarafından doğrulanması. Bir başka deyişle, her adım bir öncekinin mirası, ölümü ve yenisinin doğumu demek.… Devamını Oku...
2000’lerin ilk çeyreğini geride bırakmak üzereyiz. Sevinç mi kayboldu, yoksa onu göremeyecek kadar hayal gücümüzü mü yitirdik bilmem. Tek bildiğim, teknolojik dille ifade edecek olursak hayatımızı ziplenmiş hissetmek. Başka bir deyişle, yaşamın hücreleşmesi. Hayattan beklentimiz bu ay da bilmem ne varyantına yakalanmamak, zamlarla baş edebilmek ve yaşadığımız ayrımcılığın minimale düşmesi. Oysa her şey çok başka olacaktı 2000’lerde. Büyükler ne düşünürdü bilmem ama ben çok değişik bir dünya hayal ederdim.
Eşitsizliğin çelişkili dünyasında haklılık çoğunluğun hanesine yazılır her zaman. Çünkü oradaki haklılık gerçek bir haklılık değildir. Zorun egemenliğine dayalı meşruiyet maskesidir. O yüzden kimin gerçekten haklı olduğunu anlamak için mağdurların mahcup yüzüne bakılmalı. Bazen bütün gerçek orada saklıdır. Çünkü böylesi toplumlarda gerçeği söylemek yaptırımla sonuçlanan tehlikeli bir eylemdir. Hele de başkasının gördüğü zarardan bize neyse. Bir de bu anlayış çoğunluğa ve güce tapınmanın beslediği sağlamcılıkla perçinlendiyse.… Devamını Oku...
Victor Hugo’ya atfedilen şu söze pek çok yerde rastlamışızdır: “Siz yardım edilmiş yoksullar istiyorsunuz, biz ise ortadan kaldırılmış yoksulluk.” Bu söz, sınıflara bölünmüş dünyanın eşitsizliğini ve ikiyüzlülüğünü anlatmak için bir araç adeta. “Kral çıplak” demek. Hiç üzerine düşündünüz mü bilmem. Yoksul emeğiyle servetlerine servet katan zenginler, yoksullaştırdığı emekçilere “hayır” adı altında kırıntılar veriyor. Hatta onların emeğinin kırıntısını. Sonra da alkışlanıyorlar. Vicdanlar cilalanıyor. Bu gerçekliği bilmeyenimiz yoktur.… Devamını Oku...
“Biliyor musun ne oldu? Görmeye başladım. 600 yıldır resim yapacağız diye göz nuru döküyoruz. Her şey bir optik sorunu. Sınırlarımızın farkında mıyız? Çizgi, renk, model, perspektif, gölge ya da geometri. İzlenim, form. Hepsi de gözle ilgili, sanki başka organlarımız yokmuş gibi.”
“Biliyor musun ne oldu? Görmeye başladım. 600 yıldır resim yapacağız diye göz nuru döküyoruz. Her şey bir optik sorunu. Sınırlarımızın farkında mıyız? Çizgi, renk, model, perspektif, gölge ya da geometri. İzlenim, form. Hepsi de gözle ilgili, sanki başka organlarımız yokmuş gibi.”
Burak Sarı:
Merhaba Seda seni kısaca tanıyabilir miyiz?
Seda Yılmaz:
Merhaba Burak, Seda Yılmaz ben. Editör ve yazarım. İki kitabım var. İlki “Giysiler Ne Anlatır?” ikinci ve son kitabım Nisan ayında çıktı. “İşte Bu Benim Bedenim” adını taşıyor. Onun dışında da çeşitli yayınlara editörlük, redaksiyon gibi işler yapıyorum kitap yazarlığı haricinde.
Başlık tanıdık gelmiştir. Bu kavramı bazı yazılarımda kullanmıştım. Ayrıca ben ve birçok arkadaşım, yazılarımızda adeta bir deyim haline getirdik bunu. Aslında bu kavramla ilişkimizin tatlı bir anısı var. Dergimiz henüz zihnimizde yarı hayal şeklinde biçimlenirken, “Ne yazmalı?” sorusunu birbirimizle paylaşırken söz edilmişti “Görmenin İktidarı” isimli kitaptan. Yıllar yıllar geçti. Kitabı okuduk ama bir türlü yazılmadı. Politik alanda körlüğün bir aşağılama aracına dönüşmesi bana bu yazıyı yazdırdı.
Burak Sarı:
Hoş geldin Özge, seni kısaca tanıyabilir miyiz?
Özge Gül:
Merhabalar Burak, ben Özge 27 yaşındayım. Psikoloğum emniyette çalışıyorum. İstanbul'da yaşıyorum. Heykel, resim, seramik yapıyorum. Evde atölyem ve her şeyden çok sevdiğim kedim var. Kedimle yaşıyorum.
Burak Sarı:
Bir gün aynanın karşısına geçsek ve baksak kendimize saatlerce. Ya da kontrolsüz, sesimizin ekosunu dinlesek bir boşlukta. Bütün makyajımız dökülse. Yüzleşsek “makul insan” duruşumuzun altındaki Nazi’yle. Ya da “kral çıplak” diyen bir çocuk fırlayıverse ortalığa ve haykırsa tüm gerçeği. Belki büyük arınmamız bununla başlar ve bu çürümüş et yığınının üzerinden yeni insan doğar.
Kıymetliii ve sevgilii dostlarım. Size evimin mutfağından sesleniyorum. Biz de bilirdik balkon konuşması yapmasını, lakin balkonumuz konforlu değildi seçtik evimizin mutfağını. Herkes baharın gelişini dört gözle bekliyordu. Bahar durur mu geldi bütün güzelliğiyle. Ne yazık ki anlamadık. Çünkü bahara değil, onun ilüzyonuna dikmiştik gözümüzü. O nedenle, ıssız istasyonlar gibi bazı dostların içi. Çok özledim edebiyat parçalamayı. Belki zırvalarım kendilerine iyi gelir. Bu konuda iddialıyım. Aşk acısı çeken arkadaşlarımı altlarına işetecek kadar güldürmüşlüğüm çoktur… Devamını Oku...
Yıkıntıların arasında geleceğimizi arıyoruz. Milyonlarca insanımızın doğrudan etkilendiği büyük bir yıkımın henüz yaralarını saramamışken herkesin gündemi bir anda seçimler oldu. İnsanlar haklı ya da haksızdır, bunun peşine düşmüyorum. Zira ben depremi gündeminden çıkaramayanlardanım. Rol yapmaya gerek yok. Yiyoruz, içiyoruz, dayanışma göstermeye çalışıyoruz ve bir şekilde yaşamımıza devam ediyoruz. Milyonlarca insanımız edemiyor ama.
Acı nasıl anlatılır? Ya o acının katmerlediği dizginsiz öfke? Belki de anlatılamaz. Çünkü yaşananlar söze ihtiyaç duyulmayacak kadar yalın. Çünkü somut durum kendi kendini anlatıyor. Her gece bin bir kaygıyla bölünen uykumuz, bir telefon sesiyle bölünüyor o gece. Gece yarısı çalan kapının ve telefonun felaket habercisi olduğunu bilerek yetişmişiz. Korkuyla açılan telefondan deprem haberini alıyoruz. Sonrası acı, sonrası öfke. Uzmanların lokasyon vererek önlem alınması için yalvardığı noktada gerçekleşiyor felaket.
“Hastanenin avlusunda dulavrat otlarının, ısırganların ve yaban kenevirlerinin meydana getirdiği koca bir ormanla çevrili küçük bir pavyon vardır. Bu pavyonun çatısı paslanmış, bacası yarı yarıya yıkılmış, antresinin çürümüş basamaklarında otlar fışkırmış ve sıvalarından ancak izler kalmıştır. Pavyonun ön yüzü hastaneye; arka yüzü ise üzerine çiviler çakılmış gri renkli tahta perdeyle hastaneden ayrılan tarlaya bakar.