Eylem Yurtsever Hakkında

E-posta Adresi:

1990’da doğdu. Düşünmeyi, yazmayı, heykel yapmayı, dil öğrenmeyi, hayvanları sever. Aslında insanları da sever ama her şeyi fazlasıyla ciddiye aldığındann insanları ciddiye alarak sevmek en büyük sıkıntısı olmuştur. Birkaç üniversite okumayı denese de ihtiyaca dayalı öğrenmenin daha uygun olacağına karar verdi. Yazmaktan arta kalan zamanlarda kendisini web programcılığı üzerinde eğitmeye çalışıyor.

 

Yazara;

eylemyurtsever@gmail.com

e-posta adresinden ulaşabilirsiniz.

Eylem Yurtsever Tarafından Yazılan Yazılar


İnsan alet kullanmaya başladığı andan itibaren gelişti. O andan itibaren artık bambaşka şekilde evrimleşmişti. Bu gelişme bambaşka bir şey daha getirdi. Uzmanlık alanları… Bir taşı bıçak yapmak için keskinleştirmek sabır işiydi. Bu sabrı gösteren, bunu yapmak isteyen yetenekli insanlar çıktı. Sonra taştan metale geçildi ve ustalık çok daha önem kazandı. Doğal olarak bu alet yapımcılarına bağımlılığımız arttı. Sonra aracılar araya girdi ve olay biraz daha ekonomikleşti.

 


Omzum ağrıyordu. Ağrıdan doğru düzgün hareket ettiremediğim için neredeyse yamuk yürüyordum. Bastonumu doğru düzgün kullanamasam da kendi hâlimde yürüyordum. Evime çok yaklaşmıştım. Neredeyse oradaydım. Bu kez insanlar yamuk yürüdüğüm için müdahale etmişlerdi ama bir şekilde olaysız geçmişti o ana kadar…

 


Geçenlerde çoğunlukla sesli olarak, bazen de odadaki yazılı sohbet özelliği kullanılarak iletişim kurulan ClubHouse uygulamasındaki odalarda dolaşırken her nedense İngilizce bir başlık gördüm. Body Shaming…

 


Bu konu bir-iki ay önce kör camiasında epey tartışılmıştı. O zaman hiçbir mail grubuna yazmayı tercih etmemiştim; ama üzerinde bayağı kafa patlattığımı itiraf etmeliyim. Benim fikrim bir körün kendisini korumasının; sınırlarını, yani yapabilip yapamadıklarını bilmesiyle alakalı olduğu... Şöyle ki; diyelim siz az görüyorsunuz. Neyi ne kadar görebildiğinizi bilmeniz gerekiyor ve kendinize güvenmeniz için ne yapmanız gerektiğini...

 


Bu konu bir-iki ay önce kör camiasında epey tartışılmıştı. O zaman hiçbir mail grubuna yazmayı tercih etmemiştim; ama üzerinde bayağı kafa patlattığımı itiraf etmeliyim. Benim fikrim bir körün kendisini korumasının; sınırlarını, yani yapabilip yapamadıklarını bilmesiyle alakalı olduğu... Şöyle ki; diyelim siz az görüyorsunuz. Neyi ne kadar görebildiğinizi bilmeniz gerekiyor ve kendinize güvenmeniz için ne yapmanız gerektiğini...

 


“Schadenfreude, Başkasının Talihsizliğinden Duyulan Keyif” isimli kitaba rastladığımda ilk hissettiğim şey kafamda çakan bir şimşek, ilk düşündüğümse “Bu duruma bir isim koymuşlar ha!” demek ve hayret etmek olmuştu.

 

Sevgili yazarımızın da hemen hemen ilk bahsettiği şey bu isimlendirme durumuydu zaten. Bu kavramın çeşitli dillerdeki anlamlarını ve İngilizce bir karşılığı olmadığından dolayı kullandığı Almanca hâlini yazmıştı kitabına.

 


Bu yazımda da neden insanların biz körleri aptal yerine koyarken çok daha cömert olduklarına bakmak istiyorum. Yazmama gerek bile yok ama bunların hepsi sadece kendi görüşlerim.

 

Aslında bu amaçla yazmıyorum ama bu cümleler güvensizliğe de bir tür çözüm içeriyor.

 


Yürüyorsunuzdur, birisi öylesine omuzlarınızdan tutar ve sözde sizi yönlendirir. Alışveriş yapmaktasınızdır, kredi kartınızın şifresini girebildiğiniz için “Aferin” derler. Sizinle yüksek sesle konuşurlar, yanınızdaki insana hakkınızda sorular sorarlar…

 

Yaşadığınız bir gün içinde bunların tümüne rastlayabilme olasılığı mevcuttur. Tüm bunlara karşı koyabilmek mümkün müdür? Bunlara rağmen mutlu olabilmek…

 


Çok gezen mi bilir; yoksa çok okuyan mı? Bu meşhur soruyu anlamsız bulan tek kişi ben miyim acaba? Neden mi anlamsız buluyorum? Bir kere, bir insanın bir konuda bilgisi olduğuna o size bilgisini aktarmadığı ya da uygulayarak göstermediği sürece emin olamazsınız. Yani biri çok gezse de; çok okusa da; aktarmadığı sürece neyi bilip neyi bilmediğini anlayamazsınız. Bilgi, en kesin şekilde aktarıldığı an ölçülebilir bana sorarsanız.


Kamyon şoförleri neden kamyonlarının arkalarına çıkartmalar yapıştırırlar hiç düşündünüz mü? Ya da jokeyler atlarının yelelerini neden örüp kurdeleyle süslerler? Taksi ya da minibüs şoförleri kornalarına neden başka kornalar eklerler, bir Ferrari kornasına dünyanın parasını bayılırlar mesela. Ya da tramvay çanı gibi çanlar entegre ederler kornalarına…


Hani bilimkurgu filmlerinde ya da kitaplarında vardır, bir robot, şarj ünitesine gitmeden önce elektronik bir gürültüden sonra nötr bir ses tonuyla: "oo olamaz, kendimi şarj etmeliyim," der ve gidip kendisini şarj eder.

İşitme cihazı kullanan birisi olarak ben de aylık ortalama onar lira vererek tanesi beş gün dayanan, içinde altı pil bulunan kutular almaktayım. Her ne kadar beni küçük çapta rahatsız eden bir konu olsa da, daha önceki cihazımın pilleri on beş günde bitiyordu, bu duruma alıştığımı söyleyebilirim. Eh, insan neye alışmıyor ki...


İlkokuldayım. Bir şeyleri inceledikten sonra kilden aynılarını yapmaya çalışmak şeklinde özetleyebileceğim içerikte bir ders vardı körler okulunda. Modelaj dersi...

Bu dersin öğretmeni her fırsatta benim ne kadar beceriksiz olduğumu söylüyordu. Ben de inandırmıştım kendimi beceriksiz olduğuma. Onun için hamuru sadece yoğurmakla yetindim yıllar boyunca. Sadece bir kere bir kaplumbağa yapayım dedim, dolaba alındı, yani beğenildi.


Merhaba değerli okurlar,
Bilmem biliyor muydunuz; ama İstanbul'da Vialand adlı bir tema park açıldı. Yıllar, yıllar önceki Tatilya'ya alternatif olarak açıldığını düşündüğüm bu tema park, hiç de Tatilya'nın alternatifi değildi. Engellilerin eğlenmelerini engelleyen bir tema park... Hiç de çekici görünmüyor öyle değil mi!


Umut da beyin gibi, kaslar gibi kullanmazsak, unutursak kaybolacak, yağ bağlayan; diğerlerinden tek farkı soyut olan bir organımızdır. Umuda organ dememin nedeni tıpkı ayaklarımızın yürümeye devam etmemizi sağlaması gibi, onun da yaşamaya devam etmemizi sağlamasıdır.

 

İnsan umudunu neden kaybeder? Bunun bir sürü sebebi var; ama bence en çok geçerli olan sebep, insanların kendisini yeterince anlayamayıp başkalarına anlatamamasıdır. Öyle ki, insan kendisini yeterince anlayamadığını bile idrak edemeyebilir.

 


Socrates'in Üç Filtre testini duydunuz mu hiç değerli okuyucular?

Adamın biri Socrates'e ortak bir arkadaşlarıyla ilgili duyduğu bir şeyi söylemek ister. Tam bu arada Socrates adamı durdurur ve üç soruya cevap vermesini ister.

Duyduğu şeyin gerçek olduğuna emin olup olmadığını, söyleyeceği şeyin iyi bir şey olup olmadığını ve söyleyeceği bu şeyin kendisine duyduğunda yararlı olabilecek bir şey olup olmadığını...

İşte bu üç filtreden üçüne de olumlu cevap alamayınca, Socrates adamın söyleyeceği şeyi duymak istemez.

 


Umut da beyin gibi, kaslar gibi kullanmazsak, unutursak kaybolacak, yağ bağlayan; diğerlerinden tek farkı soyut olan bir organımızdır. Umuda organ dememin nedeni tıpkı ayaklarımızın yürümeye devam etmemizi sağlaması gibi, onun da yaşamaya devam etmemizi sağlamasıdır.

 

İnsan umudunu neden kaybeder? Bunun bir sürü sebebi var; ama bence en çok geçerli olan sebep, insanların kendisini yeterince anlayamayıp başkalarına anlatamamasıdır. Öyle ki, insan kendisini yeterince anlayamadığını bile idrak edemeyebilir.

 


Merhaba değerli okuyucular,

Drop Dead Diva, Netflix platformunda Türkçe dublajlı olarak izlediğim, yer yer dublajlı bölüm eksiklikleriyle sinirlerimi zıplatsa da son derece hoşuma giden bir dizi.

Fantastik bir romantik komedi gibi geliyor insana önceleri; ama sonra görüp göreceğiniz, farklılıklara en çok saygı duyan dizi tanımını yapıştırıveriyorsunuz. En azından ben öyle yaptım.

 


Bu ne biçim bir başlık, değil mi değerli okuyucular? Başlık mı formül mü belli değil... Vallahi haklısınız... Birbirleriyle ilgisiz olacağı düşünülen bir sürü şeyi bir formülmüş gibi önünüze öylece serdim. Serdim sermesine de; neden yaptım bunu? Bu şeylerin ne alakası var? Biliyor musunuz, aslında o kadar özetleyici bir başlık oldu ki, başlığımla gurur duyduğumu söylesem herhalde abartı olmaz.