Eylem Yurtsever Hakkında

E-posta Adresi:

1990’da doğdu. Düşünmeyi, yazmayı, heykel yapmayı, dil öğrenmeyi, hayvanları sever. Aslında insanları da sever ama her şeyi fazlasıyla ciddiye aldığındann insanları ciddiye alarak sevmek en büyük sıkıntısı olmuştur. Birkaç üniversite okumayı denese de ihtiyaca dayalı öğrenmenin daha uygun olacağına karar verdi. Yazmaktan arta kalan zamanlarda kendisini web programcılığı üzerinde eğitmeye çalışıyor.

 

Yazara;

eylemyurtsever@gmail.com

e-posta adresinden ulaşabilirsiniz.

Eylem Yurtsever Tarafından Yazılan Yazılar


Merhaba sevgili dostlarım,

Uzun süredir yazmıyordum. Ne yalan söyleyeyim, aklıma bir şey gelmiyordu; ya da gelen fikri yazmak için tatmin edici bulmuyordum. Biraz da kendimi yenilemeye, geliştirmeye ihtiyaç duyuyordum galiba.

Her neyse, geldim ve yepyeni bir yazıyla işte buradayım. Bu yazımda sizlere, Özgür Üniversite adlı bir oluşumda dinlediğim Prof. Dr. Doğan Şahin’in Psiko-Sosyal seminerleri sırası ve sonrası düşündüklerimi aktarmak istiyorum. Bu dört haftalık harikulade seminer için kendisine teşekkürü bir borç bildiğimi de söylemek isterim.


13. sayı, Mart 2015

 

Merhaba değerli okurlarım,

Bu yazımda sizlere başımdan geçen bir kâbusu anlatacağım. Birazdan anlatacaklarımın hepsinin gerçek olduğuna yemin ederim. Ah! Kusura bakmayın, ayak tabanlarımda bir sorun var da; şu tabureye uzatmamın tek nedeni o...

Gerçekten... Her neyse... İşte anlatmaya başlıyorum:


Merhaba, Hayatımın miladı olabilecek günlerin müjdecisi olan bir sınavdan bahsedeceğim sizlere şimdi…

 

Evet, beni tanıyanlar bilir, sınavlara girip bölüm değiştirmekte üstüme yoktur. Beni daha iyi tanıyanlar da bundan ne kadar hoşnut olmasam da, asla pişman olacak bir karar vermediğimi bilir. Yine de liseyi bitirince Dokuz Eylül Üniversitesi’ndeki bölüme gitmeyi düşündüğüm; ancak zorunlu kurs ücreti yüzünden gerçekleştiremediğim bir düşümü gerçekleştirebilmenin mutluluğu tüm yarım bırakılmışlıklarımı unutturacak bana.

 


Hani manilerde birbirleriyle ilişkisiz, sırf uyak için söylenen sözler vardır ya, söylenmek istenen asıl şey sonda söylenir… İşte Ortaçgil’in bu şarkısını bu manilere benzetiyorum ben. Evet, elbette manilerdeki sözler kadar anlamsız değil; ama ne yalan söyleyeyim, benim nazarımda şarkının diğer sözleri akıp gidiyor… Yani tamam, dinlediğim anda çok hoşuma gidiyor; ama geriye sadece bu yazının başlığındaki sözler kalıyor. Önce “günler boyunca soru sormadan,” diyor üstat. Sonra “aylar,” sonra da “yıllar”…


Merhaba değerli okurlar,

Bu sayıda çok merak ederek gittiğim, Koku ve Şehir sergisi hakkında yazacaktım; ama bundan vazgeçtim. Nasılsa internetten bakarsınız ve gidiverirsiniz. Gidemeyenler için de ne diyebilirim ki… Şanslarına küssünler…

Ben bu sayıda hayallerden bahsetmek istiyorum. Özellikle gerçekleştirilmeyen hayallerden…


İnsanlar neden öpüşür?

Bu soruya verilecek bilimsel ve bilimsel olmayan bir sürü yanıt var. Bu soruyu sormayı aklıma getirmem oldukça tuhaf bir şekilde oldu. Bir psikoloğa gitmeye karar vermiştim o gün. İlk gün, psikoloğum: “Seni öpebilir miyim?” diye sorduğunda, ne yalan söyleyeyim, oldukça şaşırmıştım. Ben yakın teması sevmem. Hatta “mümkün olsa da isteğim dışında hiç temas olmasa,” diye umarım.


Değerli okurlar,

İkinci yılımızı gördüğümüz bu ayda da tekrar merhaba.

Bu aya gelene kadar, çoğunlukla yaşadıklarımdan ve buna paralel olarak bakış açımdan bahsettim sizlere. Kendim için yazdığımı hiçbir zaman inkâr etmedim. Yazdıkça düşündüm, düşündükçe yazdım. Belki de yazarak iyileştirici bir süreç başlattım kendi içimde. Biraz bireysel bir köşe benim köşem; ama yazdığım her kelimeyle, yaşayıp/yazdığım, dolayısıyla yorumladığım deneyimlerimin, bir cümle bile olsa size de dokunmasını ümit ettim.


Yıllar içinde bir sürü bastonum oldu. Hepsi de birbirine benziyordu doğrusu; ama bu biraz daha farklı diğerlerinden. Onu farklılaştıran şey sadece bir bisiklet zilinin sapına takılı olması değil. Evet, o da bu farklılığın nedenleri arasında; ama tek neden bu değil. Onun, tam beş yıl dayandığından dolayı eskimişliği bunun asıl sebebi... E tabii üzerinde bir sürü hatırayı, izi barındırıyor olması da...


Kamyon şoförleri neden kamyonlarının arkalarına çıkartmalar yapıştırırlar hiç düşündünüz mü? Ya da jokeyler atlarının yelelerini neden örüp kurdeleyle süslerler? Taksi ya da minibüs şoförleri kornalarına neden başka kornalar eklerler, bir Ferrari kornasına dünyanın parasını bayılırlar mesela. Ya da tramvay çanı gibi çanlar entegre ederler kornalarına…


Merhaba değerli okurlar,

Bugünlerde çok fazla düşündüğüm bir konu var. Aslında özel sayıdan önceki yazımda da bu konu üzerine yazmıştım; ama bu sefer çok daha derinliklere dalmayı planlıyorum. Kendimce tabii…

Yazıma, çok büyük ihtimalle merak edeceğiniz bir sorunun cevabını vererek başlayayım: Neden böyle bir başlığı var bu yazının?


Sosyal medyada gördüğüm bir söz var: "Ben karıncayı bile incitmem cümlesindeki bile; karıncayı incitir."

Bir söz daha var: "Filler tepişir, çimenler ezilir."

İşte bu "Ben karıncayı bile incitmem," cümlesini sarf edenler, tepişen fillerin ta kendileridir ve her ezilen çimenle birlikte yüzlerce karınca incinir.

Hâsılı, aslında her birimiz birer fil olma potansiyeli taşıyoruz bence. Güçlü fillerin huzurunda da çimen...

Karıncalar mı? Söz etmeye bile değmez!


Merhaba,

Bu sayıda Engin Abi’nin yazı dizisinde irdelediği “görünmezlik” olgusuna ben de farklı bir açıdan bakmayı planlıyorum.

Görünmez olmayı çoğunlukla kimse istemez. “Çoğunlukla” diyorum… İşte bu yazımda “çoğunlukla” sözcüğüne dâhil etmediğim durumlardan, yani  görünmez olmak için can atmak istememize yol açabilecek durumlardan bahsedeceğim. Belki de sadece ben böyle hissediyorumdur. Umuyorum ki bunu hep birlikte sorgulayacağız.


Merhaba değerli okurlar,

Bardağı taşırıp bu yazıyı yazmama sebep olan olayı anlatarak başlamak istiyorum.

Yazıya başlamamdan bir gün önce kırılan dolgumu değiştirmek için dişçiye gitmiştim. Bu doktoru anneannem tavsiye etmişti bana. Hatta beni kapıya kadar götürdü…


Geçen sayıda hem kör hem de sağır olmanın benim için en önemli sıkıntısından bahsetmiştim size. Gerçi bahsettiğim şey, az duymaktan değil de; insanlara bunu açıklayamamaktan ya da açıkladığım insanların anlattıklarımı yeterince önemsememesinden duyduğum sıkıntıydı.

Şimdi de sizlere, işitme kaybım olduğunu nasıl anladığımı anlatacağım.

İlginç bir şekilde, bunu anlamama sebep olan şey, basit bir ortakulak iltihabıyla duyan kulağımın tamamen kapanmasıydı. Böylece diğer kulağımın çok az duyduğunu öğrenmiş oldum.


Merhaba değerli okurlarım,

Bu yazımda sizlere başımdan geçen bir kâbusu anlatacağım. Birazdan anlatacaklarımın hepsinin gerçek olduğuna yemin ederim. Ah! Kusura bakmayın, ayak tabanlarımda bir sorun var da; şu tabureye uzatmamın tek nedeni o...

Gerçekten... Her neyse... İşte anlatmaya başlıyorum:


Merhaba,

Bu yazımda, daha önce üzerinde durmadığım bir konu olan feminizm hakkında, okuduğum bir kitaptan sonra düşündüklerimi paylaşmak istiyorum.

Sözkonusu kitap Bell Hooks’un “Feminizm Herkes İçindir” adlı kitabı. Yazar siyahi bir kadın. Kitapta kadınların, özellikle siyahi kadınların haklarından söz ediyor. Özetle; beyaz kadınlar bile siyahi kadınların üzerlerinde otorite kurmaya çalışıyor ve kimse feminizmin hakkını vermiyor.


Ben çocukken, biri “görebilsen ne yapmayı istersin,” diye sormuştu bir gün.

“Ata binmek ve istediğim kitabı zahmetsizce okumak,” diye yanıtlamıştım onu. Tereddüt bile etmemiştim bu cevabı verirken.

Ata bindim. İstediğim kitabı da okumaktayım; ama kesinlikle bunu yaparken zahmetsiz yaptığımı söyleyemiyorum. Kitabı almak kolay… O kitaba vermem gereken ücreti vermek kolay… ama kitabı aldığında elinde bir tomar kağıdı görmek ve ağzının suyu aka aka, bir karpuza bakarcasına o kağıt tomarını değerlendirmek… İşte o işkence gibi bir şey…