Herkese merhaba EEEH okurları. Uzun zamandır dergiye konuk yazar olarak bir şeyler yazmak vardı aklımda, fakat üzerine eğilmek istediğim konu henüz çok belirsizdi. Birkaç arkadaşla konuşmam ve düşüncelerimin olgunlaşması sonucunda, bağımsız yaşama yeni başlayan birisi şu ana kadar oluşan fikirlerini, süreçlerini ve henüz bitmeyen mücadelelerini anlatsa nasıl olur diye düşündüm. Deniz Abla, Elif Abla ve ismini hatırlayamadığım birçok yazarımız, bağımsız yaşamla uzun süre haşır neşir olmuş, birçok deneyim kazanmış ve bunlarla yola çıkarak bizlere aktarımlarda bulunmuşlardı. Ben de, tabiri caizse, bir çaylağın bulunabileceği aktarımlardan birkaçını paylaşmayı amaçlıyorum bu yazının genelinde.
16 yaşındayım. Lise 2. sınıf henüz bitti. Malum üniversite dönemineyse sadece 2 yıl kaldı. Kendimi 2 yıl sonra görmek istediğim yerse, Boğaziçi Üniversitesi. Hedefime ulaşmak için ders çalışma yönü kısmen tamamdı da, bu bağımsız yaşam olayını nasıl çözerdim bilemiyordum bir sene önce. Daha kendi başıma evin yakınındaki bakkala bile gidemiyorken üstelik. Bir yerlerden başlamayı çok istedim, ama yardımını isteyebileceğim, fikirlerini alabileceğim hiç kör yoktu etrafımda. Sonra belki her yeni başlayanda değilse bile, çoğunda olabilecek düşünceler bende de vardı. Ben bastonumu sağa sola sallarken bir sürü ses çıkacaktı, insanların hepsi kesin bana bakacaktı, belki de hepsi içinden cık cık çekip, bana acıyacaktı. Bir gün, yine grup maillerimi kontrol ederken, görme engelli öğrenciler platformunda çok güzel bir konu grubuna denk geldim. Bağımsız yaşam konusunda bir sürü deneyimini paylaşan olmuştu orada. Sonra düşündüm, benim bugüne kadar tanıdığım, kendilerini idol kabul ettiğim insanların da bir başlangıcı vardı bu işe. Ve artık benim de olmalıydı. O akşam durduk yere inat ettim ve annemi ikna edip bastonumu da alıp dışarı çıktım. Dükkânımızın olduğu yere kadar annemin eşliğinde beraber gittik. Amcamın yanına geldiğimde, kapı da beni bekleyen annemden habersiz bana bir şey söyledi: “Tek mi geldin yoksa buraya kadar?” Bu soru o an sanki bana çok şey anlatmıştı. “Hayır amca, annemle geldik, bir hava alalım dedik”, demiştim ama içimden bir gün cevabımın evet olacağını da düşündüm. Bir gün tek de gelecektim buraya. Eve geri döndüğümde, yazdığım konu grubundan bana cevaplar geldiğini gördüm ve hepsini okudum. Bu işin kaygısına düşmüş olmamın bile bir çaba olduğu kanısı vardı herkeste. Sonra dergi yazarlarından Eylem Abla’nın yazdığı iletiyi gördüm. İleti aynen şöyleydi:
“Momo adlı bir kitapta bir çöpçünün bir tiradı vardır. Uzun bir yolu nasıl süpürdüğünü anlatır.”
Bu konuşması eskiden çok hızlı hareket eden benim için çok yararlı olmuştu. Ne zaman hızlı hareket etsem Beppo aklıma gelir.
“Ne oluyor biliyor musun? Bazen önüme upuzun bir cadde çıkıyor. Öyle uzun ki, insan bunun sonu gelmez sanıyor... O zaman acele etmeye başlıyorsun. Gittikçe daha çok acele ediyor insan. Her önüne baktığında yolun hiç de kısalmamış olduğunu fark ediyorsun. Daha hızlı ve daha gayretli çalışıyorsun; sonunda nefesin kesilip güçsüz kalıyorsun. Ve cadde hala upuzun bir şekilde seni bekliyor. İnsan caddenin tamamına bakıp hemen bir karara varmamalı. Her zaman adım adım ilerlemeli. Sürekli olarak bir adım sonrasını düşünmeli, bir adım, sonra derin bir nefes, sonra bir süpürge... İşte o zaman hayat zevkli olur. Önemli olan işini iyi yapmaktır. Öyle de olmalı…”.
Momo kitabını zamanında okuyup da hiç sevmemiştim, dolayısıyla böyle güzel satırların hiçbirini hatırlamadığım için kızdım o an kendime ve daha sonra bu satırlardan, derin bir nefes almakla işe başlamaya karar verdim.
Önce en yakın yerlere gitmeyi denedim. Bizim evin camlarından bakıldığında görülecek kadar yakın yerler. Ama bir şey daha yapmam gerekiyordu. İhtiyacım olduğunda yardım istemek. Sanki birilerine, “Pardon bana yardımcı olabilir misiniz?” desem kimse beni duymayacak, ikinci defasında da bağırmak için ben cesaret bulamayacağım gibi hissetmiştim. Ama bunu insanlar sayesinde yendim diyebilirim. İlk zamanlarda, daha ben yardım istemeden, sanki birileri bunu anlıyor ve tam olması gerektiği gibi, yardıma ihtiyacım olup olmadığını soruyordu. Birkaç seferden sonra, artık ben de onlar sormasa bile yardım isteyebilme cesaretini bulmaya başladım. Bakkaldan kendi cipsini alıp, bir bankta oturup onu yemek kadar zevkli bir şey olmadığını da anladıktan sonra, bu işe daha sıkı sarılmaya karar verdim.
Okul açılmak üzereydi tam bu sıralarda. Okulum evimize çok da uzak olmadığından, bugüne kadar ailemle gidip gelirken de yürüme mesafesinden yararlanıyorduk. Ama bu yıl bir karar almıştım. Hazırlanıp beni okula götürmesi için, kapının önüne artık çıksın diye abimi beklemekten çok sıkılmıştım. Hem okul çıkışlarında bazen annem sırf tekrar eve geçemediği için, istemediğim yerlere götürürdü beni. Okul formasıyla, okuldan sonra bir yerlerde olmaktan nefret eden bir insan olarak, bu da çoktan sınırlarımı zorlamıştı. Artık okul yolunda yanımda biri olsa dahi, ben bastonumla gidiyordum. Bir gün annemin 28 yıldır görüşmediği lise arkadaşları onu ziyarete gelmek için gün belirlemişti. Tam da benim okul çıkış saatimde annemin onlarla ilgilenmesi gerekiyordu. Bunu hemen fırsata dönüştürdüm ve 1 aylık provalardan sonra, kendimi eve tek dönmek için hazır hissettim. Okul çıkışı arkadaşlarla, zafer kazanılacak bir gazaya gidiyormuşum edasıyla çak yaptık, onlardan da yeterli gazı alıp, açtım bastonumu ve yürümeye başladım. Geçmem gereken 2 önemli cadde vardı ve yine yoğun olan kaldırımlar. Daha geçmem gereken caddeye gelmeden okul çıkışından aynı kaldırımda yürüdüğüm ve hiç tanımadığım öğrencilerden, ben halledebiliyorum desem de, bana eşlik etmeye devam edenler olmuştu. Karşıya geçme konusunda kesinlikle bir yardıma ihtiyacım olacaktı evet, ama devamında bir problemim yoktu ve ben bunu yapabilirdim. İlk caddeyi daha ben istemeden gelen yardımlarla geçtim. Ve o kalabalık kaldırımlar dediğim yerlerden geçerken, aslında kimsenin bastonumun sesini umursamadığını, hatta çekilmesi gereken yerde bile hala beni görmediğini fark ettim. Fark etmesi gereken yerde bile önümden çekilmeyen insanların işi yoktu, durup bana mı acıyacaklardı diye düşündüm. Sonra yine bir cümlecik geldi aklıma: “Bastonu saç rengi kadar bir fark kabul ettiğimizde bir şeyleri yapmaya başlayabiliriz.” Aynen öyleydi. Bazı insanlar nasıl gözlüklüydü, ben de bastonluydum işte. Bu olayı abartmaya veya içselleştirmeye gerek yoktu. Yine ikinci caddeyi de bir teyzenin yardımıyla geçtim. Adım attıkça, eve daha çok yaklaşıyordum, bir maratonda koşu bitmek üzereydi sanki. O bayrak benimdi, sonuna kadar da hak etmiştim. Evin kapısının önüne geldiğimde, anahtarlarımı çıkarırken bunları düşündüm. Evin önündeydim, o zor gelen, ben burayı anlayamam, karıştırırım dediğim tüm yolları, bir adım, bir süpürge ve bir derin nefesle gelmiştim. Bir adım, bir baston sallaması, bir derin nefes. Yukarı çıkıp kapıyı açtığımda, annem zaferimi çoktan arkadaşlarına yaymıştı bile. Ben kapı da karşılandığım o anı, içeri girip ilk bulduğum insana sarıldığımı ve sarıldığım yengemin tam o anda, “Artık kimse de tutamaz seni!” dediği dakikaları muhtemelen unutmayacaktım. O tarihi de o gün bir yerlere yazdım. 28 Kasım 2014. Sonra beni seven, bu haberi duysa en az benim kadar sevineceğini düşündüğüm kim varsa, herkese mesaj attım, aradım. Durup düşündüğüm bir an, bugün okuldan dönen, birkaç yıl sonra, üniversiteden yurduna da dönerdi dedim. Artık annem evde yoksa bile ben eve gidiyordum, kimseyi gelmedi diye beklemek zorunda kalmıyordum. Sömestr tatili döneminde, evde istediğim hiçbir şeyin yolunda gitmediği birkaç gün dizisinden sonra, dışarı çıkmaya ve kafamı dağıtmaya karar verdim. Nereye gideceğimi bilmiyordum ama hiç bilmediğim, daha önce gitmediğim bir yere gitmeye karar verdim. Telefonum da yanımda olamayacaktı ama bu da umurumda değildi. En fazla kaybolurdum. Hem kocaman kızdım. Eve hemen dönmek gibi bir derdim de yoktu. Biraz merak edilmek isteğiyle bile çıkmış olabilirim hatta o gün dışarı. Bazı yerler hafif karlıydı ama idare edebilirdim. Anneme de bu çevrede dolaşacağım deyip çıkmıştım. Çünkü o günlerde, onun ne bildiği beni çok da ilgilendirmiyordu. Sivas’ın en işlek ve en uzun caddesi, benim de en sevdiğim yerdir İstasyon Caddesi. Oraya gitmek iyi bir fikir olabilirdi. Ama bir yerleri karıştırmıştım sanki ilk dakikadan. Kaldırım kenarlarına park edilmiş arabalar da işi daha çok zorlaştırıyordu. Bir ablaya rastladım, sadece yardıma ihtiyacım olup olmadığını sormak istemişti. Ama tesadüfe bak ki, gerçekten de yardıma ihtiyacım vardı. Nereye gitmek istediğimi söyleyince, yanlış yolda olduğumu öğrendim. Ablayla yollarımız benziyormuş sanırım ve belli bir noktaya kadar, istersem bana eşlik edebileceğini söyledi. Ben de hem bu sayede doğru yolu öğrenmiş olurum deyip, teklifini kabul ettim. Yolda giderken çok güzel bir muhabbet kurduk. Ankara’da diş hekimliği öğrencisiymiş ve buraya ailesinin yanına tatil için gelmiş. Çok da ilginç bir ismi vardı. Gülgün Abla. Ben de neden burada olduğumu, ne yapmak istediğimi anlattım ona. Bir gün kendimi nerede hayal ettiğimi. Bugün buna cesaret ettiysem, geri kalanının da devamını getirebileceğime inandığını söyledi, 10 dakikadır beraber yürüdüğümüz, hiç tanımadığım bir abla. Onun ayrılması gereken yerde ona kocaman bir teşekkür ettim. Zaten nereye yanlış girdiğimi de anlamıştım.
Fast food en sevdiğim yemek şekillerinden biridir. E bu iş için en güvendiğim yere de hazır yaklaşmışken, sırf oraya gelip, bir şeyler yapmanın keyfini yaşamak için, hiç aç olmadığım halde oraya girdim. Girdim girmesine de, sipariş verilecek yeri seslerden bulabilir miydim? Bilememiştim. Neyse ki, bu da tam isabet tuttu. Hatta doğrulatmak için, yanımdakilere de doğru yerde olup olmadığımı sormuştum. Bu kadar tok bir mideye ancak çocuk menüsü küçüklüğünde bir şey girebilirdi. Siparişimi verdim ve gerekli ücreti vermek için parayı tanıma süresi birazcık uzasa da, ücretimi de ödedim. Siparişimin hazır olmasını bekledim ve gerekli boş masaya giderken yardımcı olmalarını istedim. Yemeği çabucak bitirip, Swarm’dan bağımsızlığımın ilk check-in’ini atayım diye düşünürken, telefonumun olmadığı geldi aklıma. Ama olsun dedim sonra kendi kendime. Yine gelirim ve o zaman ilk olmasa da o check-in’i atarım. Şimdi bir de o karıştırdığım yolu geri dönmesi vardı tabii ki. Birilerine gitmek istediğim yeri ve doğru yerde olup olmadığımı teyit ettirmek istemiştim sadece ama amca ben ne kadar gerek yok desem de yolun çoğunda eşlik etti. Bunun neresi kötü diye düşünülebilir ama amca benimle geldiği yol boyunca sürekli bir şeyler dedi, aslında onun sandığı gibi olmayan bir şeyler. İşte efendim bastonum çok uzunmuş, insanlar tedirgin oluyormuş, onu kısaltmalıymışım, işte efendim benim annem babam yok muymuş? Benim tek başıma bu karman çorman trafikte ne işim varmış buralarda. Tabii o an o amcaya diyemedim ki, “Amca evdeki herkesle kavgalıyım bugünlerde, hiçbirinden de hiçbir şey istemiyorum.” Neyse ki, onun bu “aydın” fikirleri o sırada umurumda değildi. Eve yaklaşınca, artık ayrılabileceğimize onu ikna ettim. Eve gittiğimde düşündüm. “Kızım Amine! Giderken ablayla gittin, dönerken amcayla geldin. Ne anladım ben bu işten?” Ama sonra içimden başka bir ses cevap verdi çok gecikmeden. “Önemli olan cesaret etmekti, hem bu sayede o karıştırdığım yolu da öğrenmiş oldum, bir daha ki sefere daha az yardımla giderim. Hem bağımsızlık, her şeyi kendin yapabilmek değil, birilerinin yardımıyla bir şeyleri yaparken, yavaş yavaş öğrenmek, yavaş yavaş deneyim kazanmaktı benim için.” İçimdeki diğer sesin bu cevabı herkesin sorularına yanıt bulmuştu sanki. O gün sinir yapıp kendimi dışarı attığım bir gezinti, bir sürü şey öğretmişti yine bana.
Bu olayın devamında gelen haftalarda, babam aylardır benim okula kendi başıma gidip geldiğimi bilmediğini iddia etti. Tabii ki de yoktu öyle bir şey, ilk gün herkese bu haberi yayan ben, babama tabii ki de söylemiştim. Ama aylar sonra, bu işe korkmuş olsa gerekti ki benim adıma, böyle bir şey atmıştı ortaya. Okuldan tek başıma dönmeme de izin vermiyordu artık. Her çıkışa mutlaka birini yolluyordu ya da kendi geliyordu. Bu iş hiç olmadığı kadar sinir bozucuydu. Babamın öyle garip kuruntuları vardı ki, küçücük bir düşme örneğinden bir yerlerimi falan kırıyordu. Birazcık durup sakinleşmeye karar verdim. Birkaç ay böyle idare edebilirdim. Ama sonrasında, kesinlikle böyle bir şeye tahammülüm yoktu. Aslında isterdim ki, kızı korkmamayı öğrenmişken, bir şeyleri göze almışken, babam da önümde değil, arkamda durmayı öğrensin, “Aferim kızım! Ama dikkatli git gel.” desin. Ben bir şeyleri daha da güvenerek yapayım, arkamda babam var benim deyip her yola öyle çıkayım istedim. Ama olmadı. Babam hep imkânsız bir şey yaptığıma inandı. Ama eksik bıraktığı bir şey vardı. Babama göre tabii ki de bu iş imkânsızdı. Çünkü o doğduğundan beri hayatını gözleriyle yaşamaya alışmıştı, o bugüne kadar gereken her şey için gözlerini kullanmıştı. Bu yüzden, kendini bir körün yerine koyup gözlerini bağlaması da bunu anlaması için işe yaramazdı. Ama ben doğduğumdan beri gözlerim yerine diğer organlarımla yaşamayı öğrenmiştim. Kendim için daha farklı çözümlerim vardı ve aylardır işe yaramıştı da. Kendim okula gidip geldiğim zamanlarda, bazen uyuz olmuş bir surat ifadesiyle, bazen de kahkahalarla eve giriyordum. Sokak trajedilerimi beni sabırsızlıkla evde bekleyen anneme anlatıyordum. Bazen beraber gülüyorduk, bazen birlikte eleştiriyorduk. Ama ne olursa olsun, hep gülümsüyorduk. Annem evde beni o gün beklese de beklemese de, kızının bir şekilde tek başına eve döndüğünü biliyordu ve bu yeterince mutluluk vericiydi onun için. Bugüne kadar annemle hep daha kolay zaferlerimiz oldu. Bir şeyleri hep en ilk onunla başardık. Ben daha 3-4 yaşlarımdayken el becerimi geliştirmek için yaptığımız türlü şeylerden, kavramları bana öğretmek için, verdiği bütün çabalardan, Sivas’ta bir görme engelliler öğretmeni dahi olmadığından Braille alfabesini önce kendisi öğrenip, sonra bana öğrettiği 7 yaşımdan beri ya annemle zafer kazandık, ya da zaferimi ilk onunla kutladık. Dolayısıyla, korkuları da olsa bu konuda hep ve en önce o yanımdaydı. Babam istemese de ben bir şekilde yapıyordum yapacağımı. Okulun son günlerinden birinde, sabahın köründe okulda yokluğumdan sıkılan arkadaşlarım ısrarla mesaj atınca, öğleden sonra okula bir uğramak farz oldu tabii. Fakat annemin o sabah hiç götüresi yok. Götüresi olmaması sorun değil de, babam evde. Tek gitsem nasıl çıkacağım evden? Son ana kadar bu konuda hiçbir planım yoktu. Sadece hazırlandım ve ceketime, çantama kadar her şeyi elime alıp, çıktım odamdan. Baktım ortalarda babam görünmüyor. E odanın da kapısı kapalı. Ben de kapıyı vurup, “Ben gidiyorum, yarı yolda arkadaşla buluşacağız.” deyip attım kendimi kapının dışına. Arkamdan gelme ihtimaline karşın, ayakkabıları da merdivenlerde falan aceleyle giyip dışarı çıktım. Bu aslında çok saçma bir kaçıştı belki ama ben bunu da bağımsızlık mücadelesinden sayıp, sadece yaptığım şeye gülümseyerek hızla koyuldum yola. Tanıdığım, tanımadığım, bizimkilere selam yollayan, bana yardımcı olan, “Aferin iyi yapıyorsun!” diyen, bir sürü insanın da yardımıyla, daha çabuk vardım okula. E tabi yine eve de tek başıma döndüm. Tam apartmana girmeden babama da yakalandım. Eve gelecekti ama ne diyecekti hiçbir fikrim yoktu. Aylar önce bu konu yüzünden bayağı bir tartışmıştık ve açıkçası çokta kırıcı şeyler duymuştum kendisinden. Kırıcı bir şey söylemesi umurumda değildi, sadece bana daha büyük bir engel koymasın, yeterdi. Bir gün öğrenecekti elbette, en azından öğrenmek zorunda kalacaktı. Ya da o hiçbir zaman öğrenemese bile, hayat sırf babam bunu öğrenemedi diye, hayallerimi, istediklerimi, ait olmam gereken yerleri elimden almaz diye düşünüyorum. O akşam çok da bir şey demedi aslında. Ben yaptığım şeyin çok normal olduğu kanısıyla davrandıkça, kendisini sorguladı belki de o sessizliğin hâkim olduğu anlarda. O gece kendi imkânsız anlayışını sorgulamadıysa bile yakın gelecekte bunu yapması benim açımdan çok iyi olacak. En azından bir şeyleri kolaylaştıracak. Bu Ağustos ayında, anlattığım şeylerin başlangıcından bu yana tam 1 yıl olmuş olacak. Bir yılda mücadele anlamında yazının başlangıcından itibaren, yapabildiklerim bunlar. Hala da devam ediyor. Bir kitapta okudum geçenlerde. Bir adamın kendine özgü bir yemek tarifi varmış ve evlerinin garajını eşiyle beraber, bu yemeği yapıp satmak, paralarını kazanmak için lokanta yapmaya karar vermişler. Tarif çok da tutulmuş, insanlar bu görünmeyen yeri yollarının üzerinde keşfediyor, buraya sürekli uğruyormuş. Ama bir gün, kullanılan ana yol değişmiş. Artık o yolu kimse kullanmadığından, bu aile iflasın eşiğine gelmiş. En sonunda adam lokanta lokanta gezip, tarifini lokanta sahiplerine tattırıp, bu yemek tutarsa da kazanılan paranın bir bölümüne ortak olma kararı alıp, başlamış lokanta lokanta gezmeye. Fakat adamın söylediklerine hiçbir lokanta sahibi itibar etmemiş. Adam gittiği lokantaların hepsini de bir yere yazarmış. Tıpkı bir günlük tutar gibi, “Beşinci lokantada şu oldu, yüzüncü lokantada bu oldu. Ama bin on dokuzuncu lokantanın sahibi, yemeği pişirmemi ve tattırmamı istedi.”yazmış. Bu hikâyenin sonunda da derlermiş ki, bugün ünlü bir yemek markasının amblemindeki o aşçı şapkalı sakallı adam, bu adammış. Gerçekten öyle midir bilinmez ama her mücadelenin bir bin on dokuzuncu noktası vardır. Ben kendi bin on dokuzuncu noktamı bulmak için çıktım bu yola. Şimdi benim cesaretim ve yapma isteğim de tamamdır. Geriye sadece korkularını yenip, ufkunun bin on dokuzuncusunu bulması gereken ailem kaldı. Kim bilir daha şimdiden uzun olan bu hikâyeye neler eklenecek? Ve kim bilir bir gün bende bir yerlerde kimlere, hangi 16 yaşındaki gençlere neler yazacağım, kimlerin idolü olacağım, kimlere cesaret vereceğim. Aksi de olacak belki, bin on dokuzu bulmaya zaman kalmadan, her şey farklı olacak, belki ben bulamadan yorulacağım. Yine de bu yazıyı sonsuza dek saklayacağım. Tabii ki, yıllar sonra bu yazıyı okurken, “Aynen öyle oldu be 16 yaşındaki kız, fazlası bile oldu!” diyerek tebessüm etmeyi tercih ederim. Bu yazıyı bir yıl önceki ben gibi birileri okuyorsa, belki şimdi bir şeyleri daha iyi analiz edebilirler ve o zaman da yazım amacına ulaşmış olur zaten. Bu yazıyı okuyan, bugün benim idollerimden olan insanlarsa, mücadelemde iyi bir fikirleri olursa, ya da belki yardıma ihtiyacım olursa bir noktada bir gün, işte o zaman yanımda olduklarını bildirseler, bir gün her şey istenilen gibi olmasa da, bugün düşünülen hissedilen düşüncelerin büyüklüğünü söyleseler, önemli olanın bu olduğunu görseler, o zaman bu yazı ikinci amacına da ulaşmış olur. Biraz uzun konuştum, okuyucu herkesten, sıktıysam ve sürç-i lisan ettiysem affola diyerek, satırlarımın sonuna geliyorum. Herkese iyi okumalar.
Ha bu ara da, bahsi geçen o ikinci check-in’i de unutmuş değilim. Kış döneminde bir arkadaşla ettiğimiz bir sohbet sırasında ona yarı şaka, “Oraya gidip kendi milkshake’mi de alamayacaksam, ne yapayım ben öyle bağımsızlığı?” demiştim. Sömestr tatilinde, kışın ortasında oraya gittiğimde milkshake içemedim ama sözümü yerine getirmek ve o check-in’i atmak için önümüzdeki birkaç günde, çilekli, karamel soslu harika bir milkshake içmek için, tekrar gideceğim oraya. Ve oranın önündeyken o arkadaşa da mesaj atacağım, “Senin yerine de içeyim mi?” diye. Bu ara da İstanbul’da güzel Milkshake yapan mekânlar biliyorsanız yazın. Bugün burada canını milkshake istettiğim tüm okuyuculara, batmayı bile göze alıp, Boğaziçi’ne geldiğimde milkshake ısmarlayacağım.