Toplam Okunma 0

Merhabalar değerli dostlar. Hatırlayacağınız üzere geçtiğimiz yazımda görünmezlik hikâyelerimizin sebeplerini irdeleyen birkaç yazı yazmayı planladığımı söylemiştim. İnsanların bizi yok saymalarına aslında nelerin sebep olduğunu açıklarken ilk yazıda empati değil sempati yaparak kişilerin hayatlarımızı nasıl da dramatize ettiklerinden bahsetmiştim. Bu dramatize etme durumu, engelliyi kafada daha da çehresiz ve güçsüz olarak imgelediği için, engellinin aktif olarak bir şeyde rol almasını kabul edebilmenin güçlüklerini anlatmaya çalışmıştım.
O zaman da dediğim gibi engellileri toplumda görünmez kılan tek sebep empati sempati meselesi değil elbet. Tam bu ay hangi sebepleri irdelesem diye düşünürken, sevgili arkadaşım Elif Ünver kendi görünmezlik hikâyesini yazdı bana. Olayın kurgu gibi görünmemesi için de bizzat ismini açıklamamı tembihledi sonrasında da. Elif birçoğumuzun yaşadığı şaşkınlığı ifade ederek başlıyor satırlarına.
“Ne de olsa, görünmezlik, her körün maruz kaldığı bir durum değil mi? Bu kadar yıllık körlük hayatından sonra her türlü yok sayılmaya aşina olduğunu sanırken, bir de bakıyorsun hiç beklemediğin bir yerden geliyor ve her şeye yeniden başlamış gibi hissediyor insan.”
Evet, en çok da acıtan bu tür durumlar değil midir? Hiç beklemediğiniz, hiç ummadığınız bir arkadaşınızın, ailenizin yaptığı yok saymalar? Her neyse buna döneceğim ileride. Gelin Elif’e kulak verelim.
“Geçen sene yapılan bir hizmet içi eğitime kolaylaştırıcı olarak katılmıştım. Kolaylaştırıcı olmak için öncesinde yapılan bir dizi çalıştaya katılmış ve pilot uygulamaları yapmış olmak gerekiyordu ve ben de oradaki diğer kolaylaştırıcılarla birlikte aynı eğitimi, üstelik aynı anda almıştım. Yani benimle en az 9 gün boyunca aynı ortamda vakit geçirmişler, ders aralarında çoğu gelip ne kadar başarılı, çalışkan, azimli yani işte bir körün düzgün iki cümle kurduğunda ona söylenebilecek her türden hayranlık ifadesini çekinmeden söylemişlerdi. Neyse. Kolaylaştırıcı olarak bize uygulamamız istenen bazı görevler veriyorlardı. Bir tanesinde, 5 kişilik bir kolaylaştırıcı grubu olarak bize dağıtılacak bir grup çalışmasını yapmaları için her birimiz beşer kişiye danışmanlık edecektik. Yönerge biraz karışık olmakla birlikte, anlaşılmayacak bir şey değildi. Gruba 1'den 5'e kadar numaralanmış ve her birinden 5 tane kopya edilmiş uygulama fotokopileri verdiler ve bizden bunu paylaşmamızı istediler. Fotokopileri alan kişi hemen hepimize 1'den 5'e kadar olan uygulamaların hepsinden birer tane olacak şekilde dağıtmaya başladı. O sırada dedim ki, "Arkadaşlar, bu böyle olmayacak. Hepimizin sadece bir numaranın bütün kopyalarını almamız gerek, yani bir kişide 1'lerin, diğerinde 2'lerin hepsi falan gibi. Çünkü bunları kendi grubumuza dağıtacağız ve hepimiz yalnızca bir uygulamadan sorumlu olacağız." Tabii bu sırada fotokopileri dağıtan kişi "Bir dakika, şunu dağıtayım, sonra konuşalım Elif" diyerek, yaptığı işin hızını bile kesmeden sürdürdü. Dağıtma işi bittiğinde hepimizde farklı numaraların hepsinden birer tane olacak şekilde birer kopya vardı. Ve herkes şöyle bir duraladı; "Eeeh, şimdi ne yapıyoruz?" Sonra, fotokopiler dağıtılırken yaptığım açıklamayı bir kere daha yaptım, bu kez dinlediler. Birkaç saniye düşündükten sonra, bir tanesi "Elif doğru söylüyor arkadaşlar." dedi. Bunun üzerine şöyle bir kabul eder gibi oldular ve içlerinden biri, oradaki hocalardan bir tanesine söylediklerimi doğrulattı. Ancak bundan sonra tekrar fotokopiler gayet kaotik bir biçimde paylaşıldı ki, herkesin herkesten alacağı ve vereceği bir fotokopi olduğundan bu iş ilk dağıtımdan çok daha uzun sürdü.”
Elif uzunca bir mail atmış bana. Ama bu kadarı derdimizi anlatmak için kâfi bence. Nasıl, birçoğumuzu tanıdık gelen bir sahne di mi dostlar? Çalışan birçok arkadaşımla konuştuğumda iş yerlerinde ama bilinçli, ama bilinçsiz benzer yok sayılmalara maruz bırakıldıklarını öğrendim. Örneğin, işinizle ilgili bir fikir sunarsınız yöneticinize ve arkadaşlarınıza, o an kimse oralı olmaz. Sonra, aynı şeyi yakındaki bir kişiden yepyeni bir fikirmiş gibi duyarsınız bir toplantıda ve fevkalade beğenilir. Ya da işyerinizde bir hizmet içi eğitim tanımlanır, o eğitime en yakınınızda size çoğu yaptığı şeyi soran arkadaşınız davet edilir de, siz nedense listede yer almayıverirsiniz birden.
Öte yandan herkes sizi takdir eder, azminize ve yaşama sevincinize hayrandırlar, onların bile yapamadıkları, anlayamadıkları şeyleri yapabilmeniz, ne muhteşem, ne şaşırtıcı bir olaydır? Bizim Homo İbretus’un dediği gibi bakıp bakıp ibret alırlar almasına da, iş gerçek bir duruma gelince, Elif’in yaşadığı binlerce olay yaşatılır hepimize. Üstelik bu olayların başkahramanı, bazen yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmeyen yakın bir arkadaşınız, bazen bizzat kendi anne babanız, bazen eşiniz, kimi zaman kişiliğini idealize ettiğiniz, rol model gördüğünüz biri olabilir.
Elif de en çok bunu vurguluyor bana anlattığı iletisinde. Onu üzen yok sayılmak değil aslında, bu yok sayılma durumunu onu iyi tanıdığını düşündüğü arkadaşlarıyla yaşaması. En az 9 gün onlarla eğitim alıyor, neyi ne kadar bildiğini anlama ve anlatabilme fırsatı duyuyor. Üstelik bu hizmete katılanlar psikolog ve sosyal hizmet uzmanları zannımca. Yani farklılıkları, önyargıyı, ayrımcılığı ve bunun kişiye neler yaşattığını en iyi anlaması gereken kişiler. Ama iş gerçek bir mesleki pratiğe gelince, Elif’in sesi cılızlaşıyor, yok oluyor, ne duyuluyor, ne görünüyor. Neden sonra, bakıyorlar ki, işin içinden çıkılmıyor, Elif’in söylediklerini ancak bir hocaya onaylattıktan sonra kabul edebiliyorlar. Bakın Elif yaşadığı hayal kırıklığını nasıl anlatmış:
“Neden sonra bunu tekrar düşündüğümde fark ettim ki, iyi bir hatip olmamama karşın; ben bir şeyleri yanlış yapmamışım. Ya da en azından bu kadar dikkate alınmamayı gerektirecek bir yanlış yapmadığımı fark ettim. Yanlışlık, benim onlar kadar "eksiksiz" doğmayışımdaymış. Bunun fazlasıyla arabesk bir ifade olduğunu kabul ediyorum. Ama beni biraz olsun tanıyan ki, tanımaları da gerekmiyordu ve dezavantajlı gruplarla çalışan, meslektaşım ya da yakın mesleklerden olan insanların bunu yapması öyle üzücü ki. Üstelik aralarında gerçekten mesleğini çok çok iyi yaptığını bildiklerim de var. Zaman zaman çok hoş sohbetler edebildiklerim de. Ama lanet olsun ki, farklılıklarla çalışmayı bilseler de, bir köre gerçekten arkadaşça davranabilseler de, iş teknik bir konuda bir engelliyi, bir körü dinlemeye gelince bu kadar kör ve sağır olabilmeleri insanı bir parça arabesk yapıyor galiba.”
Peki, siz ne dersiniz dostlarım, Gerçekten Elif mi çok abartıyor durumu? Hakikaten fazla arabesk mi acaba? Toplumun genelde bizlere yapıştırdığı bir yaftayla söyleyecek olursak “Fazla mı alıngan” Elif veya fazla mı alınganız biz? Aslında herkes bizi pek seviyor da, kendi kompleks ve hezeyanlarımızla çok mu büyütüyoruz olayları?
Diyelim ki böyle, hadi olayları büyüten bizler olalım ama bu, sorumuzu değiştirmiyor: neden? Bir engelliyle çok şeyler paylaşmış bir başkası farklı bir bağlamda ne oluyor da birden o kişiyi yok sayabiliyor? Nasıl oluyor da aynı ortamda çalıştığınız bir iş arkadaşınız, mesleki bir konuda sizin değil de bir başkasının söylediği şeyi kabullenmeye daha hazır olabiliyor? Nasıl oluyor da karşılıklı aynı ortamda çalıştığınız bir mekâna gelen ve hiç tanımadığınız bir konuk, doğrudan size değil de karşınızdaki görme engelli olmayan arkadaşınıza yönelebiliyor?
Daha önce sıkça vurguladığım gibi, aslında tek bir kesin yanıttan söz edemeyiz, ama bazı varsayımlarda bulunabiliriz. Örneğin Elif’in olayı özelinde şunu da sorabilirdik: Aynı kaotik ortamda aslında kişilere aynı kâğıtların dağıtılması gerektiğini Elif değil de başka bir arkadaşı söylese ne kadar dikkate alınırdı? Belki bu olay özelinde konuştuğumuzda insanların motivasyonu kâğıtların bir an önce dağıtılması olduğundan, arada çıkan çatlak sesleri pek dinlememe eğilimi yüksekti. Peki ya sonrasında Elif aynı haklı itirazını tekrarladığında ve konuyla ilgili yönerge çok açık olmasına karşın, neden bir başkasından onay alınma ihtiyacı duyulmuş olabilir?
Hadi sizin için daha basit bir soru soralım, yolda yürüyorsunuz, bir araç yanınızda durup “şurası neresi” diye yol tarifi istiyor ve kör olduğunuzu anlayınca pardon deyip hızla yoluna devam ediyorsa, bunu neden yapıyor olabilir? Farklıymış gibi görünse de, aslında tüm bu durumlar aynı soruyu adres gösteriyor, size olur olmadık yerde canım cicim deyip takdir edenler, iş kendilerince daha hayati, daha teknik, daha ciddi bir duruma gelince birden ne oluyor da hepimizi pas geçiyor sizce?
Tam bu noktada çok ilginç, ama bir o kadar da fazla sayıda alıntılanan bir makaleden bahsetmek isterim. Fazio, Jacson, Dunton ve Williams (1995) o dönemlerdekinden çok farklı bir dizi deney gerçekleştirerek kişilerin ırkçılık eğilimlerini ölçmeyi hedefliyorlar. Amaçları kişilerin daha önce rapor ettikleri ırkçı olup olmama değerlendirmelerinin gerçekten doğru olup olmadığı. Bu amaçla daha önce Modern Irkçılık Ölçeği adlı bir anketi dolduran ve burada ırkçılık yönünden en düşük ve en yüksek puanları alan katılımcıları yeni bir çalışmaya davet ediyorlar. Modern Irkçılık ölçeği siyahlarla ilgili bir dizi cümle içeriyor ve katılımcı “Tümüyle katılıyorum”dan “Hiç katılmıyorum”a kadar giden bir noktada cümleleri puanlıyor. Yani sonuçlar kişilerin kendi söz ve ifadelerine dayanıyor. Fazio ve arkadaşları ise, ırkçılık eğilimini bambaşka bir tasarımla ölçmeye çalışıyor: “otomatik bilinçaltı yanıtlar”. Sordukları soru çok basit, bir kişinin açıkça söylediği düşünce ve kanaatler otomatik yanıtlarında da aynı mı?
Böyle bir şeyi ölçmek içinse, psikolojide Priming olarak adlandırılan bir teknik kullanıyorlar. Türkçesini tam olarak bilemesem de önceleme olarak çevirebiliriz Priming terimini. Bu teknikte maksat, kişinin zihnini başka bir şeyle meşgul ederken, ayrı bir soru sorup ona otomatik bir yanıt vermesini sağlamak. Teoriye göre zihin zaten meşgul olduğu için, düşünülüp tartılan bir yanıtı değil, hazır ve bilinçaltından gelen bir yanıtı veriyor. Örneğin, bir kişiden 1133’den on yedişer on yedişer geriye saymasını isteyin, geriye sayarken, ortada ona bir kelime söyleyip 1 saniye içinde kendisine ilk çağrıştırdığı şeyi söylemesini isteyin. Örneğin aynı testi koyu Galatasaraylı ve koyu Fenerbahçeli iki kişiye yaptığınızı varsayarsak geri sayma esnasında kişiye “sarı” kelimesini verdiğinizde Galatasaraylı için otomatik yanıt kırmızı, Fenerbahçeli içinse “lacivert” olabilir. Böyle bir durumda katılımcının düşünmeye vakti yoktur çünkü hemen kelime sonrasında kaldığı yerden on yedişer on yedişer geri saymaya devam etmek zorundadır. Yani kelime geldiği anda o sırada söylediği sayıyı da aklında tutmak zorundadır.
Fazio ve arkadaşları bu Priming etkisini fotoğraflarla ölçüyor. Çalışmanın ilk aşamasında katılımcıya bir dizi sıfat veriliyor ve katılımcıdan, sıfat, ona pozitif duygular çağrıştırıyorsa üzerinde “iyi” yazan tuşa, negatif şeyler çağrıştırıyorsa da üzerinde “kötü” yazan tuşa basması isteniyor. Sıfatlar oldukça kolay: “harikulade, mükemmel, tiksindirici, iğrenç” gibi şeyler kullanılıyor ve katılımcıların tuşa sıfatı gördükten ne kadar sonra bastıkları kaydediliyor.
İkinci aşamada ise, bu sefer kişiye bir dizi siyah ve beyaz insanın fotoğrafları gösterilerek, bu fotoğrafların akılda tutulması gerektiği, çünkü bir sonraki aşamada gösterilecek fotoğraflarda bunların olup olmadığının sorulacağı hatırlatılıyor.
Çalışmanın üçüncü aşamasında, gerçekten de katılımcıya bir önceki bölümde gösterilen fotoğraflarında olduğu iki katı sayıda fotoğraf gösteriliyor ve katılımcının eğer gördüğü fotoğraf bir önceki listede varsa “evet” tuşuna, yoksa “hayır” tuşuna basması gerekiyor.
Veee ısınma turları tamamlanıp asıl önemli ve bizi ilgilendiren aşamaya geliniyor. Dördüncü aşamada katılımcıya, aslında amacın kişinin aklını meşgul ederken yine de doğru yanıtı verip veremeyeceğini ölçmek olduğu söyleniyor. Bu nedenle de daha önceki 3 aşamada verilen iki görevin birleştirileceği belirtiliyor. Yani önce kişiye saniyenin üçte biri kadar süre ekranda kalacak şekilde bir fotoğraf gösteriliyor ve katılımcıdan bu fotoğrafı aklında tutması isteniyor. Bu fotoğraf ekrandan kaybolduktan 150 mili saniye sonra,  bir başka deyişle, saniyenin onda biri kadar sonrasında katılımcıya birinci aşamada gösterilen sıfatlardan birisi gösteriliyor: “Harikulade, İğrenç, Zeki, Aptal” ve katılımcının sıfatın kendine çağrıştırdığı “iyi” veya “kötü düğmelerinden birine basması gerekiyor. Bu aşamada, her fotoğraf katılımcıya 4 kez gösteriliyor ve ikisinde pozitif, ikisinde negatif çağrışım yapacak sıfatlarla eşleştiriliyor. Burada her fotoğraf sonrasında ekrana gelen sıfat karşısında katılımcıların ne kadar zaman geçtikten sonra “iyi” veya “kötü” düğmelerine bastıkları hesaplanıyor.
Gelelim sonuçlara. İlk olarak, şaşırtıcı olmayan biçimde, her katılımcı ilk aşamada verilen sıfat sonrasında düğmeye basmakta dördüncü aşamadakinden çok daha hızlı. Yani kişi, “Harikulade” kelimesini tek başına gördüğünde iyi düğmesine veya “Aptal” sıfatını görünce kötü düğmesine eğer bundan önce bir fotoğraf gösterilmediyse daha hızlı basıyor ve bu sonuç zaten beklenen bir şey. Çünkü kafasını meşgul eden bir öncel bulunmuyor. İşte zurnanın zırt dediği yer bundan sonra başlıyor, beyaz katılımcılar önce siyah birinin fotoğrafını görüp, hemen sonra eğer “tiksindirici, aptal, iğrenç” gibi bir sıfat görüyorlarsa, “kötü” düğmesine basmakta çok çok daha hızlı davranıyor ve ilk aşamadaki yanıt hızlarına yakın bir hıza erişiyor. Ama aynı beyaz katılımcı önce siyah bir fotoğraf görüp sonra da “zeki, harikulade, güzel” gibi iyi düğmesine basmasını gerektiren bir sıfatla karşılaşıyorsa, düğmeye basmakta istatistiki olarak anlamlı biçimde çok daha fazla geç kalıyor ve çalışmanın ilk aşamasında fotoğraf yokken yakaladığı yanıt hızının çok daha fazla altına düşüyor. Kısaca siyah birine olumlu bir sıfatı yakıştırmakta güçlük yaşarken, olumsuz bir sıfatı yakıştırmayı daha hızlı biçimde gerçekleştirebiliyor. Aynı biçimde siyah bir katılımcı da beyaz birinin fotoğrafı sonrası pozitif bir sıfat gördüyse düğmeye basmakta daha geç kalırken, beyaz birinin fotoğrafı sonrası negatif bir sıfat gördüyse, düğmeye basmakta çok daha hızlı davranıyor. Yani sözün özü kişiyi otomatik bir yanıt vermeye mecbur bıraktığınızda önyargıları doğrudan açığa çıkıveriyor. Beyaz katılımcılar siyahları gördüklerinde negatif sıfatlara çok daha hızlı tepki veriyor. Kafalarında siyah birinin aptal, tiksindirici olabilmesi zeki veya harikulade olmasından çok daha normal gibi görünüyor. Aynı şekilde siyahlarda negatif sıfatları, beyaz birinin ardından geldiyse, çok daha hızlı yanıtlıyor. Siyah bir katılımcıya göre beyaz birinin acımasız olması, merhametli olmasından çok daha mümkün otomatik yanıtlara bakacak olursak.
Şimdi sıkı durun, katılımcıların sonuçları daha önce katıldıkları Modern Irkçılık Ölçeği’ndeki puanlarıyla karşılaştırılıyor. Beklentiniz ne? Orada ırkçılık puanları yüksek çıkanların, burada da örtük önyargılarının çok daha yüksek çıkacağı değil mi? Ama yanıt kocaman bir hayır. Kişilerin kendi ifadelerine dayalı Modern Irkçılık ölçeğindeki puanlarıyla siyah ve beyaz fotoğraflar sonrası gelen pozitif ve negatif sıfatlar karşısında düğmeye basma zamanları arasında bir ilişki bulunamıyor. İşin daha ilginci; sonrasında araştırma tekrarlanıyor ve istatistiki olarak anlamlı bir farka ulaşamasa da, Modern Irkçılık Ölçeği’nde, daha düşük önyargılı olarak bulunan kişilerin Fazio ve arkadaşlarının örtük önyargı testindeki puanları çok daha yüksek. Sonuçta kişiye sözel olarak sorulduğunda, belki kendini sansürlediği, belki önyargılarının farkında olduğu, belki karşısındakini memnun etmek adına önyargıları tam olarak açığa çıkamıyor. Ama iş bilinçaltına gelince, bir anda otomatik yanıtları önyargılarını veya eğilimlerini gösterebiliyor
Sonrasında bu araştırma farklı Priming teknikleriyle tekrarlanıyor ve örtük ve otomatik yanıtları gösteren benzer sonuçlar çıkıyor. Bir araştırmada sanal olarak insanların siyahları beyazlara göre çok daha fazla silahla vurdukları bulunuyor mesela. Başkaları aslında ölçülen şeyin tam olarak önyargı olmadığını da tartışıyor makalelerinde ama kişilerin normalde açıklamadıkları bilinçaltı otomatik yanıtları olduğu gerçeği ortada duruyor.
Olabildiğince basitleştirerek anlatmaya çalıştığım bu araştırmayı şimdi gelin konumuza uyarlamaya gayret edelim. Kişilerin siyah ve beyaz insanların değil de kör ve gören adam ve kadınların fotoğraflarını gördüklerini varsayalım. Fotoğraflar sonrasında da, çaresiz, yardıma muhtaç, düşkün, çalışkan, zeki, cömert gibi sıfatlara karşı katılımcıların iyi ve kötü düğmelerine basmalarını istediğimizi düşünelim. Sizce bir katılımcı görme engelli birinin fotoğrafı ardından cömert kelimesinde mi, yardıma muhtaç veya çaresiz sıfatında mı daha hızlı tepki verirdi? Elbette sonuçları öngörmek bilimsel olarak doğru olmaz. Ama belki genç öğrenci ve akademisyen adayı arkadaşlarım böyle çalışma tasarlamak ister ve sonuçları beraberce tartışırız.
O güne kadar elimizdeki olaylarla yetinelim ve Elif’in yaşadıklarına örtük önyargılar açısından bakalım isterseniz. Elif arkadaşlarıyla en az 9 eğitime katıldığını söylüyor ve arkadaşlarından türlü hayranlık ifadelerini duyduğunu da ekliyor. Yani arkadaşları, Elif’i alanında oldukça başarılı bulduklarını dile getiriyorlar yüzüne karşı. Burada Modern ırkçılık ölçeğinde de kişilerin ifadeleriyle önyargılarının belirlenmeye çalıştığını hatırlayalım. Bu örnekten yola çıkıp, Elif’in arkadaşlarının kendi ifadelerine bakacak olursak, engelli kişiler aleyhine bir önyargıya sahip olmadıkları kanaatini edinmek mümkün. Peki, bu dile getirme ve beğeni sözleri, gerçekten mesleki bir hayranlık mı, yoksa bir körün bu kadar doğru ve güzel cümleler kurması karşısında yaşanan şaşkınlık mı, sorusunu sizlerin yorumuna bırakıp olay gününe dönelim.
Kişiler bir uygulama evresinde. Birileri hızlıca kâğıtları dağıtmakla, diğerleri de kendi fotokopilerini bir an önce almakla meşgul. Anladığım kadarıyla onları izleyen belirli süpervizör veya hocalar da var. Yani kimsenin o telaş içinde, önyargılarını örtmeye çalışacak veya hayranlık cümleleri söyleyecek vakti yok gibi görünüyor. Ve tam bu esnada Elif, başlayan süreci yarıda kesecek bir laf ediyor ve teknik açıdan bir sorgulama içine giriyor. Kâğıtları dağıtan kişi “Şunları dağıtalım sonra” diyor. Komik değil mi, çünkü sorun tam da kâğıtların o biçimde dağıtılmaması gerektiğiyle ilgili. Buraya dikkat kör biri yapılan bir işi sorguluyor. Kâğıtları dağıtan açısından otomatik yanıt ne söylüyor olabilir acaba? “Görme engelli biri bunu nereden bilebilir ki? Tam işimin ortasında nereden çıktı bu da şimdi? Herkes yanlış anlayacak da bir bu kör arkadaş mı doğrusunu bilecek? Benim yanlış anlayıp kör birinin doğru anlaması hakikaten mümkün mü?” vs. vs.
Peki, Elif’in sözlerini duyan ama o an kâğıtları alma telaşındaki diğer arkadaşları ne düşünüp hiç seslerini çıkarmıyor sizce? “Hiçbirimiz anlamadık bir bu kız anladı öyle mi? Bir kör nasıl olur da kâğıtları dağıtan arkadaşın anlamadığı bir şeyi anlayabilir?” Peki, bu arkadaşlara Fazio’nun testini uyarlayarak uygulasak ve Elif’in resminden sonra danışan veya danışman kelimelerini gösterseydik, hangisine daha hızlı tepki verirlerdi dersiniz?
Biliyorum benimkisi tam bir niyet okuma oldu. Belki de son derece basit bir telaş olayını anlamsız yerlere götürdüm. Ancak yine de bir düşünün dilerseniz, Elif’in mesleğini çok da iyi yaptığını düşündüğünü söylediği buradaki bir kişi, bir görme engellinin aynı işi en az kendisi kadar, hatta ondan daha iyi yapabileceğini otomatik olarak ne kadar kolay kabullenebiliyor olabilir? Elif o kişiye başvuran bir danışan olsa, belki mükemmel bir danışan danışman ilişkisi mümkünken, meslektaş olarak onunla aynı yetkinliğe sahip olduğuna otomatik olarak ne kadar çabuk inanabilir? Bunları kendim yanıtlamayacağım. Yalnızca yaşadıklarınıza, yaşadıklarımıza bir de bu pencereden bakalım diye olayı farklı bir açıdan düşünmenizi istedim hepsi bu.
Bir sonraki sayıdaki yazımda yine bu olaya devam edip, “Ben bile” sendromu ve bunun yarattığı kendine güvensizliğin nasıl da bizleri görünmezliğe sürüklediğini biraz daha detaylı biçimde işlemek istiyorum. Ama bu yazımın sonlarında örtük önyargılarımızın hayatımızı ne kadar çok yönetiyor olabileceğinden bahsetmek yerinde olacak.
İnternette yaptığım araştırmalar günlük hayatımızdaki davranışlarımızın yüzde 80’den fazlasını bilinçaltı otomatik kodlarımızın yönettiğini gösteriyor. Aslında bunun normal bir zihinsel süreçte pratik yararları var. Çoğu zaman her olayı ve kişiyi ayrı ayrı düşünüp analiz edecek kadar vaktimiz yok. On binlerce yılını mağaralarda geçirmiş, avcılık ve toplayıcılıkla geçinen atalarımıza bir bakalım. Kendisinden farklı bir canlı gördüğünde 2 seçeneği var, avlamak veya kaçmak. Bir an önce karar vermezse kendisinin av olma olasılığı oldukça fazla. Hal böyleyken, derin analizlere pek vakit yok, bir an önce beyninde karşılaştığı şeyi bir kategoriye sokup harekete geçmek zorunda.
Binlerce yılını hatta daha fazla zamanını bu koşullar altında geçirmiş bir canlı olarak insanlığın bugününde de benzer eğilimler sergilediğini söylemek yanlış olmaz. Bugün de yeni karşılaştığımız veya çok az gördüğümüz kişileri bir anda genelliyoruz. Kendimizden farklı olan grupları hep aynıymış gibi görüyoruz. İşte buna önyargı deniyor ve en büyük sebebi de zihinsel tembellik. Evet, zihnimiz tembel, karşılaştığı yeni bir kişiyi daha önce benzerini gördüğü veya duyduğu bir kategori altına sokarak ona karşı hazır bir tutum ve davranış üretiyor. Böylece en temel zihinsel prensiplerden birini yerine getirmiş oluyor: en az kaynakla en çok işi yapmak. Bu prensip çoğu zaman günlük hayatımızı sorunsuz sürdürmemize yetiyor. Bir günde 200 300 kelime konuşarak idare ediyoruz. En az kaynakla yaşamımızı otomatik pilotta sürdürmeyi başarıyoruz. Ama tam bu sırada farklı biriyle karşılaşıyoruz. Örneğin rahat rahat hastane gişesinde insanları yönlendirirken bir görme engelli gişeye yaklaşmaya başlıyor. Belki de ilk kez bir görme engelliyle konuşmak zorunda kalacağız. Bu tam bir türbülans demek. Yani otomatik pilotu devre dışı bırakıp daha fazla çaba, daha fazla enerji, daha fazla yakıt harcamak demek. Ama o da ne, engelli kişinin yanında bir başkası var, bizim normlarımızda, bizim gibi olan, daha normal görünen biri. İşte bu bize yeni bir fırsat sunuyor, otomatik pilotu hiç bozmadan bize benzeyen kişiyle tüm işi halletmek.
O nedenle geçende Amerika’dan kafamızda hayallerle uçaktan inip Sevda ile valizimizi almaya giderken bir başkası “Türkiye’ye hoş geldiniz” dercesine tamamen bizi pas geçerek yanımızdaki görevliye, “Nereden geliyorlar? Nasıl gelmişler? Valizleri var mı?” gibi sorular soruyor. O yüzden hastane gişesine ben, Sevda ve kardeşi Semra gittiğinde görevli Sevda’nın sorularını yanıtlamayıp direkt Semra ile konuşarak durumdan bir an önce yırtmayı tercih ediyor. O yüzden bazıları girdiği bir odada hem görme engelli hem gören biri varsa, doğrudan gören biriyle göz temasını kurup ona yönelme eğilimi içinde oluyor.
Örnekleri çoğaltmak mümkün tabii ki. Tüm örneklerin ortak paydası ise, dönüp dolaşıp az enerjiyle maksimum iş kapasitesiyle çalışma prensibine dayalı zihinsel tembelliğimize dayanabiliyor. Ama bu, insan olarak en güçlü yanımızı bize unutturmamalı. Beynimizin en son gelişen kısmı olan ön kısım, yani frontal lob. Bu kısım sayesinde zihinsel tembelliğimizin farkında olmamız, analiz yapmamız, gelişmiş problemleri çözmemiz, örtük önyargılarımızı bilmemiz ve bunlarla baş etmemiz mümkün. Artık avcılık döneminde yaşamadığımıza göre, durumları değerlendirirken, siyah ve beyaz arasındaki yüzlerce tonu da görmemiz ve dikkate almamız da mümkün. Bu nedenle önemli olan önyargılarımızın olması değil. Kaçınılmaz olarak hepimizin belirli önyargıları var ve olacak çünkü. Önemli olan bu önyargılarımızın farkına varıp, farklı insanlarla karşılaştığımızda otomatik pilottan çıkabilmek, çıkmayı göze alabilmek ve kendi rahatımız uğruna başkalarına yok sayılmayı bir kader gibi yaşatmamak.

Kaynakça
Fazio, R. H., Jackson, J. R., Dunton, B. C.,  & Williams, C. J. (1995). Variability in automatic activation as an unobtrusive measure of racial attitudes: A bona fide pipeline? Journal of Personality and Social Psychology, 69, 1013-1027.


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.