Toplam Okunma 0

Akşamdan kurmuş olduğu alarmın çalmasıyla, birden irkilip doğruldu yatakta. Günlerdir içini kemiren karmaşık duygular, yoğunlaşarak bu geceyi kâbusa çevirmişti ona. Sevinç, heyecan, merak, endişe; hepsi birbirine karışıyor, her gördüğü rüyada uykusu bölünüyordu. Hafifçe doğrularak, uzanıp perdeyi açtı. Nisan günlerini hatırlatan sıcacık ve umut dolu güneş, hınzırca gülümsüyordu ona. Günlerdir kara bulutlar ve fırtınalarla kışa göz kırpan gökyüzü, bugün güzel haberler muştulamaya hazır, apaydınlık ışıldıyordu. Bir anda, içini bir huzur kapladı. Kaygılarını bir tarafa itip doğruldu yataktan. Usulca yan odada uyuyan Hazan’ın yanına gitti. On saniye kadar onu izledikten sonra, eğilip yüzüne bir öpücük kondurdu. “Hadi küçük hanım kalkın, okula geç kalıyorsunuz” dedi. Hazan’ı okula hazırlarken, karmaşık duygular tekrar sarmalamaya başlamıştı içini. Hislerini belli etmiyor, pozitif davranıyordu. İlk günün heyecanıyla evden çıktılar. Hazan’ın doğumunu düşündü. Güzel bir Ekim sabahı doğmuştu. Sonbaharı çok severdi. O nedenle hiç düşünmeden Hazan adını vermişti kızına. Hazan’la birlikte yeni heyecanlar, yeni telaşlar ve yeni sevinçlerle kaplanmıştı evleri.

Kızları iki buçuk yaşına geldiğinde, görsel uyarıcılara tepki vermediğini fark ettiler. Gittikleri doktorlar göz damarlarında kuruma olduğunu, şimdilik bir tedavisinin olmadığını söylediler. 3 aylık zorlu bir süreçten sonra, ne yapılması gerektiğini düşünmeye başladı. Hazan, çok hızlı algılayan, yaratıcı bir çocuktu. Yaşıtlarıyla çok çabuk kaynaşıp, oyunlara çabuk adapte oluyordu. Fakat toplum Hazan’a adapte olamıyordu. Hazan’ı gören herkesin, “Doktora götürdünüz mü? Allah kolaylık versin, ne kadar da güzelmiş, zor olmuyor mu?” gibi sorularından çok bunalmıştı. Çocuklarının Hazan’la oynamasını istemeyen aileler bile çıkıyordu. Hazan’ın geleceği konusunda endişeleniyordu. Bu nedenle, engellilik üzerine çalışma yürüten kurumları araştırmaya başladı. İnternet üzerinden adresini bulup gittiği bir engelli derneğinde, kafasındaki soru işaretlerinin çoğunu tüketmişti. Engelliliğin, toplum önyargısı ve buna bağlı olarak, çevresel koşulların olumsuzluğundan kaynaklı olduğunu söylüyorlardı. Eve gider gitmez ilk işi, evi erişilebilir bir şekilde dizayn etmek oldu.  Günler hızla geçiyor, her gün yeni şeyler öğreniyorlardı. Hazan, anaokulu çağına gelmişti. Büyük bir telaşla okullar araştırılıyor, en uygun okul seçilmeye çalışılıyordu. Fakat, her gittikleri okulda, engelli öğrenci almak için alt yapımız yeterli değil cevabı alıyorlardı. Oysa böyle bir ilkellikle karşılaşacağını hiç düşünmemişti. Her gün sokakta hatta aile içerisinde karşılaştığı yanlış bakış açısına rağmen, bu sonuç aklına bile gelmemişti. Öyle ya, Hazan’ın akranlarından ne farkı vardı? Birçok alanda onlardan ileri olduğu söylenebilirdi. Ayrıca burası bir eğitim kurumuydu ve herkese nitelikli eğitim vermek zorundaydı. Çocuklara yönelik bir kurumun, çevresel düzenlemesi erişilebilir olmalıydı zaten.

Uzun mücadeleler sonucunda, bir okula kayıt yaptırabildi. Fakat öğretmeni uygulamaların birçoğuna onu katma zahmetinde bulunmuyor, ilgili çalışmaların görsel olduğu bahanesine sığınıyordu. Kısa bir alışma sürecinden sonra, sınıfın yarısıyla arkadaş olmuştu Hazan. Yine de onun farklılığını yadırgayan arkadaşları vardı. Çoğu zaman merak duygularına yenik düşüyorlar, Hazan’ın hoşuna gitmeyen davranışlarda bulunuyorlardı. Yine böylesi bir durumda, bir arkadaşıyla ufak bir problem yaşadı. Sorun büyüdü ve çocuk masumiyetinin yerini, yetişkinlerin kirli düşüncelerini kustuğu çirkin bir olay aldı. Zihinleri küçük yaşta kirletilmiş, farklılıklarla yaşamanın güzelliğini hiç tatmamış, dünyayı kendisinden ibaret sanan insanlar, aynı kötülüğü kendi çocuklarına da yapıyorlardı. Onların meraklarını doğru bir şekilde gidermek yerine, yanlış bir engelli algısının yerleşmesine neden oluyorlardı. Ertesi gün ilk işleri, okula gitmek ve çocuklarının Hazan’la aynı sınıfı paylaşmasını istemediklerini söylemek oldu. “Yazık biz de üzülüyoruz ama yapabileceğimiz bir şey yok.” “Kendi çocuğumuzu da düşünmeliyiz değil mi?” “Onlar için özel okul yok mu? “Çocuklarımız olumsuz etkileniyor.” gibi, gerekçeler öne sürüyorlardı.

Hazan’ı okula almamak için bin takla atan yönetime de gün doğmuştu. Gestapodan bozma okul müdürü Hazanın yakasından tutarak “Bu kör çocuğun burada okuyamayacağını söylemiştim. Diğer çocukları olumsuz etkiliyor, hem veliler de istemiyor; çoğunluğun sözü geçer.” dedi, çoğunluğun yerine çoğulculuğun sesini dinlese, sorunun kökten çözüleceğini düşünemeden. O ise Hazan’ın olumsuz etkilenmesini istemediği için, tartışmayı uzatmamıştı. Bu işin daha bitmediğini, mücadele edeceğini söyledi ve Hazan’ın elinden tutarak çıktı.

Zaman hızla geçiyor , günler günleri izliyordu. Yeni bir kaygı kaplamıştı içini. Bu yıl Hazan ilkokula başlıyordu. Aynı süreci tekrar yaşamaktan, Hazan’ın daha çok yıpranmasından korkuyordu. Kayıt olacağı okulu daha önce defalarca incelemişti. Oldukça güzel bir binaydı. Merdivenlerde rampalar, takip şeritleri bile vardı. Yönetim oldukça sıcak karşılamış, şaşırtıcı bir hızla kaydı gerçekleştirmişti. Her şey oldukça güzel görünüyordu. Yine de içi rahat etmiyor, uykusuz geceler geçiriyordu. Öğretmeni nasıl olacak, arkadaşlarıyla problem yaşayacak mı? Sürekli yinelenen ve cevapsız kalan sorularla cebelleşerek, bugüne gelmişlerdi. Daha bir sıkı tuttu Hazan’ın elini. Okula yaklaşmak üzereydiler. Okulun yanındaki lisenin duvarında, “Ana dil haktır engellenemez “yazısını gördü.” Gazetede okuduğu bir haber geldi aklına: bir lise öğrencisi, cinsel yönelimi nedeniyle okuldan atılmak isteniyordu. Herkes, başka bir nedenle ayrıştırılıyor diye düşündü. Yoksul olmak, engelli olmak, farklı dilde konuşmak; insanı ayrıştırmak için neden mi yok? Herkes örseleniyor bir yanından.  Örseleniyor ya, yaralılar birbirinin yarasını sarmıyor. Ötekileştirilenler, başkasını ötekileştiriyor. Bu ne yaman çelişkidir diye düşündü. 

Okulun kapısından girerken; karmaşık duyguların yerini, tanımlayamadığı bir sevinç almıştı. Onları güler yüzle karşılayan öğretmen, Hazan’ın elinden tutup sınıfa giden şeridin yanında onunla birlikte yürümeye başladı. Birkaç güne kalmaz sınıfı öğrenir, istediğin şekilde gidersin dedi gülümseyerek. Sınıf arkadaşlarıyla, hemen kaynaştı. Deniz, ona çantasının üzerindeki bir resmi gösterdi. Resim, hafif kabartı halindeydi. Bu nedenle, Hazan hissedebiliyordu dokunarak. İki çocuk dedi Deniz, birisi siyahi diğeri beyaz. Birbirlerini sallıyorlar salıncakta. Ali, bebeklerini gösteriyordu. Dönüp sordu Ali’nin annesine, “Neden bebek aldınız oyuncak olarak?” “Çocukların zihnini, şimdiden sınırlamamalıyız” dedi Ali’nin annesi. Sadece “çocuklar istedikleriyle oynamalı, hayal dünyaları sınırlanmamalı” dedi. “Silah hariç, her türlü oyuncağı alırım.” “Bebeklerden birisinin bacakları yok.” “Bacaklarının olmamasının, bir insanı eksik kıldığı gibi yanlış bir düşünceye kapılmasını istemedim.”  Ne kadar iyi bir kadın diye düşündü içinden. Ders ziliyle birlikte, öğretmen velileri kibarca sınıftan çıkardı. İçinde son bir tereddütle, sınıftan çıkması birkaç saniye gecikti. Öğretmenin uyarısıyla, sınıfı terk etti. Tüm kaygıları son bulmuştu. Böylesi güzel insanların içinde, hayatı öğrenecekti kızı. Sevinçle okuldan ayrıldı. Her sonbahar olduğu gibi, dökülmüş yaprakların yanından mutlulukla yürümeye başladı. Gereksiz kaygılara takılmadan, hazan mevsiminin hüzünlü ama umutlu romantizmine bıraktı kendini.

Bu sefer farklı bir başlangıç yapmak istedim. Bu kadar olumsuzluğun içinde, iğne ucu kadar küçük bir olumluluktan, umutlar yarattım kendime. Her şeyin tersinden işlediği, insani kazanımların kaybedildiği, cahilin kamile hükmettiği, kirlenmiş bir dünyada; her şeyin panzehri olan umudu sıkıştığı yerden çekip çıkarmaya çalıştım. Umut, çok uzağımızda değil aslında. Her çocuğun yüzünde görebilirsiniz onu. Umut gelecektir. Her büyüyen çocukla devinir, gelişir. Fakat biz sürekli örseleriz umudu. Hiç çekinmeden, boşaltırız tortularımızı körpecik zihinlere. Hiçbir çocuk, ten renginden dolayı başkasını çirkin bulmaz. Konuşma tarzı değişik olduğu için, bir insana olumsuz düşünceler beslemez. Engelli bir insanın aciz olduğunu düşünmez. Sadece farklı gördüğüne masum bir merak duyar. Önemli olan, o merakı doğru bir şekilde gidermektir. Fakat biz bunun tam tersini yaparız. Giyim ve kozmetik tekellerinin şekillendirdiği güzellik algımızı genel geçer kılar, onlara da bunu empoze ederiz. O nedenle, toplumsal güzellik normlarına uymayan insanlara, tepkiyle yaklaşır çocuklar. Kendi kibirli bakış açımızı öyle bir empoze ederiz ki, kendisini akranlarından daha üstün görür ve her zaman onlarla yarış halinde olmak ister. Bir çocuk televizyonda gördüğü bir siyahiye tepki gösteriyorsa, bunun sorumlusu o tertemiz zihni tortularla kirleten aile ve çevredir. Yoldan geçen bir engelliyle dalga geçen bir çocuğun utancını, bu davranış şeklini onun zihnine yerleştirenler yaşamalı. Çevrenin davranış biçiminden, oynadığı oyuncaklara, okulda gördüğü eğitimden okuduğu kitaba her şey belirleyicidir bu konuda.

Bana bu yazıyı yazdıran da, böylesi bir haber. Minicik bir haber ama benim kocaman umutlar yüklediğim bir haber. Her zaman olduğu gibi günün iğrenç haberleriyle sinir eşiğimi zorlarken, ilginç bir başlık dikkatimi çekti. “Engelli oyuncak üretildi.” Şaşkınlık ve merakla linki tıkladım. İngiltere’de engelli çocuk annesi üç güzel yürekli kadın, neden engelli oyuncaklar yapılmıyor diye bir soruyla yola çıkmış ve bir kampanya başlatmış. Çocukların engellilik alanındaki farkındalığını yükseltmek için, harika bir adım olacağını düşünmüşler. Kampanya, umduklarından daha çok ilgi görmüş. Ünlü bir oyuncak firması, kampanyayla ilgilenmiş ve çalışmalara başlamış. İlk etapta kolu olmayan, bacağı olmayan, yüzü yanık vb. bebekler üretmişler. Hatta sadece engelliliğe değil, ırkçılığa da dikkat çekmek için siyah bebekler üretmişler. Nefes almanın bile ağır geldiği bu boğucu günlerde, inanılmaz bir mutluluk yarattı bu haber bende. Güzel bir haber almanın sevinciyle, herkese anlatıyordum ve olabildiğine abartılı hayaller kuruyordum bunun üzerinden. Tabii ki, dergimizin gerektiğinden fazla realist yazarı Gülcan’a anlatana kadar. Sözümün bile bitmesini beklemeden, olanca hoyratlığıyla saldırdı. Moralim ve hayallerim, domino taşları misali yerle bir olurken, sesi durmadan kulağımda çınlıyordu. “İyi de kim alacak çocuğuna onları?” Tabi biz bunu düşünememiştik değil mi? Tamam, aramızda en zeki sensin. Oldu mu? Rahatladın mı? Biz düşünememiştik. İki kuruşluk neşemizi de katletti. Olsun canı sağolsun. Okura güvenip sallıyoruz buradan ama eline düştüğümüzde bizi kim koruyacak? J Kısaca size önerim: Gülcan’ın yazdıklarını uygulayın ama onunla temas ederken hayallerinizi korumalı moda alın. Bir diğer önerim: Gülcan’ın tam tersi, pozitif, naif ve estetik olan arkadaşımız Pınar Yavuz’un, “Anne babalar çocuklarına engelliliği nasıl anlatmalı?” yazısını mutlaka okuyun.

Neyse yine vurduk dedikodunun gözüne. Biz konumuza dönelim. Yaşadığımız kâbusu gelecek nesillerin yaşamaması için, çocuklarımızın zihnini olumlu şekillendirmeliyiz. Temas ettikleri her şey, onlar için öğreticidir. O nedenle aldığımız oyuncaklardan, izledikleri programlara, okudukları kitaplara dikkat etmeliyiz. İyi de çocukların öldürüldüğü, istismara uğradığı, ucuz iş gücü olarak kullanıldığı, yetişkin olmadan gelin olduğu koşullarda utanmıyor musun bunları yazmaya diyebilirsiniz. Evet, utanıyorum. Yerin dibine batacak kadar utanıyorum nesillerin geleceksiz bırakılmasından, onurlu nesilleri yetiştirecek eğitim emekçilerinin işlerinden edilmesinden, onlara insani bir yaşamın nasıl olacağını gösterin kitapları yazanların duvarlar arkasında olmasından, farklı dillerde yayın yapan çizgi film kanallarına bile tahammül edilemiyor olmasından. Evet utanıyorum. Her şeyden utanıyorum hem de. Ama umudun bittiği yerde utancın kronikleşeceğini de biliyorum. Elbet, her gecenin bir sabahı olduğunu da biliyorum. En çaresiz olduğum zamanda, umut sol yanımdan fısıldıyor. “Bitmedi sürüyor o kavga ve sürecek, yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek.” Bu mısranın her şeyi değiştireceğini biliyorum. Yine biliyorum ki, hayatı geriye doğru yönlendiremezsin. Her şey bizlerde başlıyor, bizlerde bitiyor. İnsanlığın umudu olacak nesilleri yaratma gücü bizim elimizde. Nazım’ın dediği gibi, “Çocuklar dünyayı alacak elimizden.” Bu kaçınılmaz, gelecek onların elinde. Onların nasıl bir dünya kuracağını belirlemek de bizim elimizde. Ağaç kesen değil, ölümsüz ağaçlar dikecek olan onlar. Güzelim dünyayı, olanca pislikleriyle kirleten değil, allı pullu bir balon gibi, kendilerinden sonra ki çocuklara bırakacak nesiller. O halde nasıl bitiriyoruz?

Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli güzel günler.


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.