Yağmurlu ve kapalı hava gibisi yoktur benim için. Güneşli günlerin o vıcık vıcık karmaşasının yerini tatlı bir huzur, bir dinginlik alır yağmurlu havalarda; günlük yaşamın ağırlığı gider üzerimden. Anlamsızca süren koşuşturmanın arasında sığınılacak sakin ve güvenli bir kuytuluk gibi gelir o yağış bana. Sokulurum yağmurun içine, kimselerle konuşmak istemem, doğanın bir parçası gibi hissederim kendimi, ben diye bir şey yoktur o anda, bir bütünün parçasıyımdır yalnızca.
O sabah da yine öyle bir sabahtı; yatağımda gözlerimi açtığımda yağmur damlaları, tıpır tıpır pencerenin pervazını dövüyor, evden çıktığımda şemsiyemin üstünde aynı tıpırtılar bana eşlik ediyor, tıpkı çocukluğumdaki gibi hiçbir şey düşünmeden sadece ve sadece var olduğumu hissettiriyordu.
Böylesi bir huzuru kesintiye uğratmamak için yolu biraz uzatarak tanıdık olan bakkala uğradım. Bu bakkal benim ne alacağımı bilir, beni görünce alacağım şeyi pıt diye tezgâhın üzerine bırakırdı. Yine öyle oldu, tezgâhın önünde durdum, hiç konuşmadan önüme bırakılan dikdörtgen kutumu alıp cebime koydum, önceden hazırladığım tam parayı bıraktım ve yine karşılıklı tek kelime etmeden bakkaldan ayrıldım. Keyfime diyecek yoktu.
Otobüs durağına doğru ilerledim. Buranın durak olduğunu anlayabileceğim bir gösterge yoktu, ama yolun karşısındaki kebapçıdan gelen kokuyu referans alarak, durak olduğuna kanaat getirdiğim uygun bir yerde kaldırıma çıkıp beklemeye başladım.
Ülke nüfusunun neredeyse dörtte birinin yaşadığı bu büyük şehirde, yolların, işaretlerin, kaldırım yüksekliklerinin, basamak sayılarının, hiçbir şeyin standardı olmadığı gibi otobüslerin de standardı yoktur. Kimi otobüste üç basamak vardır, kiminde iki, kiminde de basamak yoktur, bir adım atar binersiniz. Kiminin akbil basma makinesi el hizanıza denk gelir, kiminde bayağı bir aşağıda kalır, eğilip bükülerek ve elinizdeki kartı da düşürmemeye çalışarak basmaya çalışırsınız, kimi cihazlar sağa dönüktür, kimi yere doksan derece açıyla otobüsün ortasına dönüktür, kimi de yukarı bakar. Bazı otobüslerde koltuklar karşılıklıdır, bazısında arka arkaya sıralıdır, bazılarında da bu ikisinin farklı kombinasyonları vardır. Koltuk döşemeleri de bazen tek renkli bazen de karmaşık desenlerle doludur. Bazı otobüsler körüklüdür ve çok gürültü yapar, bazıları sessiz ve sarsıntısız çalışır. İyi otobüsler genelde zengin semtlere verilir, zengin semtlerin otobüsleri kışın sıcak, yazın serindir, pek de kalabalık olmaz, buralarda insanlar pek otobüse binmezler herhâlde… Diğer otobüsler genelde dolu ve havasızdır; motor gürültüsünün yanında, feryat figan içindeki çocuklarla düşe kalka yolculuk yapılır. Sık sık yolcular arasında tartışma çıkar, bazen bu tartışmalara otobüs şoförünün de katıldığı olur. Bu kalabalık otobüslerde çoğu zaman bir yere tutunmanıza gerek kalmaz, dört yanınızdan insanlar tarafından desteklendiğiniz için düşme olasılığınız yoktur, ayakları yere basmadan havada gittiğini iddia edenler de vardır.
Ben her şeye rağmen, yağmurlu havalarda otobüs yolculuğu yapmayı da severim. Camların buğulanmasını, camları dolduran yağmur damlalarını, kapılar açıldıkça içeriye temiz havayla birlikte dolan yağmur şırıltılarını… Bir film sahnesinin içindeymişim gibi hissederim. Bir filmin içindeymişim ama sahnedekilerin benden haberi yokmuş gibi hissederim. Böyle anlarda her şeyi dışarıdan izleyen salt bir bilinç hâli duyumsarım… Tabi izin verilirse.
Bizim buraların eşitlik anlayışı biraz değişiktir. Farklı eşitsizlik grupları vardır ve her sınıf kendi içinde eşittir. Mesela belli bir otobüs hattının yolcuları kendi içlerinde eşittirler. Bir de eşitler arasındaki eşitsizler vardır. Bunlardan biri olan ben, önce ıslak yolda otobüs tekerleklerinin çıkardığı sesleri izleyerek kıpırdandım, sonra da aracın ön kapısının açılma sesini duyduğum yöne doğru yürüdüm.
Otobüse binmiyor âdeta bindiriliyordum. Birisi arkamda durmuş dirseğimden ileri doğru iterken, bir başkası da otobüsün içinden bileğimi tutmuş beni içeri çekiyordu. Bir an için tutuklanıyorum sandım, "Geçen gün orda o konuşmayı yapmayacaktım" dedim içimden. Aklım gitti geldi bir an. "Sakin olun" dedim, "Kaçacak değilim, biniyorum işte, nedir sizi otobüse binmem konusunda bu kadar istekli kılan?"
Otobüsün içine doğru ilerletilerek, ilk boş yere yerleştirildim. Alnımın kenarını soğuk cama dayadım, huzurumu geri alacaktım. Kapılar kapandı, araç ıslak yolda ilerliyor, su birikintilerinden son sürat geçerek o çok sevdiğim sesleri çıkarıyordu.
Sular akıyor, otobüs akıyor, ben akıyordum. Herakleitos'un nehri de iki bin yıldır akıyordu, hayır ezelden beri akıyordu, evren bir nehirdi, gök cisimleri uzayda akıyordu… Ancak sesli anons sistemi akmıyordu…
Meditasyonum burada tıkandı. Ben de herkes gibi camdan dışarı bakarak ve ne istersem onu düşünerek bir yolculuk geçiremez miydim? Biraz daha bekledim, ineceğim yer pek de yakın olmadığından hemen koşup gidip sesi açtırmama gerek yoktu, ancak zaman da oldukça göreceli olduğundan ben de gönlümce düşüncelere dalmak ve arada bir de ineceğim yere ne kadar kaldığına bakabilmek istiyordum. Çantamı oturduğum koltuğa atarak şoförün yanına gittim:
"Şoför Bey, sesli anons sistemi yok mu?"
Bu son derece yerinde ve net soruma, şoförün verdiği karşılık şu oldu: "Siz nerede ineceksiniz?"
"Sorumun cevabı bu değil" dedim, "Ben size bir soru sordum"
"Tamam, da siz nerede ineceksiniz?" diye yineledi.
"Bu diyalog hiç ilerlemeyecek mi?" diye düşündüm, konuşmaya hiç gerek olmadığı hâlde anlaşamıyor ve susma orucu tutmak istediğim bu güzel günde zorla konuşturuluyordum. Ben de sorumu yineledim.
Şoför nihayet cevap verdi: "Kapatmıştım ben onu, açayım bakalım çalışırsa, böyle açıp kapatınca gidiyor bazen."
"Neden kapatmıştınız?" diye sordum ve şu eşsiz cevabı duydum:
"Ses yapıyordu."
"Hadi ya!" dedim, "Demek ses yapıyordu? Hay Allah! Bu sesli anonsların ses çıkarmayanlarını da yapamadılar bir türlü değil mi? Siz ne sanmıştınız Şoför Bey? Sistem durak isimlerini sessizce mi söyleyecekti? Ne olacaktı? İsteyen yolcuların kulağına mı fısıldayacaktı?"
Tam hızımı almıştım ki, "dınnnn" diye bir ses duyuldu, sistem çalışıyordu, ne var ki benim de ayarım kaçmıştı bir kere… Yine de kestim konuşmayı, hışımla yerime döndüm, koltukta duran çantamı kucağıma aldım, sıkı sıkı sarıldım, somurtarak oturmaya başladım. Yakın çevremde oturan diğer yolcular, şoförle aramızda geçen konuşmanın tamamına hâkim olamasalar da az çok konuyu anlamışlardı ve kendilerine, "Vurun vurun daha ölmedi" diye bir emir gelmiş gibi sırayla sormaya başladılar: "Siz nerede inecektiniz?"
Bu soruyu duyunca kan beynime sıçrasa da, bu defa sabırlı olacaktım. Hepsini şöyle bir silkeleyip, başlarını önünden kaldıramayacakları hâle getirebilecek kadar söz cephanem vardı ama önceki deneyimlerimden bildiğim bir şey vardı ki, sonrasında vicdan azabı çekiyordum, bu nedenle sakinliğimi koruyarak onlara merhametle gülümsedim.
Gülümsememin üzerine yine, "Nerede inecektiniz?" diye soruldu.
"Ne inmesi efendim?" dedim, "Kim inecekmiş? İnmeyeceğim ben. Sonsuza dek oturacağım bu otobüste. Niye ineyim ki? Anons sistemini de öylesine zevkten sordum zaten, yoksa ben ne yapayım durak isimlerini? Bana ne yani, hangi duraksa hangi durak? Ne öyle inmek falan? Herkes de inecek diye bir şey yok yani, bindin diye illa inmen mi lazım? Binmişsin işte onla yetin, inmek de ne oluyor? Hem ineceğim de ne olacak sanki? İlle de ineceksem benim için en hayırlı durak hangisiyse orda inmek isterim, bunu da bilemeyiz şimdiden, zaman ne gösterir bakalım, ama merak etmeyin, size danışmadan inmem yine de. Var mı öyle kendi başına inmek? İnip de ne yapacağım sonra? Yok, yok hiç inmeyeceğim, burada yaşayacağım ben, bir dahaki binişinizde yiyecek içecek falan getirirsiniz, inme konusu bitmiştir benim için. Bugünden sonra hiçbir yerde, hiçbir zaman, hiç inmeyeceğim. Tamam mı? Anlaşıldı mı?
Ve yağmur durdu, akış durdu.