Toplam Okunma 0

Değerli okuyucular, sıcak bir Temmuz akşamında İstanbul’dan yazıyorum.  Uzun bir kış mevsimini geride bıraktık. Kışın, ilkbaharın yorgunluğu derken, okullar kapandı. Uzun günlerde tuttuğumuz oruçlar bitti. Çok şükür bayrama kavuştuk ve seçim telaşını da atlattıktan sonra artık layıkıyla bir yaz tatilini hak ettiğimizi düşünüyorum.
Bugüne kadar dergide, biraz depresif biraz da mücadele içeren yazılar yazmıştım. Bu defa yazın verdiği kıpırtı ile birçok körün başına gelmiş veya gelmesi muhtemel olan günlük olayları satırlaştıracağım. Anlatacaklarım, kendi başıma gelen şeyler. Ne mi bunlar?


Ben İstanbul Ümraniye’de yaşıyorum. Biz Ümraniyelilerin dört göz ile açılmasını beklediğimiz Üsküdar-Ümraniye metrosu nihayet Aralık ayında açıldı. Yalnız o sıradan bir metro değil. Sevda ve bana göre,  bizim deyimimizle, “O bizim metromuz, canımız metromuz ve dünyanın en güzel metrosu.” Bize bunları söyleten şey ise iş yerimiz Halkalı’da, evimiz Ümraniye’de olduğu için, her gün Halkalı’dan Ümraniye’ye gidiyor olmamızdır. İstanbul’u bilmeyenler için İstanbul’daki ulaşımın nasıl olduğuna dair fikir vermesi açısından şöyle söyleyeyim: Metrodan önce 17.00’da işten çıkmamıza rağmen servis ile eve geliş saatimiz,  ortalama 19.30’u buluyordu. Şimdi ise, 18.05-18.15 civarlarında evde olabiliyoruz. Tabii bir-bir buçuk saat öncesinde eve gelmenin bir bedeli var elbet.  Öncelikle 3 tane araç değiştirmeniz gerekiyor ve bu araçlar arası geçiş sırasında çok seri olmanız gerekiyor.  Biz Sevda ile bunun için çok güzel stratejiler belirledik. Mesela, Marmaray’ın son vagonuna binmek, bazı istasyonlarda asansörü kullanmak bazılarında ise yürüyen merdivenleri kullanmak gibi.  Örneğin yürüyen merdivende kesinlikle durmak yok. Zaman kazanmak için merdivenin sol tarafına geçiyoruz ve önlü arkalı  olarak bir yandan sohbet ediyor bir yandan da merdivenle birlikte biz de yürüyoruz. İstanbul’da genel olarak yürüyen merdivenin sağ tarafında kendini merdivenin gidişine bırakan yolcular varken merdivenin sol tarafında ise bizim gibi merdiven ile birlikte yürüyen, muhtemelen en yakın toplu taşımaya yetişmeye çalışan, acelesi olan,  yolcular vardır.  Ancak belirlediğimiz stratejiler her zaman istediğimiz gibi gitmiyor. Niye mi? Örneğin geçen hafta yine son sürat merdivenin sol tarafından yukarı çıkarken… O da ne?  Birden burnum birinin sırtına yapıştı. O anda burnuma dolan ter kokusuna mı yanayım yoksa hızım kesildiği için kaybedeceğim zamana mı yanayım. Meğer önümdeki kişi, yürümeden öyle duruyormuş. Kendi kendime   “Neyse” dedim; “Böyle bir şey ancak bir görmeyenin başına gelir.” Sonra ben de kendimi zorunlu olarak merdivenin gidişine bıraktım. Merdiven biter bitmez Sevda ile buluştuktan sonra başıma geleni Sevdaya anlattım ve başladık birlikte gülmeye.
 
Bir yere uzanırken ya da bir yerin kapısını açarken hiç birini tokatladınız mı? İşte,  o da benim başıma geldi. Ortaokulda öğrenciyken boyum yaşıtlarıma göre daha uzundu. Hele de o yaşlarda kızlar erkeklere göre daha uzun boylu oluyor ya; işte öyle bir zamandı. Koridordaydım ve sınıfın kapısını açmak üzere sınıf kapısının kolunu tutmak için elimi aşağıya uzatmam ile şırlank diye bir ses duydum. Meğer boyu kapı tokmağı hizasında olan bir erkek arkadaşım ordaymış ve ben onu hiçbir şekilde fark etmemişim. Ta ki elim suratına çarpıp o ses çıkana kadar.  Duyduğum ses tam Türk filmlerinde duyduğum tokat sesiydi. Hala o ses kulaklarımdan gitmez. 

 

Bir de serviste, otobüste kucaklarına oturmaya çalıştığım yolculara yaşattığım travmalar var ki onları hiç sormayın. İstanbul’da toplu taşımada çoğunlukla görmeyenlere yer verirler, ama bazen verilen yerin neresi olduğunu bir türlü anlayamam. Otobüs türüne göre değişik dizilimli koltuklar bulunuyor. Yan dizilmiş koltuklar, karşılıklı olan dörtlü koltuklar, tekli veya ikili koltuklar var. Beni birisi görünce sessizce kalkar, birileri de “Burada yer var buyurun oturun” der. Ah! Ben o yere buyurup oturana kadar başıma neler gelir bazen,  bilemezsiniz.  Önce sesin geldiği yöne doğru giderim; sonra anlarım ki boş olan koltuk arkamda kalan bir yermiş. Koltuğu tespit etmeye çalışırken ben genelde koltuk başından tutarak koltuğun boş mu dolu mu olduğunu anlamaya çalışırım. Burada da beni en çok yanıltan kısa boylu, minyon yolcuların oturduğu koltuklar oluyor. . Koltuğun üst kısımları boş kaldığından çoğu kez o koltuğun boş olduğunu düşünürüm. Tam oturmaya yeltenirken, dehşet dolu bir ses: “Bura değil abla”
Ah, o sırada duyduğum mahcubiyeti anlatamam, 1.80’e yakın boyumla yine birini eziyordum diye geçiririm aklımdan.  Gülsem mi ağlasam mı diye düşünürken genelde gülüp geçmeyi tercih ederim.  Eğer siz de benzer şeyler yaşıyorsanız, size tavsiyem gülün geçin. Ben daha yeni yeni sokağa yalnız çıkmaya başladığımda, Engin ile Taksim’den otobüse binecektik. Otobüs durağını bulmaya çalışırken ortam çok karışıktı ve ben o zamanlar Engin’i izleyerek öğrenmeye çalışıyordum.  Engin bir ara çok sinirlendi. “Eyvah eyvah” diye geçirdim aklımdan ve bayağı gözüm korkmuştu aslında. Bir süre sonra otobüsümüzü bulup otobüse binince Engin normal haline döndü ve sohbetimize kaldığımız yerden devam etmeye başladık. Engin’in bu tavrı bana önemli bir ipucu vermişti aslında, yaşanan ufak tefek olumsuzluklara takılmamam gerektiğini anlamıştım.


Eğer aranızda sokağa yalnız çıkmak isteyen varsa ama bu gibi şeylerden dolayı geri adım atıyorsanız size tavsiyem, bu küçük anları koca bir hayat için kurban edebilirsiniz.

 

Çok güzel ve erişilebilir bağımsız bir yaz geçirmenizi dilerim.


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.