Toplam Okunma 0

Merhaba Değerli Okurlar.

EEEH Dergi’yi çıktığı günden beri severek okuyor ve takip ediyorum. Şu ana kadar hep “Değerli Okurlar” diye seslenilen tarafta olmuştum, fakat her okuduğum yazı sonrası içimin kıpır kıpır olduğunu hissedince bir değişiklik yapmayı arzuladım: Seslenilen değil de seslenen tarafa geçmek, bende uyandırılan güzel heyecanları ve hisleri başkalarında da uyandırmak istedim ve ilk yazımı yazmaya karar verdim.

Benim bu hayattaki en büyük tutkularımdan birisi yurt dışına seyahat etmek ve oralarda farklı yerleri, yemekleri, insanları, kısacası kültürleri keşfetmek. Bu yaza kadar da bu gezilerime hiç yalnız gitmemiştim, hep gören ya da görmeyen arkadaşlarımla bir deneyim yaşamıştım. Mayıs’ın ve yazın rahatlığının çökmeye başladığı, okulun bitmeye yaklaştığı bahar günlerinden birisinde ben de bu yaz yaşayacağım büyük heyecanın ne olması gerektiğini düşünürken telefonum çaldı. Telefonu açtığımda üzerine çalıştığımız bir proje için beş günlüğüne Londra’ya gideceğimizi öğrendim. Telefonu kapattıktan sonra içim kıpır kıpır oldu, düşünmeye başladım: Gideceğimiz tarihler tam da yaz tatiline denk geliyordu, yeterli para birikimim de vardı, heyecan istiyordum... Bunun gibi düşünceler kafamda döndü, döndü ve tek bir fikirde birleşiverdi. Hemen telefonumu çıkardım, beni arayan numarayı geri aradım:

“Beş artı beş” dedim. Karşımdaki kişi de doğal olarak anlamadı, açıklamak zorunda kaldım. “Beş gün beraberiz, beş gün tek geziyorum, Londra’yı baştanbaşa talan edeceğim” dedim kararlılıkla. Telefonu kapattıktan sonra, endişelensem mi gülsem mi bilemedim. Bu ikilemden sıyrılıp gerekli prosedürel işleri halletmek ve neler yapmam gerektiğiyle ilgili bilgi sahibi olmak için araştırma yapmaya başladım.

İlk adımım tarihlerime göre uçak biletlerimi almaktı elbette. Bu adımı çok detaylı anlatmayacağım, çünkü prosedür yurt içi bileti almaya çok benziyor. Tek verebileceğim ekstra detay, tarihlerimin esnekliği sayesinde en ucuz gün ve saati seçebildiğim olur, biletimi de “Skyscanner” sitesinden satın aldım.

İkinci adımım kalacak yerimi ayarlamaktı. Bu kısım beni en çok zorlayan kısımdı, maddi olanaklarım otelde kalmaya el vermeyince bir hostelde konaklamak en uygun seçenek olarak görünüyordu. Bu iş için de Hostelworld sitesini kullandım, oldukça erişilebilir olduğunu söyleyebilirim. Sitede hostelimin oda kişi sayısını, yerini, her detayını kendim belirleyebiliyordum. Genel bir arama yaptıktan sonra hostelleri verilen puanlarına göre elemeye başladım. Geriye kalanlar arasından da şehre uzaklık, metro hattına yakınlık ve fiyat kriterlerine bakarak bir hostelde karar kıldım. Hosteli rezerve etmeden resimlerini bir arkadaşıma gösterip temiz ve yeni göründüğünün onayını da aldıktan sonra ödeme yaparak resmi adımı attım. Beni çok farklı bir deneyimin beklediğini o an anlamıştım, çünkü on iki kişi, kadın ve erkek karışık, bir odada, tek başıma konaklayacaktım.

Üçüncü adım ise en gerekli olan İngiltere vizesiydi. Yine internetten prosedürlere baktıktan sonra vize başvuru formumu online olarak resmi websitelerinden doldurdum. Form oldukça erişilebilirdi, ancak her vizede olduğu gibi çok detaylı sorular soruluyordu. Kişisel bilgiler, iletişim, aile, eski seyahatler / pasaportlar, adli sicil gibi bölümlerden birçok soru vardı; “terörist ya da göçmen” olup olmadığımı bile soruyorlardı. Vize formundan sonra merkezden bir randevu aldım ve randevuya da tek başıma gittim.  Beklediğimin aksine oraya tek gelmem garipsenmedi, imza, parmak izi gibi işlerde dahi hiç zorluk çıkarmadan işimi halledip çıktım. Randevu sonrası vizemin durumunu resmi internet sitesi üzerinden görebiliyordum, yaklaşık on gün sonra gelen cevap da olumluydu, artık resmi olarak Londra’ya gidiyordum!

Son olarak havaalanına geldim, yurt dışına uçmak da yurt içine benzediği için buraları da hızlı geçeceğim. Uçağa bindim, yorgunlukla uyuklarken pilotun anonsuyla kendime geldim: Kabin ekibi, lütfen uçuş için yerlerinizi alın. Bu anons uçak havalanmadan hemen önce yapılıyordu. Uçak kanatlandı, içim kıpır kıpır, uçuyordum...

Londra’ya gidince ilk beş gün bahsettiğim projemle ilgili işlerimi yaparak geçti. Bu periyodun sonunda arkadaşım tarafından hostelime kadar bırakıldım. İlk şokumu orada yaşadım, hostelimin hemen altında bir bar vardı ve müzik de çok yüksek sesle çalıyordu. Evet, İngiltere’nin Pub kültürüne hoş gelmiştim. Pub aslında bar sözcüğünün başka bir karşılığı, ancak publarda insanlar ayakta duruyor ve içeceklerini de ayakta içiyorlar. Genellikle iş sonrası istisnasız herkes kendisini en yakın Pub’a atıyor ve akşamının tadını çıkarıyor. Hostelde check in’imi yapan beyefendi bana birkaç broşür ve şehir haritalarından oluşan bir yığın belge vermek istedi, fakat ben dijital versiyonlarını sorup olmadıklarını öğrenince kağıtları reddettim ve önemli bilgileri bana sözel olarak vermesini rica ettim. Odama da resepsiyondan birisiyle çıktım, yolda giderken de sorular sorarak odamın yolunu ezberlemeye çalıştım.

Detaylara geçmeden önce birkaç noktayı da açıklığa kavuşturayım: İngilizce bilmemin ve ana dili İngilizce olan bir ülkede seyahat etmenin işimi çok kolaylaştırdığını söylemeden edemeyeceğim, bütün sorularımı sormak ve işlerimi halletmek için en azından doğru iletişimi kurabiliyordum. Gezerken genellikle BlindSquare, Google Maps ve Moovit (toplu ulaşım için) kullandığım uygulamalardı. Bunların yanında sesli rehber Piri uygulamasını da ilk defa denedim; harita yönlendirme rotaları maalesef erişilebilir değildi, fakat turistik bir yere gittiğimde o yerle ilgili bilgilenmemi sağlayan güzel bir dost oldu, uygulamayı tek ve rehbersiz gezenlerin dostu diye tanımlayabilirim. Bu uygulamalar için internet kullanmam gerektiğinden kendi operatörümü tercih ettim, her gün belli bir ücret ödeyerek Türkiye’deki tarifemi orada da kullanabildim. Orada Vodafone gibi yerel bir operatör hattı almak biraz daha ucuza geliyordu, fakat ben o tasarrufu başka bir tarafta yaptığımdan yeni bir hatla uğraşmak istemedim. Uzun süreli kalıyor olsaydım ya da Avrupa’da başka ülkelere geçseydim kesinlikle ikinci seçenekle ilerlerdim, çünkü 10 euro’ya çok güzel ve yeterli paketler bulunuyordu.

Odama girdiğimde şaşırtıcı olarak çok sessiz bir ortamla karşılaştım, on iki kişinin yaşadığı bir yerde çok gürültü ve kirlilik olmasını beklerdim. “Eşyalarımı yerleştirip çıktım” diyeceğim, fakat işin gerçeği hiçbir eşyamı riske atmak istemediğimden yatağımda iki dakika oturup bütün eşyalarımı tekrar alıp odadan çıktım. Ne yapacağımı bilemediğimden yakındaki bir Starbucks’a BlindSquare yardımıyla gittim, ücretsiz internet ve bilgisayarımı kullanarak gelecek beş günümün planını yapmaya başladım. Planlamaya başlarken çok korktum, çünkü koca bir beş günüm vardı ve benim yarın dahi ne yapacağımla ilgili bir fikrim yoktu. Bu korku ve spontanlık, sonrasında heyecana dönüştü, yüzümde büyük bir gülümseme belirdi ve Batuhan işe koyuldu. İşe Türkiye’de yaptığım İngilizce internet araştırmalarıyla ve arkadaşlarımdan aldığım yer önerilerine bakmakla, yerleri internetten incelemekle başladım. Daha fazla sevdiğim yerleri yıldızla işaretledim, müze gibi yerleri de telefonla aramaya başladım. Telefonda görmediğimi anlatıp rehber soruyordum, ancak çoğu müze “Maalesef rehberimiz yok”, “bize çok daha önceden haber vermeliydiniz, tabii sesli rehber cihazımız var” gibi cevaplarla beni başından savıyordu. Moralim bozuldu tabii, fakat yılmadım. Müzelerin kenti Londra’da elbette beni kabul eden bir yer bulacaktım! Müzelerin kapanma saati gelince o günü araştırma yaparak ve yarın sabaha hazırlanarak geçirdim.

Hostele gece döndüğümde başka bir sürprizle daha karşılaştım. Bilgisayar, telefon gibi özel eşyalarımı güvenli koyabileceğim bir yer yoktu. Aslında bizim yatılı okullarda olan dolaplardan vardı, fakat onlar da sadece küçük kilitlerle korunuyordu ve yatağımdan da çok uzaktı. Dolapları göremediğimden kilit fikrini reddettim; bilgisayar çantamı sırt bölgesi kemerinden yatağımın demirine bağladım, hareket ederse en çok gürültüyü çıkarıp beni uyandıracak konuma getirdim, elimi çantamın üzerine koydum ve endişe / heyecan karışımı duygularla derin bir uykuya daldım. Gelecek beş gün, endişelerimin aksine, Londra’yı kelimenin tam anlamıyla talan ettiğim; komedi show, tiyatro, Harry Potter ve şehir yürüyüş turları, Londra Mazhenleri, Britanya Müzesi gibi yerlerle, heyecandan heyecana koştuğum unutulmaz bir beş gün oldu. Bu unutulmaz beş günün hikayesi uzun, dolayısıyla da gelecek yazımda anlatılmak zorunda. O zamana dek sevgili okurlar: Her şeyin bir hayalle başladığını, Atatürk’ün de dediği üzere o hayalin, önündeki manileri kaldırmakla gerçek olduğunu unutmayalım ve hepimiz gezi hayalleri kuralım, bir sonraki yazımda onlarla selamlaşalım.


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.