Toplam Okunma 0

Her şeyi kendisine benzeyenlerle eşleştirdik. Eşyaları, ayları, yolları, sokakları, işleri, merakları… Belki kolay öğrenmek, belki kolay hatırlamak, belki başka sebeplerden tercih ettik bu yolu.  Yaşamanın sürekli sınıflandırma olduğuna emin olduk işlevselliğini pratikte gördükçe. Böyle böyle derin bir alışkanlık oldu. Sanki bizim kontrolümüzde değilmiş, sanki sınıflandırma kriterlerini biz düşünmemiş, değerlendirmemiş gibi, sanki farklı bağlamlarda farklı eşleştirmelerin varlığını biz kabul etmemişiz gibi her şeyi ama her şeyi klasörlemeye başladık. O kadar çok klasör birikti ki kendi yaptığımız sınıflandırmaların altında ezilmekle kalmadık, kriterlerimize de yabancılaştık. Artık bir bakış gelen yeni şeyin nereye ait olduğuna karar vermemize yetmeye başladı. Öyle ya, ne zaman vardı ne de kaynak… Bütün bu klasörlerin en çok karşılaşılan tiplerine de normal diyerek tasnifleme ve gerektiğinde çekip çıkarmayı bir anlamda rahatlattık. İnsanlar da bu tasniflemeden tabii ki payını aldı. Renklere, dinlere, nereden geldiklerine, nasıl düşündüklerine, hangi ayda doğduklarına, ne kadar kazandıklarına, vakitlerini nerede geçirdiklerine, hangi fiziksel çeşitliliğe sahip olduklarına, hatta hangi durumda nasıl davranmayı tercih ettiklerine göre dosya dosya ayırıp güzelce etiketledik. Neden mi? Çünkü daha rahat bulmak, tanımak, ayırmak için…  Ne var ki tasnifleme sadece etiketlerle kalmadı. Bir de ne isterler, nasıldırlar, neyi hak eder neyi etmezler, onlara nasıl muamele edilmelidir gibi alt başlıklardan oluşan kullanım kılavuzları da hazırladık.  Bu kullanım kılavuzları yalnızca sınırlı gözlemlerimize dayanmıyordu. Aynı zamanda o kimselerin bize hissettirdiklerine, daha evvelki karşılaşmalarımızdaki yaşantıya, başkalarının bize aktardıklarına öyle sıkı sıkıya bağlıydı ki, hangisi gözlem, hangisi bizden iç içe geçti.

Öte yandan sınıflandırdıklarımız, ortak özelliklerini bir şekilde benimsemişti. Çünkü en başta biz öyle bir ortam hazırlamıştık ki, ortaklıklarının farkında olmayanlar bile birdenbire ne kadar aynı olduklarını keşfetti; birbirlerine sarıldılar. Kim hoşlanmaz ki kendisini anlayacak olanlarla ya da hali hazırda anlayanlarla birlikte bulunmaktan? Onca dosyalanmışlıkların varlığında ihtiyaçlarının belli bir etiketle daha hızlıca gideriliyor olduğunu görünce bu etikete sığınmak, kimi iyi hissettirmez ki? Bir başlıkla kabul gördüğünü, tanındığını fark eden için bireysel bir mücadele yorucu görünmez mi? Bu nedenlerle etiketleri özümsemek bir süre hem memnun etti hem kargaşayı engelledi. Ta ki etiketlerin yalnızca işleri kolaylaştırmakla kalmayıp, bir taraftan da makbul görülmeyenlerin belli ihtiyaç ve beklentilerden mahrum kalmasına sebep olduğu fark edilene dek. İşlerin ters gittiğini fark etmek o kadar da çabuk olmadı tabii. Bizzat mahrum kalanlar önceleri eksikliği bir huzursuzluk halinde deneyimlediler. Sonra sonra somut olaylar arttıkça nedenlere dair iyimser tahminlerde bulundular. Fakat bu akıl yürütmeler içteki huzursuzluğu dindirmeye yetmiyordu. Çünkü gözlemlenebilen tutumlar sistematik ve belli etiketler üstüne yoğunlaşmış bir şekilde sergileniyordu. Bununla beraber etiketlenmenin getirdiği kalıplı ihtiyaçlara uğraşsız geri dönüşler hala cazibesini koruyordu. Nitekim bu konfor, büyüyen huzursuzluğu bir süre daha yatıştırmaya yetti.

Onca klasörün içinde bir de engelliler klasörü var. İşte bu etiketi taşıyan, bu şekilde tasniflenip sınırları bu başlık üstünden belirlenenler de bu yaşantısal süreçten azade değiller. Aynı rahatlık ve kolaylığı kabullenip, zaman zaman aynı huzursuzluğu içlerinin ta derinlerinde hissederler. Üstüne üstlük renkli, göz önünde olan raflara uzak, başka bir köşeciğe yerleştirilmişlerdir. Bu yüzden başka etiketler için en doğal kabul edilen olası ihtiyaçlar, engelliler için anca bir bekleme kuyruğu sonrasında giderilebilir. Hatta zaman zaman kendileri dahi bazı beklentileri taşımayı kendilerine hak dahi görmezler. Öyle ya etiket simli bir kalemle yazılmamıştır, klasör, taa uzaktan parıl parıl parlamıyordur ve genel geçer etiketlere hiçbir koşulda uymuyordur. Hal böyle iken densizlik yapmanın, daha cazip klasörlere özenmenin ne gereği vardır. Bu zamanla öyle içselleştirilir ki aynı etiketi taşırken, yanındakinden daha dürüstçe huzursuzluğuyla yüzleşenin büyüyen isyanı yargılanır. "Sen gözdelere mi özeniyorsun? Kendini fildişi kulesinde mi sanıyorsun?” diye sorgulanır. Salt etikete bahşedilenlerle yetinmekten, üstüne biçilen kıyafeti özümsemekten gelmez bu eleştiri, ondan daha da ağır olmak üzere "ya elde ettiklerimiz de elimizden alınırsa bu boşboğaz yüzünden?” kaygısı yiyip bitirir.  Yani tüm tasnifler sanki insanın kendi elinden çıkmamış gibi, etiketlerin değişmez, sorgulanamaz şeyler olduğu, bir nevi insanüstü bir güç olduğu alttan alta işlenmiş gibidir. Bu sayede insan kendini kendi kurduğu karşısında aciz hissediverir. Engelli biri için bu "Ne yapabilirim ki, ben eksiğim işte. Hiçbir zaman bir normal gibi yaşayamayacak, onun istediklerini istemeyecek, ihtiyaç duyduklarına ihtiyacım olamayacak, beklentilerini bekleyemeyeceğim” şeklinde kanıksanır. 

Onca zaman etiketiyle rahatça yaşamış birinin duyduğu huzursuzlukla yüzleşmesinin güçlüğü oldukça anlaşılırdır. Çünkü bu huzursuzluk artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını fısıldar. Bundan sonra etrafını daha çok gözlemleyen, farklı muameleleri, artık ihtiyaç değil etiket temelli yaklaşımları fark eden etiket sahibi kendini sorgulamaktan alıkoyamaz. Tabii onunla aynı anda bir başkası kafasını önüne eğip çevresini duyup görmemek için direnir. Zira farkındalığın ona huzursuzluk, huzursuzluğun harekete geçme mecburiyeti, onun da değişim getirdiğini bilir. Kendini bunu bir şekilde göğüsleyecek kadar güçlü hissetmez. Ne var ki çok yakınında bir ses durmadan yaptığı gözlemleri, dönen adaletsizliği aktarır. Bu başını gerçeklikten çevireni kızdırır. İçinde hem tasniflemenin adaletsizliğine, hem kendisine hem de gerçeği acımasızca soğuk yağmur damlaları gibi yüzüne çarpan etikettaşına karşı girift bir öfke oluşur yerleşir. Fakat öfkesini boşalttığında en az zarara uğrayacağı yanı başında, kendisiyle aynı muameleye maruz kalan etikettaşıdır. Bunu bildiği için durmadan onu iğneler, asıl adil olmayanın onun davranışı olduğunu, susmazsa diğer klasörlerden arta kalanı dahi alamayacaklarını, bu etikete sahip başka insanları küçümsediğini, herkesi kendisi gibi isyankâr asabi olsun diye zorladığını söyler nefretle. Zira İçinde iyiden iyiye büyüyen öfke artık her yanını sarmıştır. Soğukkanlı gibi görünürken bile öfkenin etkisi altındadır. Bu arada gerçeği olduğu gibi yanındakine aktarmaya çalışanın rahat olduğunu sanmayın. O da uzun müddet etiketinden başka bir hayatın var olmadığını düşünmüştür muhtemelen. Fakat gerçeği fark ettiğinde evvela kendine dürüst olmayı seçer. Onun da kaygıları, kızgınlıkları, kırgınlıkları vardır elbet. Fakat en belirleyici farklılığı ne kadar acıtırsa acıtsın çıplak hakikatle yüzleşmesini bilmiş olmasıdır. Bunun ne kadar zor olduğunu bizzat kendisi tecrübe ettiğinden dolayı da, kendisiyle benzer haller ve duygular içindeki başkalarını da desteklemek ister. Yöntemi kendine göre belirler. Bu yanındaki için bazen doğrudur bazense yanlış. Fakat yine de uyanma vakti geldiğinde yanı başındaki “Beni neden uyandırıyorsun!” yerine "Beni böyle değil, şöyle uyandır”  der. Çünkü ilki bağlam düşünüldüğünde söylenmesi aklın ucundan pek geçmeyecek bir laftır.

Size benim için çok mühim bir gözlemimi aktarmaya çalıştım. “Sizce neden hala, ‘Beni neden uyandırıyorsun?’ sorusu soruluyor olabilir?” diyerek de yazımı sonlandırmak istiyorum.

Not: Lütfen yazılarımıza dair görüş ve önerilerinizi yazılarımızın başında bulunan mail adreslerimiz aracılığıyla bize iletin. EEEH Dergi beş yaşına okurlarıyla birlikte yürüyerek geldi. Tüm fikirleriniz bizim için çok kıymetli


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.