Toplam Okunma 0
Gri ince çizgili çerçeve içerisindeki görselde, beyaz fon içerisinde Altıncı Koğuş kitabının kapağındaki görsel yer alıyor. Bu görselde, kasvetli bir odanın köşesindeki demir başlıklı yatakta arkası dönük halde, bacak ve kolları gövdesine büzülmüş halde bir adam yatıyor. Adamın üzerinde beyaz gömlek ve çapraz askıları olan siyah pantolon var. Adamın yüzünün dönük olduğu duvarda, ayakta duran iri bir insan gölgesi yansıyor.

“Hastanenin avlusunda dulavrat otlarının, ısırganların ve yaban kenevirlerinin meydana getirdiği koca bir ormanla çevrili küçük bir pavyon vardır. Bu pavyonun çatısı paslanmış, bacası yarı yarıya yıkılmış, antresinin çürümüş basamaklarında otlar fışkırmış ve sıvalarından ancak izler kalmıştır. Pavyonun ön yüzü hastaneye; arka yüzü ise üzerine çiviler çakılmış gri renkli tahta perdeyle hastaneden ayrılan tarlaya bakar. Sivri uçları yukarıya dönük bu çivilerin, bu tahta perdenin ve pavyonun kendisinin biz de yalnız hastane ve hapishane binalarında görülebilen o kendine özgü kasvetli ve uğursuz bir görünüşü vardır.”

 

İnsanın tüylerini diken diken eden bir manzara değil mi? Yıllardır şehirlerin dışına itilenlerin, uğursuz sayılanların, işe yaramaz görülenlerin, delilerin, itiraz edenlerin içerisine hapsedildiği bir manzara. İnsanın dehşet bir çürümüşlükle, başka insanlar üzerinde uyguladığı korkunç vahşet. “Altıncı Koğuş” Çehov’un bir deliler hastanesinde geçen felsefi, psikolojik öyküsü. Deliliği, kapatılmayı sistemi en ince ayrıntısına kadar sorgulatacak ve insanı etiyle kemiğiyle ondan nefret ettirecek bir çalışma. Öyle ki Lenin “Kendimi oraya kapatılmış hissettim. Altıncı Koğuş beni devrimci yaptı” demiştir. Özellikle kapitalizm çağında delilerin, zararlı görülenlerin hatta aylakların bile kapatılması genel bir politika haline gelmiştir. “Altıncı Koğuş” Çarlık Rusya’sından bir öyküdür ama bu öykü dünyanın her yerinde aynıdır. Michel Foucault “Deliliğin Tarihi” kitabında şöyle anlatır: “Delilik XVII. yüzyılın ortasından itibaren bu kapatma alanına ve burayı onun doğal yeri olarak işaret eden harekete bağlı olmuştur. Olayları en basit formülleri içinde ele alalım çünkü aklından zoru olanların kapatılmaları klasik delilik deneyi içindeki en göze görünür yapıdır ve çünkü bu deney Avrupa kültürü içinde ortadan kalktığında rezaletin merkezini bu kapatma oluşturacaktır. Onları çırılçıplak, paçavralara sarınmış, uzandıkları taş döşemenin soğuk neminden korunmak için samandan başka bir şeyleri olmadığı halde gördüm. Onların gayet kaba bir şekilde beslendiklerini, nefes alacak havalarının, susuzluklarını giderecek sularının ve yaşamaları için gereken en zorunlu şeylerinin bile olmadığını gördüm. Onların gerçek zindancılara teslim edilmiş olduklarını, bunların vahşi gözetimlerine terk edilmiş olduklarını gördüm. Onların dar, iğrenç, havasız, ışıksız aralıklara tıkıldıklarını, içine yırtıcı hayvanların bile konulmayacağı ve hükümetin lüksünün başkentlerde büyük harcamalarla idame ettirdiği mezar gibi yerlere kapatıldıklarını gördüm.”

 

“Altıncı Koğuş” tam da yukarıdaki anlatıma uyan bir yer. Pisliğin, şiddetin, insan onurunun ayaklar altına alınmasının uygulama merkezi. Sahalin Adası’nda karşılaştıklarının Çehov’a bu öyküyü yazdırdığını düşünüyorum.

 

Şiddet

 

“Nikita surata, göğse, sırta, kısacası nereye rast gelirse oraya vurur; böyle yapılmazsa burada düzenin sağlanamayacağına inanır.”

 

Nikita, hayattaki tek becerisi yumruğunu acımasızca kullanmak olan ve bu yeteneğini kullanarak kendini var eden emekli bir asker. Tıpkı hala bakım merkezlerinde insanlara şiddet uygulayan, kötü davranan bakıcı görünümlü işkenceciler gibi. Kapatılma, uzun yıllardır kullanılan bir yöntem ve insanlık dışı metotları değişmiyor. Tutukevleri ve bakımevleri bugün bile Sahalin Adası’ndaki gibi kötü koşullara sahip ve ne yazık ki “Altıncı Koğuş” bugün de güncel. Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ndeki insanlık dışı koşulların sosyal medyaya yansımasının ardından “Ne oluyor?” sorusu toplumda yükseldi ama mırıltı şeklinde. Ağız dolusu “Ne oluyor?” demeyi öğrenemediğimiz için sürdü sürmekte olan. Hatta şiddetin dozajı arttı. Önce otistik Sinan’ın bakımevinde maruz bırakıldığı şiddet ve korkunç koşullar gündeme geldi. Toplumsal tepkiye rağmen değişen bir şey olmadı. “Bir şeylerin değişmesi için ölüm mü olması gerek?” diye haklı serzenişler oldu. Maalesef ölüm de oldu. Bir bakım evinde günümüz Nikitalarından birisi, otistik bir genci vahşi bir şekilde katletti. Şu çağda bakım evinden başka çözüm üretemeyenler, o bakım evlerinin “Altıncı Koğuş”a dönüşmesini de engellemek için hiçbir şey yapmıyor. İşte çarpıcı iki örnek. “Altıncı Koğuş”tan: “Onun temizliğine bakan Nikita, yumruklarına acımadan, olanca gücüyle, fena halde döverdi.” Günümüz Türkiye’sinden: “Bütün insani özelliklerini yitirmiş bir yaratık, otistik bir gencin üzerine oturarak onu boğuyor. “Altıncı Koğuş” Çarlık Rusya’sındaki yaşamın bir yansımasıydı. Diğer örneği yorumlamayı okuyucuya bırakıyorum.

 

Baskı ve Kaygı

 

Sürekli cezalandırılma korkusunun insana nasıl bir zarar verdiğinin çarpıcı bir örneğini İvan Dimitriç’in başına gelenlerden gözlemlemek mümkün.

 

“Evinde bütün gün mahkumlar ve silahlı jandarmalar aklından çıkmadı, anlaşılması olanaksız bir üzüntü onu okumaktan ve aklını başına toplamaktan alıkoydu. Akşam olunca odasında ışık yakmadı. Geceleyinse uyumadı; hep kendisini gelip tutuklayabileceklerini, ellerine kelepçe vurabileceklerini ve hapishaneye götürebileceklerini düşündü. Herhangi bir suç işlediğini hatırlamıyordu; ileride de asla hiç kimseyi öldürmeyeceğine, yangın çıkarmayacağına, hırsızlık etmeyeceğine söz verebilirdi; ama istemeyerek, kazara bir suç işlemek, bir iftiraya uğramak, sonunda adli bir hatanın kurbanı olmak güç bir şey miydi? Eski bir halk deyişi, dilenci torbasıyla hapishanenin tövbe tutmadığını söyler. Bugünkü adalet mekanizmasına göre adli bir hata işlemek çok mümkündür ve bunda şaşılacak bir yan da yoktur. Başkalarının acısıyla iş ve görev ilişkileri olan örneğin, yargıç, polis, doktor gibi insanlar zamanla ve alışkanlıkla öylesine pişerler ki isteseler bile müşterilerine biçimsel bir davranıştan daha başka türlüsünü gösteremezler. Onların bu bakımdan, avluda koyunları ve danaları kesip de kanlarının aktığını fark etmeyen bir mujikten zerre kadar farkları yoktur.”

 

Her anları izlenen, kaşın üzerindeki gözün suça dönüştüğü günümüz insanının kaygı durumuyla ne kadar benzer değil mi? Çehov’un bunu 19. yüzyılda gözlemlemesindeki deha ile ondan yaklaşık yüz elli yıl sonra insanlığın bu kaygıdan kurtulmak yerine dibine gömülmesindeki çelişki düşündürücü değil mi?

 

Delilik

 

Deliliğin tarih boyunca farklı tanımlamaları olmuştur. Büyücülükle, bilgelikle, aşkla özdeşleştirildiği olmuştur. Hatta toplumun genel düzeyinin üzerinde bilgi sahibi olmak ya da aykırı olmak, deliliğin bir parçası sayılmış. Bir nevi kıskançlık gibi düşünüyorum. Michel Foucault’tan yaptığım şu alıntı bu fikrimi güçlendirdi: “Bilgelik tıpkı diğer değerli maddeler gibi toprağın bağrından çekilip alınmalıdır. Bu kadar ulaşılmaz ve bu kadar korkunç olan bu bilgiyi, deli masum budalalığı içinde elinde tutmaktadır. Oysa mantıklı ve bilge insan bu bilginin ancak bazı parçalarını fark edebilirken bu daha da kaygılandırıcıdır.”

 

Genellikle deliliği “gerçeklikle bağın kopması” ile de tanımlarlar. Oysa Doktor Andrey Nefimiç ile İvan Dimitriç’in arasındaki diyaloglar, tevekkül içerisinde kendisine dayatılan kaderi kabullenip ona inanan yığınların “normal” sayılmasındaki ironiyi gözler önüne seriyor. İvan Dimitriç: “Kasabada yaşamak can sıkıcıdır; toplum yüksek çıkarlardan yoksundur, sadece zorbalıkla, kaba bir sefahatle ve ikiyüzlülükle çeşitlendirilmiş sıkıcı ve anlamsız bir yaşayış sürmektedir. Namussuzların karnı tok, sırtı pektir; namuslu insanlar ise bir lokma ekmeğe muhtaçtır. Okul gereklidir, dürüst eğilimli, yerel bir gazete gereklidir, tiyatro, okuma salonları ve aydın güçlerin birleşmesi gereklidir. Toplumun bilinçli bir hale gelmesi, tüylerinin ürpermesi gerekir.”

 

Burayı okuyunca Dimitriç ile geçirmek isteyeceği zamanı, her gün saçma sapan şeylere inanan onlarca insanla görüşmeye yeğleyesi geliyor insanın. Hatta şu cümleler bir tokat gibi patlıyor: “Ben zararlı bir davaya hizmet ediyorum ve aldattığım insanlardan aylık alıyorum; ben namuslu değilim. Ama kendi başıma ben hiçbir şey değilim. Ancak kaçınılmaz toplumsal kötülüğün bir parçasıyım. Bütün ilçe memurları zararlı kimselerdir ve boşu boşuna aylık almaktadır. Demek ki kendi namussuzluğumdan sorumlu olan ben değilim.” Tevekkül içerisinde yaşananları kabullenen Stoacı Yefimiç’e karşı adeta bilinci dile getiriyor. İvan Dimitriç asık bir suratla: "Sizin Diyojen'iniz bir budaladan başka bir şey değildi," dedi ve birdenbire öfkelenerek yerinden fırladı. “Bana Diyojen'den ve anlayıştan ne diye söz ediyorsunuz? Ben yaşamı seviyorum, hem de büyük bir tutkuyla seviyorum! Bende itisaf manisi var; acı verici sürekli bir korku çekiyorum. Ama bazı anlar olur ki beni şiddetli bir yaşama tutkusu sarar. O zaman delirmekten korkarım. İçimde öylesine bir yaşama isteği var ki..." Heyecanlanmış bir halde odanın içinde birkaç tur attı; sonra sesini alçaltarak şunları söyledi: "Hayallere daldığım zaman, hayaletler beni ziyaret eder. Birtakım insanlar yanıma gelir; kulağıma sesler, müzik sesleri çalınır. Bilmediğim, tanımadığım birtakım ormanlarda, deniz kıyılarında dolaşıyormuşum gibi olurum. Canım öylesine yaşama karışmak, öylesine tasalanmak ister ki... Kuzum, ortalıkta ne gibi yenilikler var, anlatsanıza. Neler olup bitiyor? Biliyorum, evet! Organik dokuya gelince, eğer o canlı ise her türlü kışkırtmalara karşı tepki göstermesi gerekir. İşte ben de tepki gösteriyorum.”

 

Son Söz

 

Kitabın tümünü alıntılasam tatmin olmazdım sanırım. Sevgili @a_normal_norm arkadaş, Çehov’un kapalı hastane sisteminin sakıncalarına günümüz psikiyatrlarından daha iyi baktığını söylemişti. Gerçekten 19. yüzyılda, olabildiğince sağlamcılığından arınmış bir yazar dünyaya değer. Dr. Andrey Yefiniç’in bu sohbetler nedeniyle bir anda “anormal” kabul edilmesi ve yolunun Altıncı Koğuş’a düşmesi, doktorken bir anda Nikita’nın yumruğuyla can veren bir deliye dönüşmesi, zeminin ne kadar kaygan olduğunu göstermiyor mu? Toplumun bizi “normal”den “anormal”e dönüştürmesi an meselesi değil mi? Çehov’un edebi ve zihinsel derinliğini selamlayarak, Altıncı Koğuşların tarihe gömülmesi umuduyla sonlandırayım anlatımımı. Bir gün mutlaka…


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.