Ansızın bir fırtına kopuyor. Taş gibi çarpıyor her yere. Yeryüzündeki bütün tozları toplayıp savuruyor evlerin, villaların insanların üzerine. Tek bir fiskeyle savrulup atılan tozlar, bir arada gücünü birleştirenin savrulan değil savuran olacağını canlı canlı öğretiyor. Tozlar kendi manifestolarını yazarken, kıvrak zekasına toz kondurmayan insan düştüğü şaşkınlık içerisinden doğrulmaya çalışıyor. Kimse okuyamıyor tozların manifestosunu. Okusa da anlayamıyor. İlk şok atlatılınca yorumlar başlıyor. Sanat adına, edebiyat adına, düşünce adına üretilmiş ne varsa hepsinin içini boşaltıp iğrenç bir etkileşim aracı haline getiren yarı entel canlı topluluğu başlıyor goy goyuna. Kimin zarar gördüğü, ne olup bittiği umurlarında bile değil. Her şeye kader değip işin içerisinden çıkanlar zaten malum. Bu fırtınadan zarar görenler ise üzerine düşünecek durumda bile değil. Uçuşup giden derme çatma çatılarıyla uğraşıyor, sığınacak bir yer arıyorlar. Yani kendi canlarının derdindeler. Çok az kişi düşünüyor üzerine. ‘Doğanın intikamı’ diyenler var. En dikkate aldığım bu değerlendirme üzerine düşünüyorum çıldırasıya. Doğa intikamını mı alıyor gerçekten? Bu bir intikam mı? Üzerine düşündüğüm şey beni sarmaladığında yerimde duramam. İstemsizce dolaşırım. Düşünüyor ve dolaşıyorum. Ayağımın altında bir şeyler kırılıyor. Kırılan şeyin hüzünlü sesi karar sürecimi hızlandırıyor. Kocaman bir mevsimi gülerek gözeneklerinde taşımış bir tutam yaprak, yorulup bırakmış kendisini hissiz betonun üzerine ve ben hoyratça ezmişim onları. Bir güzelliğin hatırasına zarar vermenin hüznünü yaşarken düşüncem netleşiyor. Yani bu güzelim yapraklar aramızdan ayrılırken bile hayata bir şeyler katıp gidiyorlar. Hayır doğa intikam almıyor. Doğa direniyor. O kendi bildiği gibi işliyor. Her kış bembeyaz örtüsüyle yeryüzünü kaplıyor, her bahar güzelliklere davet ediyor. Zarar gördüğü yerden gösteriyor tepkisini. Tepeden tırnağa her yer beton olursa, toz ve kir pas içerisinde kalırsınız diyor. Ağaçları keserseniz toprak ayağınızın altından kayar diyor. Yani esnemiyor. Kendisine hükmetmeye çalışana baş eğmiyor. Kendi kurallarıyla sürdürüyor var oluş mücadelesini. Ya biz? Korkuyu öğrenmişiz. Korku doğaldır. Birde o korkunun esiri olmuşuz. Kırılmaktan korktukça esnemiş, başkalaşmış, hissiz kendine yabancı canlılar haline gelmişiz. En kan dondurucu şeyleri bile ürkütücü bir sırıtışla karşılar olmuşuz. Ödünlerden ödün beğenmişiz. En temel haklarımızı isterken bile şekilden şekle girer olmuşuz. Özellikle sakat hakları mücadelesinde bu bir gelenek haline gelmiş. Eşit koşullarda eğitim almak, eşit koşullarda sınav olmak, eşit koşullarda çalışmak ve yaşamak herkesin en temel hakkı. Ne yazık ki bazı sakat örgütleri ve kişiler bu hakları birilerinin bize lütfettiğini düşünüyorlar. Bütün mücadele biçimleri de ona göre şekilleniyor. Her türlü pozitif ayrımcılığı, içerdiği negatif sonuçları düşünmeden kabul ediyorlar. Sonra bu kırıntılar üzerinden birbirlerine düşüyorlar ve bir kesim mağdur oluyor. Bu da gereksiz sürtüşmelere ve gerçek hak gasplarına neden oluyor. Ama hiçbir şekilde mücadele yöntemlerini ve fikirlerini değiştirmiyorlar. Küçük kırıntılar ellerinden gittiğinde, ilgili kişilere yalvarma furyası başlatıyorlar. Konu gündeme oturunca, zaten daha önce sahip olup kaybettikleri hakkı tekrar kazanmış oluyorlar. Sonrasında günler süren teşekkür furyası ve birbirinin aynı derneklerin bu sahte zaferi sahiplenme çabaları. Hani belki diyorum doğadan öğrenmemiz gereken bir şeyler vardır. Kendinin olanı, hakkın olanı almak için yalvarmak ve teşekkür etmek çözüm değildir. Yaşam sürekli akıp giderken 50 yıl öncesindeymiş gibi davranmak doğru değildir. Pozitif ya da negatif ayrımcılık değil, erişilebilir ve eşit hayatı herkes gibi yaşamayı topluca talep etsek, Tozdan bile öğreneceğimiz varmış deyip üzerine düşünsek. Bence şans vermeye değer.
Toplam Okunma 0
Yorumlar
Bu yazı için henüz yorum yok.