EEEH dergi 76. Sayımızda iki harika yazı döküldü Burak ve Meral’in klavyelerinden. . Burak Kalabalıklar içinde yalnız oluşumuzdan ve bizi biz yapan var oluşumuza neden sahip çıkmadığımızdan yakınıyordu. “Neden farklılıklarımızla eşit bir yaşam istememiz , aynı farklılıkları paylaştığımız insanların tepkisini çekiyor”, diye soruyordu Burak. Yanıt olarak da kişinin yalnızlaşmaktan, konfor alanını terk etmekten korkmasını gösteriyordu. Meral ise bir başka kıyıda o kalabalıkların davranışlarını fena sorguluyordu. İnsanların Vicdan, ahlak, yardım adı altında nasıl da daha çaresiz, daha aciz, daha zor durumda olanlardan haz aldıklarını çok güçlü ve cesurca analiz ediyordu. Aslında yardım etme davranışında, yardım edilen taraf ne kadar güçsüz ve biçare görünürse, yardım etmeden alınan hazzın o derece arttığını gözler önüne seriyordu. Meral alternatif çözüm önerisi olarak yardım yerine dayanışma, hak ve eşitlik kavramlarını ortaya koymamız gerektiğini söylüyordu yazısının sonunda oldukça naifçe.
Ben de her iki dostumu çok büyük bir keyifle takip eden bir okurları olarak zihnimde taşan deli soruları bir kez daha, ama daha güçlü biçimde düşünmeye başladım.
Sevgili Burak, Çok iyi hoş söylüyorsun ama, nedir bu geçici konfor alanı? Nasıl olur da insanın kendi varlığını reddetmesine dek sürükler özgürlükten gönüllü köleliğe bizleri? Peki Sevgili Meral, değerli editörüm, Sence Özgürlük, dayanışma, eşitlik gibi kavramları yardım ve üstünlük yerine koymak nasıl başarılabilir. Ya bu yer değiştirmeye en başta aciz diye gördüğümüz bireyler karşı çıkıyorsa, ya bu insanlar gönüllü esarete esir edenlerden çok daha fazla bağlılarsa ne olacak?
Yazılarımızda, sosyal model, sağlamcılık, mikro saldırgan davranışlar, bizi örseleyen tutumlarla ilgili çok konuştuk. Tüm bunların ortak bir teması vardı, yeti farklarını engele dönüştüren şey çevresel faktörler ve toplumsal önyargılardır. Yanlış anlaşılmasın, halen sonuna dek arkasındayım bu görüşümüzün. Yalnız bu toplumsal eşitsizliği, normalin kesin üstünlüğünü yeniden üreten yalnızca toplum mu? İşte burası ciddi tartışılmalı. Gerçi bunu da yanıtladık EEEH Dergi satırlarında ve önemli bir kavramdan bahsettik: kanıksanmış sağlamcılık. Yani kraldan çok kralcı olmak, kendisini anormal ve eksik, çevresini mutlak gerçek ve üstün kabul etmek. İyi de niye? Kişi neden bile bile kendini daha eksik, daha anormal, daha aciz görme eğiliminde? Bu nasıl bir geçici konfor alanı yaratıyor da terk edemiyor, edenlere karşı nefret diline varan saldırılarda bulunuyor. Kişiyi kendisini biçare ve eksik, çevresini vazgeçilmez doğru ve üstün olarak nitelerken besleyen motivasyon ne? Zor ve tehlikeli sulara girdim, bakalım boğulmadan kurtulabilecek miyim?
Önce insanların kendilerinden olmadığını düşündükleri gruplara karşı takındıkları tavrı bir irdeleyelim. Ya ayrımcı ve nefret dili içeren durum söz konusudur ya da acıma ve merhamet. Beyaz ırkın siyahlara, heteroseksüellerin farklı cinsel yönelimli insanlara, yerleşik halkların göçmenlere ve yabancılara karşı genelde kullandıkları dil nefret ve aşağılama dilidir. Sözde sağlam olanların sakat olanlara karşı tavırları da acıma, merhamet ve yok sayma içerir. Gerçekte iyice bakarsak bunların kökenleri de aynı noktaya bağlanır, ama şimdilik bunu es geçip farklara göz atalım. Acıma, nefret ve aşağılama barındıran birinci grupta asıl mesele mevcut pastanın paylaşımı ve iktidar sürecidir. Ekonomik kriz dönemlerinde yabancı düşmanlığının ve buna çanak tutan politika ve politikacıların nasıl tavan yaptığını hatırlayın. İnsanlık Homo Sapiens olduğundan beri önemli bir yetenek keşfeder. Kolektif yaşam. Bu şekilde birbirleriyle konuşarak daha iyi beslenir, daha iyi korunur ve daha iyi barınır. Tabii düşmanlarıyla da daha iyi savaşır. Yalnızca yırtıcı hayvanlar değildir bu düşmanlar, Kendileriyle aynı dili konuşmayan, aynı bölgeden olmayan insanlardır da aynı zamanda. Savaşlar, kıyımlar hep bir toprağa sahip olmak bir bölgeyi sahiplenmek uğruna yapılır. İşin içine rant girdiğinde kardeşler bile düşmanlaşabilir birbirine. Kaynaklar kıtlaştığında BU kıt kaynakları hangi üstün grubun paylaşacağına karar verilmesi gerekir.
Bu da bizi azınlıklara karşı takınılan ikinci nedene getirir: İktidar. Mevcut bir bölgede hakimiyeti kim sürdürecektir? Kararları kim verecektir? İktidarı sürdürmek aynı zamanda kaynakların nasıl dağıtılacağını da belirlemek anlamına gelir. Bin yıllardır erkek egemen bir toplunun kadınlara yaptıklarını ve inşa ettikleri toplumsal cinsiyet rollerini bu bağlamda okuyabiliriz. Bizimle yaşayabilirsiniz, ama bizim kurallarımızla ve bizim hizmetimizde.
Bin yıllardır süre gelen bu iktidar mücadelesi Fransız ve Sanayi devrimleri sonrası imparatorlukların milletlere dönüşmesiyle başka bir boyut kazanır. Artık belirli topraklarda yaşayan insanları tek tipleştirmek, farkları güya bir potada eritmek ve millet denen kavramı yaratarak o milletten olmayanları dışarıda bırakmak 19. Ve 20. Yüzyılların önemli karakteristikleri olarak karşımıza çıkar. 1 ve 2. Dünya savaşlarının asıl temel nedeni pasta paylaşımında yaşanan anlaşmazlıklar ve bunun belirli haklara yüklenmesi olmuştur. Yeni bir millet yaratmanın en kolay yolu da bir grup arasındaki benzerliği arttırmak ve diğerlerini de aşağılayarak bir öteki yaratmaktır.
Olayı dergimizin temasının dışına taşımak değil niyetim. Yukarıdaki meseleleri sosyologlar zaten daha derinlemesine inceledi, inceliyor. Konuyu buradan başlatmamın nedeni, aslında sakatlığın da tıpkı beyaz siyah olmak, erkek, kadın veya farklı cinsel yönelimlerde, ya da göçmen olmak gibi bir azınlık çoğunluk meselesi olduğunu anlamak ve anlatmak. Fakat önemli bazı farklar var. En azından görünüşte toplum sakatlara karşı nefret dilinden çok acıma, merhamet, koruma ve himaye dilini kullanıyor. Gerçi Corona sürecinde İsrail gibi ülkelerde de gördüğümüz gibi İş kısıtlı imkanlara gelince, Sakatlar ve yaşlılar, Yani toplumun görece işe yaramayan olarak görülen kısımları ilk gözden çıkarılan kesimleri olabiliyor ve tedavi de öncelik tanınmayabiliyor. Hitler’in de Devlete olan maliyeti nedeniyle gaz odalarını ilk sakatlar için kullandığını ve yüz binden fazla engelli bireyin bu şekilde katledildiği T4 programını biliyoruz. Yani aslında yine en altta yatan köken kaynak paylaşımı ve insan tehdit hissettiği an, acıma, merhamet benzeri duyguları unutup maskesini çıkarıyor. Bununla ilgili Maske diye bir yazı yazmıştım okuyabilirsiniz Dergimizin önceki sayılarından birinde.
Her neyse, en azından görünüşte, sakatlara karşı takınılan tavır Acıma, merhamet ve yok sayma içeriyor. Bunun iktidarlar açısından önemli bir nedeni var. Sakatlara karşı gösterilen güya sevecen, babacan ve koruyucu tutum, diğer azınlıklara karşı olan tutumları da meşrulaştırmaya yarıyor. Şöyle ki, gücü elinde bulunduran erk, en güçsüz ve çaresiz olarak belirlediği kişilere yardım ederek, bağışlarda bulunarak, onları koruyup kollayarak, topluma bir mesaj veriyor: Bakın ben ihtiyacı olanlara karşı pek merhametliyim. Tıpkı Meral’in tartıştığı iyilik, vicdan gibi enstrümanların çaresizler üzerinde kullanılması durumu. Birilerine de farklı davranıyorsam, bilin ki onlar bunu hak edecek bir şeyler yapmışlardır.
Olaya bireyler açısından bakarsak da, herkesçe güçsüz, eksik olarak görülen birine açıktan açığa nefret söylemi, aslında kişinin kendi bütünlüğüne zarar verme tehlikesini beraberinde getiriyor. Çünkü bu durumda dengi olmayan birine dengiymiş gibi muamele etmiş oluyor. Bu da kendisini daha eksik hissetmesine veya başkalarının onu öyle algılamasına neden olabilecek bir şey ki, kabul edilemez hiçbir biçimde. Bunun yerine ona merhamet göstermek, yardım ederek kendi egosunu güçlendirmek, olmuyorsa uzak durmak ve yok saymak çok daha kolay ve verimli oluyor. Yani aslında normal diye kabul edilen bireyler sakat kişiyi pasta paylaşımında rakip bile görmüyor çoğu zaman.
Hissedilen bir duygu daha var: Korku. “Ya günün birinde onun gibi olursam? Ya ben de bir uzlumu kaybedersem?” Bu duygular çoğu zaman açık açık dile de getiriliyor. Herkes potansiyel birer engelli adayıdır söylemi bunun bir yansıması. Hasılı, , sakatlara yapılan yardım manevi olarak onun gibi olmama isteği ve karşılığında gerçekleşiyor bir nevi. Mümkün olduğunca engelli kişiyi rahat ettirelim ki, daha iyi bir insan olalım, ve iyi insan olarak başımıza böyle felaketler gelmesin düşüncesi bazen bilinçli, bazen bilinçsiz hep akıllarda yer alıyor.
Tekrar yazının başına dönelim şimdi: peki nasıl oluyor da, toplumda engellilere karşı takınılan görünüşteki acıma, merhamet, koruma ve yok sayma içeren tutumlar engellilerde geçici bir konfor alanı sağlıyor? Böyle bir şey yok mu acaba? Ben mi hayal görüyorum. Eğer durum buysa, niye sağlamcılığı eleştiren, Engellilerin eksik değil farklı olduğunu söyleyen, Burak’ın dediği ayrık otlarını temizlemeye çalışan sakatlar en çok da kendi akranlarınca aforoz edilmeye çalışılıyor. Bu yazı sonrası muhtemelen ben de bir kez daha aforoz edileceğim ama, her zamanki gibi bizimkisi tarihe bir not. Esas mesele şu: Engellilere karşı takınılan acıma, merhamet ve yok sayma tutumları, aslında bir bakıma engelli kimselere hareket alanı veriyor. Kandırmaca bir özgürlük alanı. Engelliler sorumlulukları olmadan diledikleri şeyleri yaptıklarını var sayıyor. Ailelerinin maskotları oluyor. Azıcık bir yeteneği olsa bile dahi muamelesi görüyor. Çevrelerinin ibretliği oluyor. Azimleriyle etraflarına büyü saçıyor
Öğrencilerse, kimisi tanınan ayrıcalıklarla bazı derslerden muaf olarak, kimisi kayırmalarla üst sınıflara geçiyor. İşe girerken kontenjan elde ediyor. Erken emekliliğe hak kazanıyor, önemli zamanlarda idari izinli oluyor. Otobüse, trene bedava veya indirimli biniyor. Çocukların yaptıkları yaramazlıkta ana babalar onu değil kardeşlerini cezalandırıyor. Sıra beklerken en öne geçiriliyor, yemek yerken hesap ödettirilmiyor…
Her şeyden daha önemli bir ayrıntı var, Kimse açık açık diğer azınlıklara gösterdiği nefreti engellilere göstermiyor. Ne kadar kötü bir şey yaparsa yapsın, onu kullanılmış bir mağdur diye niteliyor. Yani kısaca aslında engelli kimse bir çeşit dokunulmazlık elde ediyor. Fakat bu dokunulmazlığın da bir sınırı var. Siz eksik ve kusurlu olduğunuzu tartışmasız kabul ettiğiniz, etliye sütlüye karışmadığınız size tanınan sınırları aşmadığınız sürece dokunulmaz oluyorsunuz. Sizden beklenen bazı karşı davranışlar var, minnettar kalmak, inanıyorsanız dua etmek, size verilenle yetinmek, itiraz etmemek. Tersine başvurduğunuz an, “Gözlerin görmüyor sana iş vermişiz” söylemi karşınıza çıkıveriyor.
Aslında tüm azınlık gruplarda çoğunluğun yarattığı eşitsizliği savunan ve bu şekilde grubun mücadelesini gerileten insanlar var. Kadınların, siyahların içinde, yapılan mücadeleyi radikal bulan, yapanlarla mücadele eden, grup içinde söz sahibi olmak için çoğunluğun iktidarını benimseyen çokça insan var. Onlarda da kendilerini tutan ipe sarılıp sorumluluk almadan davranma sarhoşluğu mevcut. Ama konumuz engelliler olduğu için ben orasını daha çok işliyorum.
Ortada bir sessiz anlaşma var kısaca. Bazı kurumlar Bu anlaşmayı geçmişten bugüne net biçimde kullanıyor. Ben daha yeni ergenlik dönemindeyken, Sakat bireylerin oluşturdukları STK’lerin konusu sokak müzisyenleriydi. Her meydanda, acıklı bir müzik, ağlak bir ses eşliğinde şarkı söyleyip mendil açan kör kişileri görmek neredeyse olağandı. Bugün benzer gruplar evrilmiş görünüyor. Hemen her okulda bir zarf toplama olayına şahit oluyoruz. Kimse ses çıkaramıyor buna. Çünkü, toplumca olağan olan aciz engellilerin yardım istemesi. Ve bırakın eleştirmeyi, bunu yapan kişiler ancak alkışlanır çoğu kimseye göre. Bazıları da pahalı biletler satıp olmadık konserler için paralar topluyor insanlardan. Belli ki, ciddi bir gelir var burada.
Bunlar çoğumuzun kesinlikle reddettiği, mücadele ettiği durumlar. Fakat Halen bir çok engelli örgütü de hak olarak, indirimleri, kontenjanları, muafiyetleri doğal bir kazanım şeklinde görüyor, temel politikalarını bunların etrafında örüyor. Onlara göre engellilerin dezavantajları ancak bu tarz uyarlamalarla giderilebiliyor. Sözde geçici denen bu tedbirlerin somut olarak ne zaman nasıl sona ereceği, nasıl daha eşit bir yapıya ulaşılacağı asla söz konusu edilmiyor. Böylece de sizi eşitlemeye değil, merhamet elini uzatarak tatmin olan erke, bunu yeniden ve yeniden yapması için bir fırsat tanınmış oluyor. Ama kısa vadede engelli bireyin işi görülüyor. Birey olmayı kaç kişi o kadar önemsiyor?
En son yazımda birey olmanın haklar kadar sorumluluklar da getirdiğini yazmıştım. Karar mekanizmalarına dahil olmak istediğinizde, aynı zamanda herkes kadar size verilen sorumlulukları da yerine getirmeniz gerektiğinden bahsetmiştim. Fakat siz engelliyi diğer azınlıklar gibi bir kitleye dönüştürdüğünüzde, Acıma ve merhamet duygusunun verdiği dokunulmazlığı kaybediyorsunuz. Çaresiz, aciz olmadığınızı haykırırsanız, sorgulanmadan size yapılan yardımları reddetmiş oluyorsunuz. Ne uğruna, Eşit haklar, ayrımcı olmayan bir yaşam için. Peki bunu diğer azınlıklar elde edebildiler mi? Yanıtı olumlu değilse, Niçin bu riske girilsin? Onun yerine size tanınan gönüllü esaret çok daha güvenli değil mi? Size verilenle yetindiğiniz, iplerinizin başkalarının elinde olduğu, ama gevşek olduğu için tutanlara minnettar kalarak özgür olduğunuzu sandığınız bir dünya?
İşte Sevgili Burak, senin bahsettiğin geçici konfor alanı bu. Bu konfor alanından çıkmak, toplumca sağlanan görece dokunulmaz zincirli alanı terk etmek demek. Sizi tutan ipler olmadığında, nereye, nasıl gideceğine kendin karar vermen demek. Yani kolay olanı bırakıp zor yolu seçmek demek. Neden çoğu kişi rahatını bıraksın sence.
Ve Sevgili Meral, evet haklısın, ahlak ve yardım anlayışı bir grubu daha aciz gösterdiğinde daha da büyük bir tatmine dönüşüyor, ama tatmin olan kadar tatmin eden de sürece aynı ölçüde razı olduğundan durumu değiştirmek o kadar kolay değil. Yani yardımın yerine dayanışma, hak ve eşitlik kavramlarını koyabilmemiz için, çaresiz, aciz görülen grubun da durumu sorgulaması, baş kaldırması gerekiyor. Bunu yapabilmek ise geçici rahatlık ve sorumluluk almadan elde edilen geçici dokunulmazlığın aslında gönüllü bir esaret olduğunu kavramaktan geçiyor.