“İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına.” diye bir atasözümüz vardır, bilirsiniz. Son dönemlerde okuduğum birkaç mail ve e-posta gruplarında dönen tartışmalar, bize iğnenin yetmeyeceğini gösterdi bana, arkadaşlar. Bu nedenle de silkinip kendimize gelmemiz için çuvaldızın daha iyi geleceğini düşünüyorum.
“Dezavantajlı gruplar”, “Özürlüler”, “Engelliler”, “Yeti kaybı olanlar”, “Özel gereksinimli bireyler”, “Kör, sağır, topal, zihinsel özürlü…”, “Engelli kardeş”, “Sakat”… Toplum nezdinde ne kadar çok nitelememiz var değil mi? Oysa tek bir kavram “İnsan” yeter, hepimizi anlatmaya. Yıllardır toplumu bilinçlendirme çabasındayız; farklı değil, eşit olduğumuzu, erişilebilirlik çözümlerinin yaygınlaşması ile toplumdaki tüm bireyler arasında herhangi bir fark kalmayacağını, aslında aynı işi farklı yöntemler kullanarak yaptığımızı, neyi yapıp neyi yapamayacağımıza başkalarının karar vermemesi gerektiğini, yeti farklılığının değil, erişilemezliğin engel teşkil ettiğini, ‘Bizim için biz olmadan asla’yı ve daha birçok şeyi, kendine normal diyenlere ifade etmeye çalışıyoruz. Ama son zamanlarda yapılan tartışmaları okuyunca, yanlış yerde kürek çektiğimizi düşünmeye başladım. Tüm bunları önce kendi camiamıza anlatmalıymışız hissine kapıldım.
Yine baltayı ayağımıza vuruyoruz, yine önce biz kabul ediyoruz bir şeyleri gören, duyan, yürüyen yani kendine normal diyenler gibi tam ve eksiksiz yapamayacağımızı… Sonra, bunun aksini savunanları acımasızca eleştiriyor, yerden yere vuruyoruz. “Sen eksikliğini kabul et; hiçbir zaman bir gören gibi yolda yürüyemezsin, film izleyemez, kitap okuyamaz, belirli meslekleri yapamazsın; hiçbir zaman bir yürüyen gibi hareket edemezsin, üst katlara çıkamazsın, parklarda dolaşamazsın, spor yapamazsın; hiçbir zaman bir duyan gibi iletişim kuramaz, derdini anlatamazsın…” diye üsteliyoruz. Sonra da eşit olduğumuzu anlatmaya çalışıyoruz. Peki, ne kadar yanlış yolda olduğumuzu fark etmiyor muyuz?
Toplum, engelliyi dışlamak, ötekileştirmek, ona acımak, merhamet etmek, onu kendisinden aşağı görmek için fırsat kollarken, biz ekmeğine yağ sürmüyor muyuz? Önce kendimiz, “normal” dışı olduğumuzu kabul ederek, normal kalıbının bilinçaltını beslemiyor muyuz?
Bir olguyu kabul ettirebilmek için önce kendimiz, o olguya inanmalıyız. Yöntemini araştırmalı, çözümünü bulmalı ve bu çözümün, hayatın olağan akışı içinde yerini alması için mücadele etmeliyiz.
Evet, bir görme engelli Latin Alfabesi ile klasik tarzda yazılmış bir metni okuyamaz. Ancak, bunu kabullenip “Ben zaten görenler gibi okuyamam.” düşüncesine inanırsa, hiçbir arayışa da girmez. Oysa bugün, Latin Alfabesi ile yazılmış bir metni okumak, telefonumuza gelen bir mesajı okumak kadar kolay ve bunu da bu işi yapabileceğine inanan körlerin mücadelesi sonucu elde ettik. “Bir kör yolda düzgün yürüyemez, gideceği yeri bulamaz.” düşüncesine inansaydık, şu an hepimiz evlerimizde oturup ölümü bekliyor olurduk. Oysa birileri çıktı ve beyaz baston denen bir alet icat etti; bir başkası, navigasyon sistemlerini erişilebilir hale getirdi ve biz her şeye rağmen sokaklardayız, işimizin başında, hayatın tam ortasındayız.
Bir sağır ve dilsiz, hiçbir zaman insanlarla iletişim kuramayacağı düşüncesine inansaydı, bugün işaret dili denilen şey olmayacaktı. O insanlar da uydurulmuş sessizliklerine mahkum olarak kalacaklardı. Oysa, herkes konuşmanın sadece dil, dudaklar ve dişlerle yapılmadığını, el, kol ve mimiklerle de çok güzel konuşulabildiğini gördü. Ayrıca, size kim söyledi ki konuşmanın tek yönteminin seslerle olduğunu?
Tekerlekli sandalye, koltuk değneği, protez, biyonik organlar ve erişilebilirliğe hizmet eden daha birçok aparat, insanların “Ben zaten eksiğim, hiçbir şeyi diğerleri gibi yapamam.” hissine kapılmamasından doğdu.
Peki, geldiğimiz bu noktada, önümüzde bunca örnek varken, ayağımıza balta vuranlar da bu erişilebilirlik çözümlerinden sonuna kadar yararlanıyorken, neden hala eksik olduğumuzu iddia ediyoruz? Neden hiçbir şeyi kendisine normal diyenler gibi yapamayacağımıza inanıyoruz? Neden herkesten farklı muamele bekliyoruz?
Evet, belki beni fildişi kulemden bakmakla suçlayanlar olacak; evet, belki hayatın gerçeklerinden uzak olmakla itham edileceğim. Ama ben Güneşi hedefliyorum arkadaşlar ve biliyorum ki ıskalarsam da yıldızları tuttururum; sonra da en yakın yıldızdan Güneş’e ulaşırım. Benim fildişi kulem çok büyük, hepinizi bekliyorum. Bırakın savaş baltalarınızı, alın tüm inançlarınızı ve gelin; inanıyorum bir gün anlatacağız, tek niteliğimizin “İnsan” olmak olduğunu herkese…