Bu ay Hekimoğlu dizisinin Paramparça başlıklı otuz altıncı bölümünden söz edeceğim sizlere. Ancak bu kez amacım sesli betimleme değerlendirmesi yapmak değil. Bu bölümde konu edilen hasta kız ve annesi birer cücedir. Daha doğrusu annesi gerçek cüce, kızı ise büyüme hormonu çalışmadığı için cüce gibi görünen biridir. Beni, bu yazıyı yazmaya itense yeti farklı bir birey olan anne, yani Melek'in duruşudur.
Bölümde Melek ile Ateş, yani Hekimoğlu'nun karşılaşması bir tesadüfle oluyor aslında. İpek, hasta kızla ilgilenirken Ateş onunla konuşmaya geliyor ve anne kızı fark ediyor, ilk sözü: “Pardon, göremedim sizi” oluyor. Dizinin sıkı takipçisi biri olarak sizlere bir alt not düşmek isterim. Ateş böyle genelde karşısındakini kışkırtır, tahrik eder bir tavır içinde yaklaşan biridir ve cüce anneye de ilk gördüğü anda bu şekilde davranıyor. Aşağıda okuyacağınız gibi ağzının payını da alıyor.
Ardından, hem vaka hem de cüceler dikkatini çekiyor ve vakayı incelemeye alıyor.
İlk karşılaşmalarında, Melek'in tavrı bana pek bir tanıdık geldi. Kör olduğumu öğrenen kişilerin inanamayıp çoğunlukla iki parmaklarını havaya kaldırarak; "Bu kaç?" demeleri sahnesi… Cüceler içinse durum önce Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler esprisi yapılması şeklinde anlaşılan. Sonrasında ise çok alışılageldiktir herhalde bilenler için. Kaza olup olmadığı; hastalığımızın ne olduğu ve tabii tedavisinin olup olmadığı sorgulanır. Dizimizde zaten kahramanımız, doktor olduğu için direkt tıbbi açıdan yaklaşıyor ve soruyor:
- Hangi tür cücelersiniz siz?
Buna karşılık Melek'in cevabı kapak gibi cuk oturuyor. Repliğin sonrasını da olduğu gibi alıyorum. Çünkü çok esaslı.
- Sen hangi tür topalsın?
- Kızımla bende kıkırdak-saç hipoplazisi var.
- Bundan da bir espri yapabilecek misin?
- Vallahi zannetmiyorum.
Ateş, ardından kıza, yani Selvi'ye döner ve:
- Annen hemen kısa devre yapıyor. Niye böyle?
Çünkü bizler hep anlayışlı, hep kibar, hep ezik, hep kayıtsız şartsız sorulara nezaketle cevap verici olmak zorundayız değil mi? Melek gibi davranmadığımızda; saldırgan, iyilikten anlamaz, kavgacı oluruz. Sonra, merak edilen her şeye yine incelikle cevap vermemiz beklenir. En genelden en özele kadar sorulan her şeye. Nitekim dizide de Ateş, Melek'e nasıl baktıysa artık Melek adeta onu kışkırtır ve:
- Sor, sor hadi, der. "Boyumu merak ediyorsun, değil mi?"
- Cık. Olur mu canım öyle şey, kabalık etmem ben. Kadınlara boyları sorulmaz. Yok, şey, kiloları mıydı? Neydi? Yaşları. Aman canım, size de hiçbir şey sorulmuyor arkadaş.
- Boyum 125 santim. Bastonundan uzunum yani.
- Dosyasında babasının normal boyda olduğu yazıyordu, doğru mu?
- Normal boy değil, ortalama boy diyoruz. Evet, kocam da ortalama bir boydaydı.
- Peki, bu da sorulmaz muhtemelen kadınlara ama soracağım. Ben dayanamıyorum çünkü.
- Nasıl tanıştınız? Nasıl? Yani sen bulutlara bakıyordun, o anahtarını yere düşürdü, eğildi almak için, o sırada göz göze geldiniz ha? Pat! İlk görüşte aşk. Öyle mi oldu?
- O, insan gibi bir insan arıyordu, ben de aynı şekilde. Birbirimizi görünce de başka bir şey görmez olduk zaten.
- Son soru. Çok merak ediyorum, lojistik. Nasıl oluyor yani? Lojistiğini çok merak ediyorum. Mesela kocan işe giderken, hoşça kal öpücüğü alacak, nasıl oluyor? Eğilip mi öpüyor seni, yoksa kucağına alıyor, öyle mi öpüyor?
- Kocam işe gitmiyordu, ben işe gidiyordum. Ve hoşça kal öpücüğünü de ben alıyordum.
Devam eden sahnede Zeynep, hasta kızı yani Selvi'yi muayene masasına almak ister ancak bu biraz zor olacaktır. Ona kendince yardım etmek ister ve kucaklayıp masaya almak için harekete geçer. Çözüm odaklı olunmayıp sadece yardım güdüsüyle hareket edilmesi, Melek'i çileden çıkarır ve tepkisi sert olur. Yüksek Sesle, adeta bağırarak hatta:
- Beş yaşındaymış gibi davranmayın kızıma! Siz, bir tabure getirin, kendisi çıkar sedyenin üstüne.
Ateş'in yaklaşımı ise toplumun bir yansımasıdır. Gerçi ben burada Melek’in sert çıkışlarından ötürü inceden inceye Ateş'te bir hoşa gitme sezdim ama neyse.
Böyle bu. Kendisi gibi olmayanlara hep böyle davranır. Nefret eder. Bilmez miyim?
Melek'in cevabına gelince, duvara yazmalı ve bize itiraz edene okutmalı cinsinden. Cevap şöyle:
- Farklı olunca, insanların aptallıklarıyla uğraşmak zorunda kalıyorsun. Ama yine de aptal olmaktansa, insanların aptallıklarıyla uğraşırım daha iyi.
İlerleyen sahnelerden birinde Zeynep, söz konusu olay için o günkü düşüncesizliğinden ötürü Melek'ten özür diliyor. Melek de karşılığında ondan özür diliyor ve "Ateş Bey de yangına körükle gidince" diye de ekliyor. Zeynep de "Bu, Ateş Hoca'nın bir özelliği, insanların içindeki canavarı ortaya çıkarmakta üstüne yok. Söylediklerinizi çok düşündüm. Haklısınız, hayatınız böyle saçma ve rahatsız edici anlarla dolu olmalı”. Bu yazının yazarı diyor ki “Hem de ne çoooookk, tahmin bile edemezsiniz”.
Toplumun farklı olanlara karşı biraz acıma, biraz yadırgama, kimi zaman tiksinme, zaman zaman da komik bulma şeklinde yaşadığı duyguları var. Her ne hikmetse, bu duyguları fütursuzca ortaya serme durumu var, bir de kendisini "normal" olarak nitelendirdiğinde. Dizide bu durum şöyle sahnelenmiş: Bir grup öğrenci bankta kitap okuyan Melek'i fark ederler. Bu durumu eğlenceli bulmuş bir ifadeyle onunla birlikte fotoğraf çekilmeyi isterler. Melek, sebebini sorguladığında, daha da eğlenerek ısrar ederler. Tam o esnada, Ateş gelir ve fotoğrafı kendisinin çekebileceğini söyler. Yüzünden Melek durumu kavramış olacak ki artık itiraz etmeyi bırakır. Ateş ise aldığı telefonu yandaki gölete atar. Üstüne dönüp dalga geçerek Melek'e: "Gitti telefon" deyince; Melek ise "Telefona dua etsin onlar, gelmeseydin ikisini de suya atacaktım" der. Onların yalnız kalıp konuşmaya başladıkları andan itibaren fonda duygusal bir müzik vardır. Sahnenin devamında, Ateş yoluna gider.
Beni bu tür sahnelerde ifrit eden bir şey de fona verilen duygusal müzik. Böyle bir sahneye de oyun havası konmaz tamam da, bu şekilde olunca da okuyucuya sanki "Bakın, siz böyle yapınca, insanlar ne kadar üzülüyor" duygusu dayatılıyor. Aslında buradaki duygusal müzik, biraz da Ateş’in gidişiyle ilgili ama olsun.
Dizinin muhtelif sahnelerinde, yukarıdakine benzer farklılıkların insanlarca tuhaf değerlendirilmelerine örnekler verilmiş. Bunlardan birinde de Ateş kafeteryada yürümektedir. Önünden geçtiği masada ise bir baba, kızına yemek yedirmeye çalışmaktadır. Tam Ateş geçerken baba, orada yemek alan Melek’i göstererek:
- Kızım, hadi ye yemeğini. Bak, yemezsen böyle olacaksın. Böyle mi kalmak istiyorsun?
Davranışlarının kontrolü ve ağzının pergeli olmayan Ateş, bu kez tam yerinde bir tespitle söylenir:
- Ye hadi yemeğini. Hadi ye. Hadi ye de böyle olacağına baban gibi mankafa ol.
Daha başka bir sahnede ise koridorda kızının odasının camından içeri bakan Melek’in arkadan gizlice fotoğrafını çekmeye çalışıyordur birileri. O esnada İpek gelir ve tacizcileri tersleyerek püskürtür. Melek, ona içli anne duyarlılığı ile kızının durumunu sorar. İpek de ona bütün önceliklerinin kızı olduğunu söyler. Melek'in yanıtı manidardır. "Sağ olun. Size ne kadar teşekkür etsem az. Genelde kimsenin önceliği olmuyoruz da" Bu durum bana, Corona Virüs’ün dünyayı kasıp kavurduğu ve kimsenin doğru dürüst ne yapacağını bilemediği günlerde dünyanın en zengin, en gelişmiş ülkelerinde gözden çıkarılan grupların başında engellilerin gelmesini anımsattı. Demek ki neymiş? Birilerinin önceliği oluyoruz aslında ama olumsuzluklar ya da reklam kokulu sosyal sorumluluk söz konusu olduğunda.
Bu sahnede, betimlemeden öğrendiğim bir detay daha var ki benim çok hoşuma gitti. İpek, Melek'in boyu hizasına eğilerek onunla konuşuyor. Üstenci değil ve göz teması ile empatiyi önemsiyor yani.
Diziye dönecek olursak, hemen hemen tüm yeti farklılıklarının uğraştığı şeyler aynı. Bunların en başında gelenlerden biri de farklılığın nasıl tanımlanacağı karmaşası. Kör mü? Görme özürlü ya da engelli mi? Cüce mi? Topal mı vs.? Dizide tabii bu detay da işlenmiş. İlk sahnelerden birinde Ateş, dosyayı asistanların önüne getirdiğinde, üzerinde değerlendirme yapmaya başlamışlardır. Doğru tespitlerde bulunan Zeynep'e, Ateş biraz da alayla; "Cüceler sana minnettar!" der. Emre de biraz kırgın, biraz kızgın, biraz sertçe; “Cüce demesek; yani küçük birey diyorlar. Kısa boylu insan diyorlar. Biz de bunlardan birini kullansak. Olmaz mı?” dediğinde Ateş: "Tıbbi terimimiz cüce" der. Mehmet Ali ise şaşkınlıkla gülerek “Öyle mi söylüyorlar gerçekten? Küçük birey mi diyorlar?” diye sormaktan alamıyor kendini. Pek tanıdık geldi değil mi bize de?
Ancak başka bir sahnede yine benzer bir diyaloğu almadan edemeyeceğim. Çünkü Melek'in duruşu kayda değer bana göre. Mehmet Ali, arkasından ilgiyle Melek'i izlerken Melek bir anda ona dönüp bakışlarını yakalıyor. Mehmet Ali utanıyor ancak yine de merakla soruyor:
- Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz veya tanımlanmasını istiyorsunuz? Yani, biz kendi aramızda mesela tıbbi olarak “cüce” diyoruz. Bu, sizi mese...”
Sorusu anlaşılmıştır okuyacağınız gibi, lafı ağzında yarım kalır. Melek:
- Bir insanı tanımlarken ille de bir sıfata ihtiyacınız olmamalı. Ben nasıl ki sizi tanımlarken haşin bakışlı Doktor Mehmet demiyorsam, sizin de beni tanımlarken bir şeye ihtiyacınız olmamalı. Sadece Melek deyin yeter.
Ee! Mehmet Ali, ağzının payını almıştır. Söylenecek başka bir söz de yoktur zaten ve anladığını şu sözlerle ifade eder:
- Çok iyi cevap.
Doktor Hekimoğlu'nun bir özelliği de hastalara tanı koyarken onların yaşamları ve yaşam alanları hakkında detaylı araştırmalar yaptırması. Bu kapsamda, bölümde Asistan Doktor Emre, Melek ile Selvi'nin evlerine gidiyor. Asistanlar için bu, çoğu zaman sıkıcı bir iş olduğu halde Meleklerin evine gitmek için Mehmet Ali de çok hevesli ancak Emre hızlı davranıyor ve o gidiyor. Sebebi ise onların evini ekstra merak etmeleri. Galiba yedi cücelerinki gibi döşenmiş bir ev bekliyorlardı. Oysa, Meleklerin evinde farklı olan tek düzenleme ecza dolabının, ortalama insan boyunun ayakları hizasında olması. Onun dışında, betimleme seslendirmeninden öğrendiğimiz kadarıyla ev sıradan, sade ve düzenli, derli toplu bir ev. “Emre, tek kişilik yatağa oturdu” deniyor ancak tek kişilik yatağın boyutları hakkında ekstra bir bilgilendirme yok seslendirmen tarafından verilen. Aynı şekilde, annenin odasına dair “çift kişilik yatak ve gardırop” detayları söyleniyor ancak düzenleme yok. Olsaydı, betimlemeci bu detayı kesinlikle kaçırmazdı eminim. Bu durum ilginç geldi bana. Oysa ben özel tertibatlı araba gibi özel düzenlemeli bir ev beklemiştim. Bizler farklılıklara yönelik birkaç ufak değişiklik ile herkesin her yerde, her şeyi yapabileceğine inananlar, farklı olanların özel yaşam alanlarında dahi bu tür düzenlemeleri görmek istiyor sanırım. Veyahut kim bilir, ben bilmediğim bir yaşama dair tıpkı bizleri ötekileştirenler gibi bir önyargı içinde miyim bilemedim. Ancak dizideki sahnede, sağlamcılık dayatması kokusu aldığımı hissediyorum.
Bacak röntgeni çekilen Selvi'nin büyüme ile ilgili bir sorunu olduğu sonunda anlaşılır. Ateş, bunu çevresindekilere şöyle anlatmaktadır: "Bakın, şimdi biz cüce dedik diye bu kızın ille cüce olması mı gerekiyor? Cüce olmayabilir, öyle değil mi? Cüce olmayabileceği ihtimalini hep göz ardı ettik. Ne zannettik? Kızın, annesinden dolayı cüce olduğunu düşündük. Kıkırdak-saç hipoplazisinin testi var mı? Yok. Yani, biz kızı yanlış bir kimliğe hapsettik. Şimdi ne oldu? Kız, kimliğini kaybetti. Biz bir semptom kazandık. Eğer kemikleri normalse, kısa boylu olmasının sebebi, büyüme hormonu eksikliği."
Ancak nedense dizinin bu sahnesi beni irrite etti. Buraya da bu yüzden olduğu gibi aldım. Kız, cüce görünümlü ama cüce değil. Niye değil? Kör bir kahramanın konu edildiği roman ya da hikayenin sonunda ille gözü görmeye başlar kahramanımızın. Çünkü aksi durumda hayatın bir anlam kazanması, güzel olması mümkün değildir. Kör bir yaşam, hep karanlığa mahkumdur. Bu karanlık sadece madden değil, manen de böyle görülür. Çünkü sağlamcı zihniyet, aksine akıl erdirememektedir. Aksi durumun, mümkün ve arzu edilebilir olabileceğine inanamaz.
Benzer bir yargı, sorun tespit edildikten sonra hastaya açıklanması aşamasında da dikkat çekiyor. Selvi'nin büyüme hormonu, verilecek tedavi ile çalıştırılacak ve Selvi ortalama bir boy standardına ulaşacaktır. Bu kendisine açıklandığında, Selvi bunu reddeder ve halinden memnun olduğunu, kendisini sevdiğini söyler. Ateş ise pek çoklarının yapacağı gibi tacize başlar. "Peki, mesela, yüksek bir raftan bir şey alman gerektiğinde, ille birinden yardım istemek zorunda olman. Seviyor musun bu durumu peki? Hoşuna gidiyor mu bu durum? Veya asansöre bindiğinde, sekizinci kat düğmesine basamamak. Bu durumu da seviyor musun? Hoşuna gidiyor mu? Postaneye gittiğinde, bankaya gittiğinde, bankoya uzanamayacaksın, sesini duyuramayacaksın. Böyle mi devam etmek istiyorsun hayatına?"
Üstüne daha da ajite devam eder söylevine. "İnsanlar devamlı yukarı bakarlar. Bu yüzden aşağıda neler olup bittiğinin hiçbir zaman farkına varmazlar. Aşağıda kim var, nasıl bir derdi var, bilmezler. Şu an 15 yaşındasın ama 50 yaşına geldiğin halde, insanlar sana çocuk gibi muamele edecekler. Acaba hoşuna gidecek mi o zaman? Sevebilecek misin kendini o zaman? Hallederim, ben severim diyorsan tamam, eyvallah. Senin bileceğin iş. Hayat senin hayatın. Senin seçimin. Ama bu durumdan kurtulabilirsin. Senin elinde. Büyüme hormonunu kullanmak zorundasın ama karar senin.”
Kurtulunacak bir şey değildir farklılıklar. Bunu nasıl anlatacağız acaba? Gerçi deprem kuşağında yaşayıp beşik gibi sallandığı halde depremi kavrayamamış bir toplumdan söz ediyoruz diyeceğim de konu yeti farklılığı olunca, durumun Japonya'da da değiştiğini pek sanmıyorum.
Büyümeyi reddeden Selvi'nin odasından çıkan Ateş uzaklaşırken, Melek arkasından koşar ve aralarında şu konuşmalar geçer:
- Kıza hastalığını anlatırken, hayatını yaşamaya değer olmadığını hissettirmesen olmaz mı?
Cücelik bir hastalık mıdır? Bunu tıbbi bilimden tamamen bağımsız, ayrıca hiç bilmediğim bir farklılık türü olarak cehaletimden soruyorum biraz da. Üstelik "hayatını yaşamaya değer olmadığını..." ne demek? Bence, bu dik duruşlu Melek karakterine yakışmayan bir söz olmuş.
Kaldığımız yerden devam edelim:
- Ona yardım etmeye çalışıyorum.
- Hayır, boyunu uzatmaya çalışıyorsun.
- Abartma, o kadar da değil! Musluğa yetişebilse yeter.
- Kafan mı güzel senin?
- Evet, güzel! Seninki kadar güzel değil ama benimki de güzel.
- Kızımı zorlamayacağım. Kendi yolu, kendi seçimi. Kolay yolu seçmek istemiyorsa, yapacak bir şey yok.
- Sen o zaman berbat bir annesin! Kızının ucube olarak kalmasını istiyorsun.
- O nasıl söz! Biz ucube falan değiliz!
- Kızının hayattaki tüm zorluklara, tüm sıkıntılara katlanmasını istiyorsun, öyle değil mi?
- Evet!
- İyi o zaman. Eline bir çubuk al, gözüne sok. Kollarını da kes. Ne güzel olur, daha beter zorlanır. Tam senin istediğin gibi.
- Kısa boylu olmakla, tek göz olmak aynı şey değil.
Burada bir parantez daha açmak isterim. Kısa boylu olmak ile tek gözlü olmak... Kiminki daha kötü diye sidik yarıştırıyoruz herhâlde. Benimki açık sarı, bak seninki koyu, ufff be! Şununkine bak, onunki kırmızı olmuş resmen. Kan işiyor vesselam. Kötü, kötü, çok kötü. Tövbe tövbe!
Neyse, biz yine dönelim diziye.
- Sen de, ben de, normal olmanın ne kadar berbat bir şey olduğunu, gayet iyi biliyoruz çünkü ikimiz de farklıyız. Diğerlerinin, normal insanların gözünde ikimiz de ucubeyiz.
- Diğerlerinden farklı olmak, insanı daha güçlü kılar. Öyle değil mi?
- Peki sen, kızın diğerlerinden daha ne kadar güçlü olsun istiyorsun? Kızının cüce olduğunu zannediyordun. Onu, önündeki zorlu hayata hazırladın. Bravo, gayet de güzel yaptın ! Bak, içeride ne diyor? “Kendimi seviyorum” diyor. Aferin sana! Senin sayende. Ama kızın, senin gibi değil. O başka bir hikâye. Onun, senin yaşadığın zorluklara katlanmasına gerek yok. Şimdi içeri git, kızının yanına, “Sana yalan söyledim” de. Geçmişe dair. Söylememiş olsan bile. Geçmişi sil. Tamam? Bırak, kendi hayatını yaşasın.
Betimleme seslendirmeninden öğrendiğime göre, burada Melek ağlamaklı gözlerle Selvi'nin odasına bakıyor. Melek, o kadar doğru duruşla kendini anlattıktan ve yeti farklılığını olabildiğince doğru tanımladıktan sonra, sakatlığını kendine yedirememiş Hekimoğlu'na teslim oldu ya.... Sonuçta senaryoları yazanlar, ötekiler. Ötekileri ötekileştiren ötekiler... Yani bizim sağlamcılar…
Sahnenin devamında, Ateş çömeldiği yerde kalıyor ve kalkmıyor. Başını, bastonuna yaslayıp düşünüyor. Aslında, o da söylediklerinden nefret ediyor sanki. Betimlemenin sonucu, ben bunu anladım.
Ateş’in yönlendirdiği annesi, Selvi'nin yanına gelip onu tedaviye ikna etmeye çalışırken Selvi itirazla annesine: "O zaman neden ismimi Selvi koydun? Boyum uzun olsun diye mi?" diye sorar. Annesi ise benim hiç beklemediğim şekilde sevgiyle şöyle açıklar: "Hayır kızım. Adını, boyun uzun olsun diye Selvi koymadım. Yaz kış demeden, yağmur çamur demeden, senin gibi hep yemyeşil olduğu için senin adını Selvi koydum. Hep umut vadettiği için"
Hiç bilmediğim bir farklılık türü olarak cücelik hakkında dünya üzerinde 200'den fazla çeşit olduğunu ve her birinin kendine has, farklı tıbbi sorunları olduğunu öğrendim. “İki saati aşkın süren ve onca satır şey yazdığın bir diziden bunu mu çıkardın?” derseniz, evet, elle tutulur öğrendiğim birkaç şeyden biri bu. Diğerleri, ortak bildiğimiz şeylerin başka bir pencereden iz düşümü. Kimsenin farkının kimsenin gözüne batmadığı, herkesin herkesle ortak bir alanda yaşama bilincine kavuştuğu günler de gelmez mi dersiniz?
Dizinin tüm bölümlerinin sonunda, o bölümde işlenen konuya dair bir mesaj verilmektedir. Betimleme sağ olsun, yoksa nereden bilecektik. Bu bölümün mesajı ise şöyle:
Cücelik, tedavi gerektiren bir hastalık değildir. Toplumun bilinçlenmesi ve çevresel engellerin kaldırılmasıyla, kısa boylu bireyler de sağlıklı, başarılı ve mutlu hayatlar sürebilirler.
Kısacası, yaşamak herkesin hakkıdır ve bir iş ortaya konduğunda, herkes için olduğu göz ardı edilmediğinde, hayat herkes için daha yaşanılabilir olacaktır.
Son söz: Bu yazıyı yazarken, emeklerinden çok istifade ettiğim ayrıntılı altyazı çevirmenleri; Hatice Başpınar, Özgür Türk, Feride Tezcan, Nuray Ünal, Ece Naz Batmaz'a sonsuz saygı ve sevgilerimi sunuyorum. Laf olsun diye değil, gerçekten...