Çocukluğumun en sevdiğim çizgi filmlerinden biriydi He-Man. Erkek Adam! Demek ki dünyanın neresi olursa olsun cinsiyetçi yaklaşım her yerde mevcut. Sonraları kadın versiyonu da çıktı. Ancak ben büyümüş müydüm ne? Ne TV'de çok sık gördüm ne de seyrettim. Bilmeyenler için biraz açıklayayım. İzleyenler de hatırlar belki. He-Man aslında adı Adam olan bir prens. Son derece kibar, naif ve ince hatta hımbıl bir delikanlı. Bir de kedisi var. Kedi dediysem kaplan ama ödlek bir kaplan. Adı da Titrek. Adam, birtakım olaylar olunca "Gölgelerin gücü adına, güç bende artııııııkk" diye bağırarak He-Man'a dönüşüyor. Bu esnada kılıcını iki eliyle önünde tutup göğsüne kaldırıyor. Kendi He-Man olunca kılıcını Titrek'e uzatıyor. O uyuz kedi çok güçlü ve atik bir kaplan oluveriyor. Adı da Atılgan oluyor ondan sonra. Bu sırada fonda şimşek çakması benzeri ışık ve ses oyunları veriliyor. Birlikte kötülere karşı mücadele ediyorlar. Özellikle de nedenini tam hatırlamadığım bir sebeple genelde kötülerin temsilcisi İskeletor ve yandaşları ile savaşıyorlar. Anımsadığım kadarıyla He-Man'ın kıyafetini de betimleyeyim size. Adam'ın nasıl giyindiğini hatırlamıyorum. Ha bu arada
He-Man'ın Adam'dan farklı olarak kaslı, pazulu bir hale dönüştüğünü de belirtmeliyim. Altında sadece kırmızı slip bir külot, üzerinde de lacivert yüzücü atleti benzeri bir şey vardı. Atlet dediysem göbek kısmı açık. Göğsünün sadece ön kısmı kapatılmış ve bu kısımda He-Man yazan, dört tarafından, yani ikisi omuz üstünden ikisi de kol altından uzanan, bantlarla arkada bağlanan bir atlet denilebilir. Ayaklarında da dizlerine kadar uzanan çizmeler vardı. Aklımda kalan bir başka görsel kod ise saçları. Küt kesim, gür ve sarı saçları.
Diyeceksiniz ki “Bayram değil seyran değil He-Man ne alaka?” Bu ülkede bazen He-Man olasım geliyor. Kendimi son zamanlarda daha çaresiz hissediyorum. Amansız bir hastalığa tutulmanın çaresizliği değil bu. Yapılabilecek bir şeyler varken maddi imkansızlıklar ileri sürülerek bir şeylerin yapılamamasından bahsediyorum. SMAlı çocuklar mesela. Yakınımda bir ilçe Bergama. Oranın SMAlı bir çocuğu vardı Kaan Efe. Tanıdıkları, yakınları tek tek kapı kapı hatta insan insan yardım topladılar. Geçtiğimiz yaz ilçemde düzenlenen bir festival olan Emek Şenliklerinde yardım toplayabilmek için tek tek insanlarla uğraşmak zorunda kaldılar. Geçen basından duydum, onun tedavisi için gereken para toplanmış. Ne diyelim? Darısı diğer çocuklarımızın başına. Neden bu insanlar birilerinin merhametine muhtaç bırakılıyorlar? Neden tek tek insanların saçma sapan sorularıyla, yargılayıcı bakışlarıyla uğraşmak zorundalar?
Yakın geçmişte kendimi başka bir açıdan SMAlı gibi hissettim ben de. Hani denir ya “Başına gelmeyince bilmez insan” diye. Gerçekten öyle galiba. Başımıza gelmeden tam olarak kavrayamıyoruz bir şeyleri. 1992 yılından beridir Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi'nde Devic nedeniyle tedavi görüyorum. Yaklaşık on kere falan yatıp çıkmışlığım var. En az beş gün en çok üç ay tedavi gördüm yatarak. Tabii evde tedavim devam etti ve ben sayısız kere kontrol veya günlük ilaç alım maksatlı hastaneye gittim. Geçtiğimiz Aralık ayında bir kez daha kortizon tedavisi almak için hastaneye yattım. Bu arada MS odaları uzunca bir süredir yarı özel olarak geçiyor. İki kişilik odalar. O da içinde banyo tuvalet ki bu güzel bir uygulama olarak, kaç kişilik oda olursa olsun Dokuz Eylül Hastanesi’nde odalara özgü tuvalet ve banyolar var. MS odalarında fazla olarak küçük bir buzdolabı ile televizyon var. Refakatçilerin kaldığı koltuklar bildiğiniz kolçakları olmayan, yatırılamayan, dandirik tek kişilik bir koltuk. Oldum olası refakatçilere sunulan laf olsun torba dolsun hizmete sinir oluyorum. Sonuçta insanlar orada keyfe keder kalmıyorlar. Hasta bakıyorlar. Martta göğüste genel bir odada yattım. Oradaki koltuk yatırılabiliyordu mesela. Nörolojideki bu kafayı anlamıyorum arkadaş. Ha bu odalara son yattığımda günlük 80 TL para ödedim. 80 TL de yanımdaki hasta ödüyor. Toplam oda başına günlük 160 TL para ödeniyor anlayacağınız. Dört tane MS odası var. Yani günlük yedi yüz kırk Lira para kazanıyor hastane MS hastalarından.
Neyse ne diyecektim. Klavyeye çökünce gene elim açıldı. MS konusundaki tek yetkin Prof. Hoca ben hastanede yatarken açığa alınmış. Yaklaşık bir hafta vizite gelmeyince bir aksilik olduğunu anladık. Hastalar ve refakatçiler arasındaki dedikodulardan duyduğum, hakkında şikayet olduğuydu. Ancak taburcu olduktan sonra basında çıkan haberlerden duyduğum hastane yönetimi MS hastalarının kullandığı ilaçlar çok masraflı olduğu için Hoca'dan hasta sayısını azaltmasını istemiş. Hoca da tabii ki bunu kabul etmemiş. Mesela şimdi kabul etseydi Hoca, beni gözden çıkarsaydı, ben kabullenip 23 senedir tanıdığım doktordan vaz mı geçecektim? Hangisi doğru bilmiyorum. Dilerim en kısa sürede çözülür.
Normalde ben kortizon tedavisi aldıktan sonra Hoca evde dinlenmem için en az bir ay rapor verirdi. Hoca olmayınca kimse heyet raporuna girmedi anlaşılan. Asistan doktor sadece on gün rapor verebildi. Ben tabii toparlayamadım kendimi. Üstüne izin almak durumunda kaldım. Bu en basiti. Mesela altı ayda bir kemoterapi tedavisi alıyorum. Şubatta bu tedaviyi almam gerekiyor. Şimdi merak ediyorum. Eğer Allah korusun hocam dönmezse alabilecek miyim? Veyahut Şubat gelene kadar bu ve benzeri tedavileri alması gerekenler alabiliyorlar mı acaba? Basında çıkan haberden anladığımıza göre Dokuz Eylül’de üç bin yedi yüz MS hastası hizmet alıyormuş. Hepsi de Serkan Hoca’nın hastası. Ben sadece kendimi biliyor ve anlatıyorum. Bütün hastalar benimle aynı durumda, aynı belirsizlik, ürkütücü bekleyişte. Üstelik bizlerin moralinin yüksek tutulması gerek. Herkesin kafası artık Serkan Hoca’da ve “Hoca dönmezse ne olacak?” sorusunda eminim.
Günlük tedavi odası vardı. Günlük kortizonlarımızı aldığımız ve dahası benim gibi ekstra günlük ilaç tedavileri alan hastaların faydalandığı. Orada çalışan bir sürü insan vardı. O birim kapatılmış duyduğum kadarıyla. Bu yazı yayıma hazırlanırken yine ilaç almak için hastaneye gittim. Gider gitmez dumur oldum. 1999 yılından beri gördüğüm iki hemşire var. Ben bildim bileli nöroloji servisinde hizmet veriyorlar. Hatta sanırım orada işe başladılar. İşlerini dört dörtlük bilinçle yapan ehil insanlar. Uzunca bir süredir de MS günlük ilaç alım biriminde Serkan Hoca ile çalışıyorlar. Ancak ilaç şirketi elemanı değil, Dokuz Eylül personeli hemşireler. Onları başka bölümlere göndereceklermiş. Oraya sıfır hemşireler getirilecekmiş. Oturmuş bir sistemi, sırf Serkan Hoca kurdu diye bozup işleri arapsaçına çevirmezler inşallah. Peki bu durum en çok kime koyar. Tabii ki oradan hizmet alan hastalara. Ağız dolusu sövmek istiyorsun. Susuyorsun karnın ağrıyor. Sövüyorsun terbiyesiz diyorlar. Desinler, karnımın ağrımasından iyidir. İçimden sövüyorum hem kime ne?
İşte tüm bu sebeplerle “Kendimi SMAlı gibi hissediyorum” dedim ya. Gerçi onların ve ailelerinin yaşadıklarının yüzde biri bile denmez belki ama…. Elime bir kılıç alasım, "Gölgelerin gücü adına" diye avaz avaz bağırasım var. Ha bu arada, Cimer'den bir talep oluşturayım diyorum. İlgili ekranlara ulaşıyorum. “Devam” diyorum. İlerlemiyor kesinlikle. “Yıldızlı bölümleri doldurun” uyarısı çıkıyor. Bakıyorum, hepsi dolu. Hangisinde sıkıntı var belli değil. Devletin tüm kurumlarının bağlı olduğu E-Devlet'te bile böyle erişilebilirlik sorunları olursa ne olur gerisi? Gel de He-Man olma. Gel de karşındaki herkesi İskeletor görme. Çıldırmak işten bile değil memlekette.
Pandemi döneminde hepimiz izledik. Başta İsrail olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde engelliler ve yaşlılar gözden çıkartılmış gruplardı. Tedavi imkanları kısıtlıysa, ekonomik koşullar zordaysa devlete daha fazla külfet sayılan insanlar, bizzat kendi ülkeleri tarafından insan olmak sıfatından çıkartılıyorlar. Evet, sözün tam karşılığı bu. İnsan değilsin. Yani şöyle bir sağlama yapılıyor. Senden elde edilen menfaat ne? Senin için yapılan masraf ne? Dengede masraf menfaati geçiyorsa katli vaciptir. Bu, bu demek.
Sözün özü: Bu derginin sayfalarında yazdığı bir yazıda “Hem Kadın Hem Körsen Keşke Ölsen” demişti Gamze Sofuoğlu. Şimdi ben de diyorum ki “Hem tedavisine devam etmek zorunda olduğun bir hastalığın varsa hem de sakatsan hemi de körsen keşke geberip gitsen” diyorlar resmen.
Gebermeyecem işte! İnadına ölmeyecem lan. İnadına Dokuz Eylül'e gidecem. Çok pis gıcığım geldi.