“Biliyor musun ne oldu? Görmeye başladım. 600 yıldır resim yapacağız diye göz nuru döküyoruz. Her şey bir optik sorunu. Sınırlarımızın farkında mıyız? Çizgi, renk, model, perspektif, gölge ya da geometri. İzlenim, form. Hepsi de gözle ilgili, sanki başka organlarımız yokmuş gibi.”
İşte bizim güzelim yeti farklılığımız. Bin yıllardır herkesin derdi olmuş körlüğümüz, biricikliğimiz. Ceza, ödül, ayrıcalık… Herkes onu bir derviş hırkası gibi kullanıyor. Yanmaktan korktuğu için dokunamıyor, giyemiyor üzerine ama edebiyatından var oluyor. Tıpkı rakı masasındaki yancı gibi. Ne “günahı” paylaşıyor, ne de uzağına düşüyor. Az düşünüyor, çok biliyor. Sofraların değişmeyen dervişleri olan bizlerin de en az başkaları kadar düşünmeye hakkımız var sanırım üzerimizdeki hırkaya dair.
“Düşünüyorum, o halde varım.” Düşündüğüm için mi varım, düşündüğümü somutlaştırdığım için mi? Maddeden oluşan aklın soyuttan somuta evrilmesi yani yine maddeyle buluşması kaçınılmaz sonuçta. Bu yazıyı da birilerinin saçma sapan bir yakıştırması olan ve temcit pilavı gibi tekrarladığı “Felsefe” yapmak için yazmıyorum. Zaten felsefe, yapılacak bir şey de değildir kanımca.
Üzerimizdeki hırkaya yapışan algıların somut çıktısını deneyimlediğim için bunu yazıyorum. Yazının başında tırnak içerisindeki bölümü Carlos Fuentes’in “Körlerin Şarkısı” isimli öykü kitabından alıntıladım. Çok şey düşündürdü ve bu yazının doğumuna neden oldu. Ben de bu düşündüklerimi kolektif akla açmak, yancıları da kadeh tutmaya davet etmek için kaleme aldım. Sonuçta bir elma bizi cennetten eder ama yeni bir dünyanın oluşumuna neden olur.
Başa dönelim. “Sanki gözden başka organ yok mu?” Görsel olanı gözsüz de başaramaz mıyız? Benim anladığım, yazar burada yeti farklılığı gerçeğini sağlam bir zemin üzerinde sunmuş okuruna. Keşke karşımda olsaydı. Onunla sohbet edebilmek için neler vermezdim. Görsel olana, görsel estetiğe, fildişi kulesindeki ressama meydan okuyor. Görmenin iktidarını sarsıyor, konfor alanını parçalıyor. Kitap satır satır zihnime akarken soyut, somut ile birleşiyor. Öykü kahramanımızla el ele dolaşıyoruz somutun yanı başında. Önce Eşref Armağan’ı ziyaret ediyoruz. “Gözsüz de olur bu işler” diyor tuvali. Sonra tarihin kokusu üzerimize sinerken adımlıyoruz Beyazıt sokaklarını. Görmenin iktidarına meydan okuyan körlerin festivalindeyiz. Sanatçımız Mustafa Gülek’in denetiminde körler görsel bir sanatın ayrıntılarını deneyimliyor. Kör fotoğrafçılar projemizin de temeli atılıyor. Erişilebilir fotoğraf çekmeyi deneyimleyen yazarımız Eylem Yurtsever için “Türkiye’nin en iyi fotoğrafçısı olarak yetiştireceğim onu” diyor hocamız. Meksika’dan Türkiye’ye birbirini tamamlayan bir öykü gibi hissediyorum “Körlerin Şarkısını.”
“Resmi körün değneği olmaktan çıkarmalıyız” diye bir cümle geçiyor kitabın bir yerinde. İroni beni gülümsetiyor. Körlüğe dair ayrımcı bilinçaltının dışa vurumu olan bu söz, görmenin iktidarına meydan okumanın da bir parçasına dönüşüyor. Diyalektik böyle bir şey. Okyanustaki damlalar kadar sözüm var bu yazı için ama konuyu budaklandırmak istemiyorum. O nedenle şarkımızın yeni pasajlarını bir sonraki yazıya erteliyorum. Şarkıma ses olunsana. Aralık’ın soğuğunu beraber kıralım. Yeni ölçülerle buluşmak üzere.