Kadındık, siyahtık, işçiydik. Ezildik, gizlendik, öldürüldük. Bir ses yükseliyor; ırkçılığa karşı, cinsiyetçiliğe karşı, sömürüye karşı.
Peki ya biz? Bizim sesimiz nerede?
8 Aralık akşamı oynanan şampiyonlar ligi maçında tarihe geçecek bir olay yaşanıyor. Maç esnasında hakem, takımlardan birinin yardımcı antrenörünü işaret etmek için, ‘negru’ ifadesini kullanıyor. Muhtemelen ‘negro’ sözcüğüyle aynı kökten gelen bu ırkçı ifadeye, önce kendisine ‘negru’ denen antrenör tepki gösteriyor. Hakem bu sözcüğün kendi dilinde hakaret anlamı taşımadığını, yalnızca siyah anlamına geldiğini söylüyor. Bunun üzerine, takımın futbolcularından biri şu efsane yanıtı veriyor: “Sen bir başkasına beyaz adam demiyorsun da niye ona siyah adam diyorsun?”
Bu tepkilerle birlikte her iki takım da oynamaya devam etmeyeceklerini söylüyor ve sahayı terk ediyorlar. Maç başka bir tarihe erteleniyor ancak yaşanan bu olay sonrasında sergilenen ırkçılık karşıtı duruş küresel bir yankı buluyor. Öyle ki daha önce ırkçı açıklamalarla gündeme gelenler bile bu tepkilere katılıyor. Bunu biraz yeti farkını engele dönüştüren sağlamcıların samimiyetsiz 3 Aralık mesajlarına benzetiyorum ve ayrı bir yazının konusu olabilecek bu çelişkiyi bir kenara bırakıp soruyorum.
Peki ya biz? Her an her yerde ayrımcı söylemlerle karşılaştığımızda ne yapıyoruz? Ve dahası, ses çıkardığımızda neyle karşılaşıyoruz? Neler duyduğumuzu hemen uyarlayayım. “Bir defa siyahi antrenörün tepkisi tamamen kompleksinden kaynaklı. Kendiyle barışık olsa kendisine böyle denmesinden rahatsız olmazdı. Öyle her şeye de “ırkçılık” falan demek de çok gereksiz. Zamanında belki ezilmiş olabilirler ama şu an ne ayrımcılığından bahsediyoruz? Uluslararası düzeydeki büyük bir organizasyonda, Şampiyonlar Ligi’nde, görev almış daha ne istiyor? Hem sözcüklere de bu kadar takılmamak lazım, o bir futbol oyunu sonuçta. İnsanlar orada bir spor etkinliği için bir araya gelmişler, tutup da böyle güzel bir ortamı bozmak siyahileri ancak toplum gözünde itici yapar…” Daha da uzatabilirdim ama bu kadarıyla bile sinirlerim bozulmaya başladı.
Bu maçtan bir gün öncesine dönelim. Sosyal medyada; kadınların, uğradıkları tacizlere karşı yükselttikleri seslerini duyuyoruz. Hedefte Hasan Ali Toptaş var. Edebiyat çevrelerinde son derece saygın bir yeri olan yazara özür diletiyorlar. Geçmişten günümüze başka isimler de ekleniyor ifşalara. Elbette samimiyeti tartışmalı özürler kimseyi tatmin etmiyor ve hiç kimseyi kurtarmıyor. Başta okurları olmak üzere pek çok kişiden tepkiler yöneliyor yazara, yayınevlerine çağrılar yapılıyor.
Peki ya biz? Böyle bir durumda biz ne diyoruz, onu söyleyeyim bu sefer. “Her şeyden önce kişileri hedef almamalıyız. Biz işimize bakmalıyız. Haklarımızı kimseyi hedef göstermeden savunmalıyız. Hem ben o yazarı çok severim, bende ayrı bir yeri vardır kitaplarının. Zaten onun destekçisi de çok olur, o kadar insanı karşımıza almamalıyız. Ayrıca olayın detaylarını da bilmiyoruz,
konuyla ilgili tüm ayrıntılara hakim olmadan atlamamalıyız. Toplumun gözünde sorunlu ve agresif bir imaj vermiş olmayalım.” Ah dostlarım!
Biraz daha geriye gidelim. Aylardır bir ses yükseliyor yerin yedi kat altından. “Öyle mi alay komutanı!” diye soruyor. “Bir tane kıçı kırık patrondan hesap sormayı beceremeyen devlet, gücünü bizde sınayacak öyle mi?”
Peki ya biz? Durun durun, açıklıyorum hemen. “Bizdeki durum başka. Aynı şey değil. Devlet bize iş verdi. Ücretsiz şehir içi seyahat hakkı verdi. Bizim siyasetle işimiz yok. Hem hepimiz aynı politik görüşte değiliz. Zaten bunların amacı başka. Haklarını istiyorlarsa resmi makamlara baş vursunlar, mahkemeye gitsinler, olayı farklı bir boyuta taşımaya gerek yok. Ayrıca konunun devletle ne ilgisi var?”
Biz mi?
Erişilebilirlik yasası bilmem kaçıncı kez erteleniyor. Kendi mesleğini gereği gibi yapabilen bir avuç insan dışında, iş yerlerinde sığıntıyız. Sokakta her gün sözlü tacize uğrayan biziz. Kişi ve kurumların büyük çoğunluğu tarafından yok sayılan biziz. Kültüre, sanata, edebiyata, bilime herkesle aynı anda erişemeyen biziz. Belli mekanlara, belli arkadaş gruplarına hapsedilen biziz. Yılın belli günlerinde başı okşanan, hiçbir konuda fikri sorulmayan, sesi duyulmayan, muhatap alınmayan biziz. Partilere çağırılmayan biziz. Eşit bir biçimde sağlığa, eğitime ulaşamayan biziz. Gerçekten biz öldürülmüyor muyuz? Güvensiz şehirlerde yaralanmak veya ölmekle evlere kapatılmak arasında bırakılan biz değil miyiz? Ne istersiniz, illa meydanlarda kafamız mı kesilsin? Anne karnındayken yaşamamasına hüküm verilen biz değil miyiz? Engelli bebeğin dünyaya gelmemesi gerektiğinin her yerde açıktan savunulmasına tanık değil miyiz? Neyiz biz, peygamber falan mı?
Bizim yurdumuz yok mu? Bize, “Asla yalnız yürümeyeceksin” diyen yok mu? Bizim hayatlarımız önemli değil mi? Bizim zincirlerimizden başka kaybedecek neyimiz var?
Biz de birleşeceğiz. Kendi sesimizi yükselteceğiz.
Biz kim miyiz?
Sistem canımızı nereden yakıyorsa, kimliğimiz odur.