Geçenlerde çoğunlukla sesli olarak, bazen de odadaki yazılı sohbet özelliği kullanılarak iletişim kurulan ClubHouse uygulamasındaki odalarda dolaşırken her nedense İngilizce bir başlık gördüm. Body Shaming…
Muhtemelen literatürde böyle geçtiğinden… “Bedenden duyulan utanç olsa gerek” diye düşündüm ve ne konuştuklarını merak ettiğimden odaya girdim. Pek de şaşırmadığım üzere bu kez de mutlu olarak ayrılmamıştım odadan. Her zamanki gibi insanlar tuhaflıklarını burada da göstermişlerdi. Ukalalar çok ukala, mütevazılar/sindirilmişler çok mütevazı/sindirilmişti ve ben git gide sinirlendiğimi fark eder etmez oradan ayrılıverdim. Daha fazla dinlemeye ne gerek vardı!
İnsanların devamlı kendi vücutlarından utandıklarını ve bu şekilde psikolojilerinin bozulduğunu söylüyorlar, erkeklerin mi yoksa kadınların mı daha fazla utandıklarını tartışıyorlardı. Kozmetik ve pazarlamanın bu konuda ne kadar rol oynadığından bahsediyorlardı.
En çok aklımda kalan şey şuydu: Birisi insanlara “Güzelsin” bile demenin beden utancını arttırabileceğini söylemişti. Bunu düşünmek için rafa kaldırdım. Hâlâ zihnimde işlem görmekte ama buraya da yazmak istedim. Bu söylediği gerçekten doğru olabilir. Ama gereksiz olduğu da muhakkak. Yani şimdi ben bir arkadaşımın teninin çok güzel olduğunu düşünüyorsam, bunu söylemeyecek miyim? Tuhaf bir şekilde zorlama geldi bana…
Her neyse… Ben o odadan çıktım çıkmasına da kafam çalışmaya başlamıştı bir kere, durmuyordu. Zaten fazlasıyla düşündürülen bir konuydu bu, karşıma çıkınca nasıl olur da üzerine kafa yormaktan kendimi alabilirdim?
Serçe parmaklarım yamuk olduğu için kesildiğinden ellerimde toplam sekiz parmak var. Ayaklarım doğuştan dörder parmaklı. Kısa boyluyum. Ya çok cılız ya da balık etliyim. İki hâlde de insanlar mutlaka bir şey söylediğinden pratikte pek fark etmiyor. Peki, ben bedenimden utanıyor muyum? Kullandığım bastondan ya da işitme cihazı kullandığım zamanlarda cihazımdan?
Fotoğraflarda gururla bastonumu taşırım. Kendisiyle çok iyi anlaşırız. Diğer birkaç yazımı okumuşsanız ondan utanmadığımı biliyorsunuzdur. Cihazım benim için utanç kaynağı değil, bir tür kurtuluştu ama cihazı gördüklerinde insanlar kulağımın dibinde bağırıyorlardı. Yine de ondan utandığımı düşünmüyordum. El parmaklarım konusunda utandığım pek söylenemez. Bir zamanlar sınıftaki herkes on parmak daktilo kursuna gider ve sınıfta tek başıma kalırdım. O zamanlar yatılı bir okulda okumuş olan birisi için çok nadir bulunan yalnız kalma zamanlarımdı. Olmayan serçe parmaklarıma kasideler yazasım gelirdi. O kadar mutlu olurdum ki! Sessizlikte kitap okuyabilirdim çünkü.
Ayaklarım için mesele biraz daha farklıydı. Nedendir bilmem ama aikido kursuna gittiğimde kural çıplak ayakla derse katılmak olsa da ben çorapla katılırdım. Ayaklarımdan utanıyor muydum? Muhtemelen. Peki, neden ellerimin dörder parmaklı oluşundan değil de ayaklarımın durumundan utanıyordum? İnanın bilmiyorum. Belki bir söz, bir takıntı ya da çok farklı başka bir şey yüzünden… Ama bir gün çok değer verdiğim bir arkadaşım kedisinin ayakları benimkilere benzediği için onu “Eylem ayaklım” diye sevdiğini söylediğinde o kadar mutlu olmuştum ki anlatamam. Muhtemelen bunu duyduktan sonra bir aikido dersi olsaydı oraya çıplak ayakla katılırdım.
Gerçi amacım burada kendimi masaya yatırmak değil, sadece durumu kullanarak bir tür zemin oluşturmak. Bakın resmen bu yazı için kendimi bir nevi malzeme hâline getiriyorum, kıymetimi bilin. Peki insanlar neden bedenlerinden utanır? Utandırılır mı? Şu yaşımda bile her fırsatta kısa boyum için bir sürü şey işitmişimdir. Hem de her fırsatta. Şimdi bunu yazmaya utanıyorum ama bir zamanlar o kadar yıldım ki boy uzatan vitamin kullanmıştım. Altı kova hem de… Belki de utanmamalıyım çünkü bunu yaparken cidden çok disiplinliydim. O ilaç bana disiplini öğretti diyebilirim. Neden o saçma sapan vitamini kullandım? Kendimi sevmediğimden mi? Alakası bile yok. Zaten bunu yazarken utanmamın sebebi bu. En çok sevdiğim şeye, kendime ihanet etmiş olmanın utancı bu. Evet, kendime ihanet etmiş, hiç gerek olmamasına rağmen kendimi düzeltmeye çalışmıştım. Çünkü kısa boylu oluşumun önüme çıkmasından bıkmıştım. Neredeyse her ortamda söylediklerimden ve yaptıklarımdan çok, bu durum ortadaydı.
“Eylem” dendiğinde, “Şu cüce Eylem mi?” denmese de, belki de deniyordur, bana hep bu şekilde lanse ediliyordu. “Eee Eylem, nasılsın?” diye sormalarının hemen arkasından ya da daha sormadan mutlaka kısa boylu olmamla ilgili bir şey söyleyiveriyorlardı. İtiraz edersem şaka yaptıklarından, benim kompleksli olduğumdan dem vuruyorlar, bazen bunu bile demeden gülüp geçiyorlardı. Bunu yapanlar çoğunlukla görmeyenler oluyordu bu arada. Gören arkadaşlarımdan buna benzer şeyler duyduğum çok çok nadirdir. Onun için şu zamana kadar hep söylerdim: “Körler sanıldığından da şekilcidir. Hatta gördüğüm en şekilci topluluk olabilir.”
Şimdi buna eskisi kadar inanmıyorum. Neden körlerin şekilci olduğunu düşünmüştüm? Bir tür yansıtmadan başka bir şey olmasa gerek. Sana nasıl davranılırsa, sen de öyle davranıyorsun işte. Gören insanlar için kısa boylu oluşumdan çok kör oluşum önemliydi ve daima bu tür bir ötelemeyle karşılaşmıştım. Oysa görmeyenlerle aynı şeyi paylaştığımdan, onlarda olmayan bir şeyle beni etiketliyorlardı. Yoksa “Görenler daha az şekilci” diye bir şey söz konusu değil aslında. Sadece görmeyenler bu konuda beni çok daha fazla şaşırtıyorlar. Onların hâlden anlayabileceklerini umduğum anda daha savunmasız duruma düşüyor, böylece onlara daha çok kızıyorum. Güven meselesi için de aynı şey geçerli. Oysa artık insanın her yerde insan olduğunu kabullenmeyi öğreniyorum. Niye şaka yapıyorlardı? Mutlu olmak için. Neden daha normal şeyler konuşmuyorlardı benimle ya da bunları daha az konuşuyorlardı? Aşağıda daha anlaşılır anlatmayı umuyorum ama en azından bu sorunumu çevremi değiştirmekle, bana daha doğru davranan insanlarla yan yana olmakla çözdüğümü söylemeliyim.
İşte malzemeler ortada. Peki şimdi bunları nasıl bir kompozisyon hâline getireceğim? Yani bu yazının amacı ne? İç dökmek mi? Hem “Evet” hem “Hayır.” Artık bedenimden utanmaya meyilli olduğumu sanmıyorum. Böyle olsa bile beni eskisi gibi etkilemeyeceğini umuyorum. Aslında biliyor musunuz, bir zamanlar utanmış olduğumu da tam olarak düşünmüyorum. Sadece bu “body shaming” denen şeyin dışlanmış, öteki olmaktan nefret edişimizin bir tür tezahürü olduğu kanısını taşıyorum. Yani mesele utanmak değil. Bence mesele o olsa bile önemli olan şey utancın kendisi değil. Bedenden utanç duyma diye bir şey var ama aslında bu tam anlamıyla utanç değil. Bu, geçen yazımdaki schadenfreude hissi ile doğrudan ilişkili bence. Karşımızda utandıracak, dolayısıyla kendimizi yüceltecek bir şey arıyoruz. Ötekiyle kendimizi karşılaştırıyor, beynimizin bizlere yaptığı torpille kendimizi yüceltiyor ve mutlu olarak, özgüvenimizi arttırarak hayatta kalıyoruz. Dopaminimizi zirveye çıkaran şeylerden birisi de bu değil mi? Beynin salgıladığı, karşımızdaki insanlarla aramızdaki hiyerarşiyi dengelemek için ihtiyaç duyduğumuz çok önemli bir nöro transmitter dopamin. Bu konuda sadece okuduğum kitaplardan bilgilenmiş bir amatör olarak yazıyorum bunları. Yani bedenimizden dolayı hissettirilip hissedilen utanç aslında ötekiyle kendimizi karşılaştırırken çıkan bir nevi cüruf. Bir tür yan etki. Ya da egzozdan çıkan kirli gaz desem çok da yanılmış olacağımı sanmıyorum.
Ha, bakın aklıma çok daha iyi bir örnek geldi: Bir insanın dışkısı, diğer insanlara da kendisine de kokar değil mi? Kimse bir an önce dışkıladığı ürünle yan yana kalmak istemez. Hemen sifonu çeker ya da onu gömüp oradan uzaklaşırız. İşte bedenlerimizden duyduğumuz ya da başkasına hissettirdiğimiz utanç da aynı şey. Yani kendi hakkımızda beynimizde ürettiğimiz takıntılarımız da bir şekilde bu utancın birer parçası olabilir. Başkasının bize hiçbir şey demesine gerek yok. İnsan kendi dışkısını kendisi üretir. Ama bu utandırma durumunda mesele sadece kendi dışkımız değildir. Bizim yapmamız gereken şeyse sadece iyi bir kanalizasyon sistemiyle bu dışkıyı etrafımızdan uzak tutmak, onu filtreleyerek dünyaya zarar vermesini engellemektir. Bunun için de en iyi filtreleme araçlarından biri, sonradan bile öğrenip kazanabileceğimiz empati duyabilme yeteneği olabilir.
Biliyorsunuz, Ortaçağ’da tuvalet bile yoktu birçok yerde. İnsanlar dışkılarını öylece sokağa atıyorlardı. Diğer insanları, doğayı düşünmeden. Sanıldığı gibi anında gübre olarak işe yaramaz dışkılar. Önce dışkıların yanma denen bir işlemden geçebilmek için beklemesi gerekir. Aksi takdirde son derece zararlıdır. Uygarlıkla birlikte birçok sorun gelmişse bile en azından dışkılarımızın çevreye zarar verilmesi önlendi. Böyle bir şey olabildiyse, bunu başarabildiysek, neden manevi dışkılarımızı da tahliye etmeyi öğrenemeyelim?
Eh, bu defalık benden bu kadar. Başkalarının yaşayıp bana anlattığı bedenlerinden utanma durumları da çok fazla vardı ve belki de bu yazıya çok daha uygun örnekler olabilirdi ama buraya onlarla ilgili yazmak, sifon çekmeden dışkılamak ya da gömülmüş bir dışkı öbeğini kazıp ortaya çıkartmak gibi geldiğinden kendimle ilgili örneklerden yararlanmak bana daha uygun göründü. Peki, siz sifonun sesini işittiniz mi?