Merhaba arkadaşlar, bu ay sizlerle sözde erişilebilirlik çözümlerinden konuşalım istedim.
Biliyorsunuz, bir 3 Aralık Dünya Engelliler Günü ve 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü geçirdik. Peki, haydi Dünya İnsan Hakları Günü’nü anlıyorum ama biri bana Dünya Engelliler Günü’nü anlatabilir mi? İnsanla, engelli insan arasında ne gibi bir fark var? Engellilik yeti kaybından mı, erişilebilirlik düzenlemelerinin yetersizliğinden mi kaynaklanıyor? Cevabınız ikinci şıksa, ki gerçekten öyle, o zaman yeti kaybı yaşayan insanın, kendi dahli olmayan bir durumla ilgili bir ayrıma tabi tutulmasının mantığı nedir? Sözde bu ayrımı yapmadığını, kendince erişilebilir çözümler bulduğunu iddia edenlerin durumu ne? Getirilen çözümler ne kadar erişilebilirlik sağlıyor? Bunlar uzar gider.
3 Aralık Dünya Engelliler Günü’nde sevgi pıtırcığına dönüşen yetkililer; o kılavuz çizgiler üzerine dikilen beton ya da demir direklerden, kılavuz çizginin tam ucunda yer alan çukurlardan, çizgi üzerine meyve kasasından gömlek tezgahına kadar, aslında dükkanının içinde durması gerekenleri seren esnaftan, arabasını rampa önüne park edip kayıplara karışan sürücülerden, neredeyse belinize gelen yüksek kaldırımlardan, hiç rampası bulunmayan ya da kılavuz çizgisi bina girişinde pat diye bitiveren kamu binalarından, sesli anons sistemi hiç olmayan ya da olduğu halde kullanımı şoförünün inisiyatifine bırakılan toplu taşıma araçlarından haberdar olmasalar gerek ki, “En erişilebilir benim şehrim” yarışına giriyorlar. En tatmin oldukları günde, “Biz şu kadar metre kılavuz iz yaptık, şu kadar yere rampa koyduk, şu binaların erişilebilirliğini hallettik.” demeçleri veriyorlar. Yani zaten yapmaları gerekenleri bir lütuf olarak görüp takdir bekliyorlar.
Peki ya firmalar? Erişilebilirlik çözümleri bulduklarını çarşaf çarşaf ilan eden, bunu reklam aracı olarak kullanan firmalarda da durum farklı değil. Bu aralar pek çok beyaz eşya firması ile muhatap oldum. Bir tanesinin ürettiği erişilebilirlik çözümü, sadece bir model için geçerli; o model dışında bir ürün tercih etme şansınız yok. Bir başkasının bulduğu çözüme sahip olabilmek için ürün fiyatının üçte bir daha fazlasını ödemeniz gerekiyor. Birçoğunun erişilebilirlikten haberi dahi yok. Sorduğunuz zaman, kuantum fiziğinden sınav yapıyormuşsunuz muamelesi ile karşılaşıyorsunuz. Bu noktada, getirilen yöntemler gerçekten ne kadar erişilebilir? Benim özgürce karar vermemi ne kadar sağlıyor?
Şimdi bana itiraz edenler; “Bundan birkaç yıl önce bu da yoktu, nankörlük etme!” diyenler olacaktır. Biliyorum yoktu ancak olması gereken erişilebilirlik bu değil. Amerika’yı yeniden keşfetmiş gibi duyuruları yapılan yöntemler böyle olmamalı. Üç beş kaldırıma kılavuz çizgi döşemekle, birkaç binanın önüne rampa koymakla, iki üç toplu taşımada sesli anons bulundurup canın istediğinde kullanıp, istemediğinde kapatmakla, yüzlerce model ürünün varken sadece bir tanesine erişilebilir çözüm önermekle insanlık onuruna yaraşan erişilebilirlik sağlanmıyor. Bu yapılanlar, bir hak değil, lütuf olarak görülüyor ve deniyor ki, “Yaptım işte, daha ne istiyorsun?” Anlatayım ne istediğimi; evime ürün alırken hangisini beğenirsem onu tercih etmeyi, bir yere giderken kaldırımlarda özgürce yürümeyi, çıkan her kitabı herkesle aynı anda alıp okuyabilmeyi, her filmi istediğim sinema salonunda ve istediğim seansta izleyebilmeyi, bir toplu taşıma kullanırken sesli anons sisteminin çalışıp çalışmadığını ya da tekerlekli sandalye ile binip binemeyeceğimi düşünmemeyi, alışveriş yaparken her ürünün etiketini okuyup inceleyebilmeyi, oturduğum kafelerde mönüyü garsona sormamayı, kılavuz çizgi üzerindeki direğe çarpıp anlımı, dizimi, burnumu ya da yüzümü yaralamamayı, meyve tezgahını devirdim diye manavdan küfür yememeyi. Kısaca, erişilebilirliğin bir lütuf değil, bir hak olarak görüldüğü bir dünyada insanca yaşamayı ve 3 Aralık Dünya Engelliler Günü diye bir ayrım olmaksızın; 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’nü gerçekten insan gibi hissederek kutlayabilmeyi…