Merhaba değerli okur.
2020'nin son sayısını biz yeni bir yazı dizisinin ilkiyle güzelleştirmeyi istedik. Bu ay ve önümüzdeki iki ay boyunca sizleri heyecanla takip etmenizi arzuladığımız üç farklı başlıktaki çevirilerle buluşturmak için harika bir motivasyonumuz var. Diri tutmayı ve bu hedefimizi gerçekleştirmeyi umuyoruz.
Nedir bu çeviriler peki? Biz neden bunu yapmak istedik?
1973, 74 ve 75 yıllarında; National Federation of the Blind (NFB) / ABD Ulusal Körler Federasyonu tarafından düzenlenen yıllık kongrelerde 3 farklı temadan sakatlık perspektiflerini ele alan konuşmalar yapıyor NFB'nin o dönemki başkanı Kenneth Jernigan. Bugün aynı vizyonu sürdüren NFB’nin, dünyada başka oluşumların ve bizim de Türkiye'de sakatlık hareketi adına söylediklerimizin temel çerçevelerini çiziyor. Bu sözlerin bin dokuz yüz yetmişlerin başında söylendiğini de düşünürsek; dönemi ve bağlamı içinde oldukça zihin açıcı şeyler okuyacağınızı söyleyebiliriz.
İlk konuşmasında, sizin de ilerleyen paragraflarda göreceğiniz üzere; tarih bize karşı mı diye soruyor. Tarih, anlatılarını kurarken kimleri anlatmıyor, neleri dışarıda bırakıyor, hangi körlerden sıkça bahsediyor, hangi meseleler daha çok vurgulanıyor sorularını bizim için cevaplıyor. Her tarihçinin kolay kolay bulup anlatmadığı insan hikayeleri anlatıyor. "Evet, bunlar da gerçekti!" diyor. Tarihin sahnelerinde gezinmeyi sevenlerin, keyifli satırlar bulacağına inanıyoruz.
Sonraki sayıda olmasını planladığımız 1974 tarihli konuşmasında ise, edebiyatın sayfalarına dalıyor Jernigan. Şairler, romancılar, deneme yazarları körleri nereye koyuyor eserlerinde, biz nasıl algılanıyoruz, rolümüz ne oluyor tahayyül ettikleri kurguda, olduğumuz gibi mi anlatılıyoruz, yoksa olmamız, bahsedilmemiz istendiği gibi mi diye soruyor. Sadece farklı çağlarda, farklı türlerde, bir yazarın iki farklı eserinde değil; tek bir kitabın içinde bile sıkça rastlanabilen çelişkili, çatışmalı tahayyüllerin varlığından bahsediyor. Edebiyat bizim karşımızda mı sorusunun cevabını birlikte buluyoruz.
Dizinin 1975 tarihli son konuşmasında ise; ihtiyaçlarımızın, potansiyelimizin farkında olduk ve bizimle beraber aynı farkındalığa sahip olmaya başlayan gören dostlarımız da var; ama halen medyada ve neredeyse tüm toplumsal hizmet kuruluşlarındaki çoğunluk, bizden ve yükselen taleplerimizden haberdar değil diyerek toplum ve onun kurumları bize karşı mı sorusunu yöneltiyor. Tanıdık değil mi? Bugün de gören dostlarımız var bizimle hak temelli bir yaşamı konuşabilen; ama yeterli değil. Ulaşmaya, erişilebilirliği birlikte konuşmaya ihtiyacımız olan birçok organı var içinde yaşadığımız toplumun. Bu konuşma bize bildiklerimizi yeniden hatırlatır, henüz düşünmemiş olduklarımıza bir ışık yakar umudundayız.
Üzerine söz söyleyecek daha fazla cümleye Türkçe olarak da ulaşmak, birlikte konuşabileceğimiz insan sayısını artıracak; daha fazla insan, bu söylenenlerin bugün hala ne kadarının geçerli olduğunu analiz edecek, ne kadarının ise değişip yeni şeyler söylendiğini düşünecek inancı; bu çevirileri yapmaya başlamak için bizi heyecanlandırdı.
Eski söylenmişlere referansla bugünkü adımları atalım; eski söylenmişlerin üzerinden geçen zamanı, köprüden akan suları bilimsel düşünce ilkelerine uyarak yorumlayıp yerine yenilerini koyalım, sosyal bilimlerdeki birçok alana göre nispeten genç olan sakatlık çalışmalarını çok daha fazla insanla yorumlayalım istiyoruz. Bu bağlamda; tamamlamayı umduğumuz bu yazı dizisi bizim için de bir başlangıç olacak.
Herkese keyifli okumalar diliyoruz.
Körlük: Tarih Bizim Karşımızda mı? Ulusal Körler Federasyonu Eski Başkanı Kenneth Jernigan’ın, yıllık NFB genel kurulunda yaptığı konuşması
New York City, 5 Temmuz 1973
Alandaki uzmanların yanı sıra, genel halktan insanlar, geleceğin körler için neler getireceği konusunda büyük farklılıklar gösteren düşüncelere sahipler. Bunu olduğu gibi söylemeye çalışan bazıları, sonsuz ekonomik bağımlılık ve ikinci sınıf vatandaşlık rollerinde hata yaptığımızı görüyor. Daha umutlu birileri, bağımsızlık, eşitlik ve topluma tam üyelik yolunda yavaş ama istikrarlı bir ilerleme öngörüyorlar. Benim görüşüme göre, bu bir öngörü meselesi değil, karar meselesidir. Bu
olası sonuçların hiçbirinin kesin veya öngörülebilir olmadığına inanıyorum, çünkü yaptığımız seçimlerin ve bulunduğumuz eylemlerin kendileri , geleceğin belirlenmesinde birer faktördür. Kısacası, biz körler olarak (tüm insanlar gibi) alternatif geleceklerle karşı karşıyayız: kendi hayatlarımızı yaşayacağımız
bir gelecek ya da bizim için hayatlarımızın yaşanacağı başka bir gelecek.
Ama gelecek açık ve olasılıklıysa, geçmiş kesinlikle kapanmıştır ve nihaidir. İnsanların gelecekteki işlerin şekline dair sahip oldukları tartışmalar ne olursa olsun, tarihin kalıcı kaydıyla maziye karışan işlerin şekli hakkında hiçbir kuşku olamaz. Ya da olabilir mi? Alternatif geçmiş diye bir şey var mıdır?
Hepimiz tarihsel kayıtların bize ne anlattığını biliyoruz. Tarihsel kayıtlar bize, sadece düne kadar, körlerin normal toplum katmanlarından tamamen dışlandığını söylüyor. İlk toplumlarda, denildiğine göre, terk edildiler, yok edildiler ya da topluluğun delilik sınırlarında dilenciler olarak kendi başlarına savaşmaya bırakıldılar. Orta Çağ'ın sonlarında, bize söylendiğine göre, imarethanelerde ve diğer korunaklı kurumlarda bakımları ve korunmaları için düzenlemeler yapılmaya başlandı. Görünüşe
göre, kör insanlar, ancak son zamanlarda usulca gölgelerden sıyrılmaya , bağımsızlık ve kendi kendine yeterlilik yönünde hareket etmeye başladılar.
Bize tarihin söylediği budur - daha doğrusu, tarihin ve tarihçilerin bize söylediği budur Ve genellikle bu tarihlerden çıkarılan ders, körlerin her zaman başkalarının iradelerine ve merhametine bağımlı olduğudur. Biz, kendilerine ve bazen de kendileri için şeylerin yapıldığı insanlar olduk ama asla kendileri için yapanlar olmadık. Aslında, bu hesaba göre, kendimize ait bir geçmişimiz yok –etkin katılım, macera ya da başarı kaydımız yok, sadece (neredeyse kendi günümüze kadar) beyhude ve kesintisiz bir perişanlık ve bağımlılık sürekliliği... Görünüşe göre körler, zaman içinde ve dünyada sadece kör değil, meçhuldür de– tarihin akışını dalgalandıracak kadar ayırt edici özellikleri olmayan, anonim ve önemsiz bir insan grubu...
Saçmalık! Bu gerçek değil, masal. Bu hakikat değil, yalan. Gerçekte, yüzyıllar boyunca kör insanların başarıları sayıları ile orantısız olmuştur. deha, şöhret, macera ve muazzam bir çok yönlü başarı bulunmaktadır- sadece bir kez değil, yeniden ve yeniden, tekrar ve tekrar... Elbette, insanlığın genel tarihinde olduğu gibi, bolca sefalet de vardır– yoksulluk da, ıstırap ve talihsizlik de... Ancak bu hakikat yalnızca yarı gerçektir ve bu nedenle, gerçekten de hakikat değildir. Gerçek hakikat, tam hakikat, gören tarihçiler tarafından bastırılan ve yanlış sunulan, kör insanların cesaretinin ve fethinin, büyüklüğünün ve hatta zaferinin bir tarihçesini ortaya koymaktadır. Bu, tarihçiler kötü niyetli insanlar oldukları için değil, ancak sıradan önyargılara ve yanlış anlamalara sahip insanlar oldukları için... Tarihçiler de insandır; ve gerçekler onların önyargılarına uymadığında, bu gerçekleri görmezden gelme eğilimindedirler.
Şimdi, körün hikayesinin (gerçek ve hakiki hikaye) anlatılması gereken bir noktadayız. Fazlasıyla uzun zamandır körler için gözyaşı dökülmedi değil (çünkü haddinden fazlası döküldü) fakat onlara saygı gösterilmedi ve değerleri bilinmedi. Nihayet dengeyi kuralım ve yanlışı düzeltelim. Şimdi ünlü kişilerimizi övelim ve kör kahramanların kahramanlıklarını ANALIM. Gerçek tarihimizi yeniden keşfedip böylece tarihi daha iyi yazabiliriz; çünkü insanlar (gören veya kör) HAKİKATİ öğrenmeye başladığında, HAKİKAT onları özgür kılacaktır.
On beşinci yüzyılın başlarında, ezici sayısal üstünlüklerine rağmen, parlak bir savaşta işgalci ordularına karşı vatanını savunan tarihin askeri dahilerinden biri olan, Bohemya'nın yurtsever lideri Zisca ile başlayalım. Zisca zafer anında tamamen kördü. Ülkesinin siyasi bağımsızlığını ve dini özgürlüğünü koruyan ve Bohemya tacının kendisine sunulmasına yol açan muhteşem askeri çabasının tarihçesi biraz ayrıntıyla anlatılmaya değer. Bu bölümün, standart tarihte en basit ana hatları dışında bulunamayacağını eklemem gerekiyor mu? Neyse ki, bu, geçen yüzyılın iki tarihçisi tarafından kayda geçirildi- 1820'de İngiliz James Wilson ve yetmiş yıl sonra Amerikalı William Artman yazdılar. Sizce bu iki tarihçinin mesleklerinin dışında ortak noktaları neydi? Haklısınız: İkisi de kördü. Zisca'nın kariyerinin anlatımı büyük ölçüde onların anlamlı ve güçlü anlatılarından alınmıştır.
1414 yılında Papa tarafından Kilise'deki sapkınlığın kökünü kazımak amacıyla toplanan ve Praglı John Huss ve Jerome'un kazığa bağlı olarak yakılmasını emreden Konstanz Konseyi, Bohemya'nın her yerine terör ve dehşet yaymıştı. Bohemya halkı, özsavunma için Papa’ya ve imparatora karşı silahlandılar. Komutan generalleri olarak profesyonel asker John de Turcznow'u- daha iyi bilinen adıyla Zisca’yı seçtiler. Zisca, "tek gözlü" anlamına geliyordu, çünkü daha önceki savaşlarda bir gözünü kaybetmişti. Zisca, 40.000 yurttaş-askerden oluşan bir gücün başında - General Washington'u üç yüzyıl sonra başka bir vatansever mücadelede takip edecek olan dağınık ordudan farklı olmayan bir güçle - savaşa girdi, ancak kalan gözü aniden bir düşman okuyla kör edildi.
Hikayemiz tam olarak burada başlıyor. Zisca, yaralarından kurtulduktan sonra, çaresiz kör adam rolünü oynamayı açıkça reddetti. Arkadaşları onu duyunca şaşırdılar, ordu için yola çıkmaktan söz ettiler ve onu bundan vazgeçirmek için ellerinden geleni yaptılar, ama o kararlılıkla devam etti. ‘Bohemya’nın özgürlükleri için henüz kanımı dökmedim’ dedi. O köleleştirildi; doğal haklarından mahrum bırakılan evlatları, her türlü ahlaki prensibi tahrip eden, insanlık karakterini aşağılayan bir manevi tiranlık sisteminin kurbanlarıdır; bu nedenle Bohemya özgür olacaktır ve olmalıdır. '"2 Ve böylece kör general, birliklerinin büyük sevinci ile komutanlığını sürdürdü. Haber İmparator Sigismund'a geldiğinde "imparatorluğundaki tüm devletleri bir toplantıya çağırdı ve onlardan, egemenlikleri adına, imparatorluklarının şerefine ve dinleri için silahlanmalarını istedi. Zisca'ya iki büyük ordunun üzerine yürümeye hazır olduğu haberi geldi. Birincisi batıdan, ikincisi doğudan Bohemya’yı işgal edecek; merkezde buluşacaklardı ve ifade ettikleri gibi, bu [başkaldırıyı ] aralarında ezeceklerdi. "3 Tüm savaş kurallarına, tüm geleneksel silahlanma ve güç standartlarına göre, bu Zisca ve onun parya ordusunun sonu olmalıydı. Biraz gecikmeden sonra imparator, ordusunun başında, o zamanlar Avrupa'daki en iyi süvari birliği olduğu kabul edilen on beş bin Macar’la Bohemya'ya girdi. 25.000 kişiden oluşan piyade eşit ölçüde iyiydi ve iyi komuta ediliyordu. Bu güç, Bohemya'nın tüm doğusuna dehşet saçmıştı."4 Nihai karşılaşma ve türedilerin kesin olarak yok edilmesi için kader zirvesinin sahnesi kuruldu. "11 Ocak 1422'de, iki ordu büyük bir düzlükte karşılaştı. Zisca, ön cephesinin merkezinde (her iki yanında teberli birer süvari eşliğinde) göründü. Askerleri, bir ilahi söyledikten sonra kılıçlarını çektiler ve işareti beklediler. Zisca düşmanın karşısında uzun süre durmadı ve subayları ona safların iyi bir şekilde kapandığını söyleyince kılıcını başının üzerinde salladı, bu savaşın işareti olmuştu ve hiçbir zaman bu kadar güçlü ve karşı konulamaz bir başlangıç olmamıştı. Binlerce dalga kayalarla çevrili kıyıyı döverken , Zisca çelik kaplı lejyonlarını düşmanın üzerine sürdü. İmparatorluk piyade birliği zorlukla direndi ve toparlanma ihtimalinin ötesinde birkaç dakika içinde dağıldılar. Süvariler savaş alanını korumak için çaresizce çaba sarf ettiler, ancak kendilerini desteksiz bulunca dönüp Moravya'ya kaçtılar."5
Bu tam bir bozgun ve mutlak bir zaferdi, ancak "Zisca'nın işi henüz sona ermemişti. Yenilgisine öfkelenen imparator, ertesi bahar Zisca'ya karşı göndermek için yeni ordular kurdu. Ancak kör general, kendisi bir kılıç kullanma gücüne sahip oldukça, ülkesinin köleleştirilmemesi gerektiğine karar vermişti, cesur ordusunu topladı "ve sayı ve donanım açısından korkunç dezavantajlara rağmen düşmanla bir kez daha karşılaştı. "[Düşmanın] tamamen bozguna uğratıldığı ve savaş alanında en az dokuz bin ölü bıraktığı bir savaş gerçekleşmişti."
Bizzat Sigismund komutasındaki büyük imparatorluk ordusunun kalan bölümü, sonrasında benzer bir kaderle karşılaştı ve güçlü imparator, kör generalden barış istemek zorunda kaldı. Sonra bu olağanüstü insanın son muhteşem hareketi gerçekleşti. Tarihçi Wilson'ın anlattığı gibi: "Yalnızca barışı sağlamak için silaha sarılmış Kör kahramanımız, onları bırakma fırsatına sevinmişti. Minnettar vatandaşları, büyük hizmetleri için ondan Bohemya tacını bir ödül olarak kabul etmesini istediğinde, o bunu saygıyla reddetti."7 ve Zisca şöyle demişti: Beni tasarılarınıza hizmet eder bulabilir, hem öğütlerime hem de kılıcıma özgürce başvurabilirsiniz, ancak hiçbir müesses yetkiyi asla kabul etmeyeceğim; Aksine, size en içten tavsiyem, düşmanlarınızın ahlaksızlığı size barışı mümkün kıldığında, krallara değil kendinize güvenin, hükümetinizin yalnızca özgürlüklerinizi güvence altına aldığı bir devlet oluşturun."8 Bu, askeri deha, vatansever, özgürlük savaşçısı, devlet adamı ve kör insan Zisca'nın gerçek hikayesidir.
Zisca’nın olağanüstü kahramanlığı, bir başka kör Bohemyalı'nın, Avrupa'nın pek çok soylusunun enerjilerini meşgul eden ve hayatlarına mal olan tarihi Cressy Savaşı'nda ölen kör hükümdar Kral John'un hikayesini yalnızca birazcık aşıyor. Bu kral yıllarca kördü. Silahların gürültüsünü duyduğunda, Lord’larına döndü ve şöyle dedi: " sizden şu an yalnızca Bu son hizmeti arzuluyorum, beni bu İngilizlere o kadar yaklaştırın ki, aralarında kılıcımla iyi bir vuruş yapabileyim.” Kral ve görevlileri ayrılmamak için atlarının dizginlerini birbirine bağladılar ve savaşa girdiler. Orada bu yiğit yaşlı kahramanın arzusu vardı ve cesurca Galler Prensi'nin yanına yaklaşmıştı ve kılıcıyla birden fazla "iyi vuruş" yaptı. Tüm lordları ve onun yanındaki diğerleri gibi o da cesurca savaştı; ama birbirine o kadar bağlıydılar ki hepsi öldürülmüştü ve ertesi gün ölü bulunmuşlardı, atlarının dizginleri hala birbirine bağlıydı.
Körler ülkesinde tek gözlü adam kaçınılmaz olarak kral olur diye aptalca bir deyiş vardır. Bu elbette saçmalıktır. Aslında bunun tam tersi çoğu zaman doğrudur. Tarih, görenlerin aleminde kör bir adamın kral olmasının hiç de dikkate değer olmadığını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, 1851'de Kraliçe Victoria'nın ilk kuzeni olan Cumberland Dükü George Frederick, Beşinci George kraliyet ünvanıyla Hannover tahtına çıkmıştı. Hanover'in bu kör kralının beceriksiz olmayıp sıradan hükümdarların yönetiminden belirgin bir şekilde üstün olduğu, çağdaş bir tarihçinin sözleriyle gösterilmektedir: "Görme yoksunluğu altında çalışmasına rağmen, bu Prens, hususi karakteri sevildiği gibi kamuoyunda etkilidir; sanat ve bilimlerin koruyucusudur ve tarımsal çıkarların destekçisidir. altı farklı dili mükemmel olarak bilmektedir."9
çarpıcı biçimde benzer bir anlatım, bin yıldan fazla bir süre önce Japonya'da bir eyalet valisi olarak hüküm süren ve "etkisi, diğer ülkelerdekinden farklı olarak körlere bir model oluşturan ve yurdunu dilencilik derdinden kurtaran kör Prens Hitoyasu'yla ilgili aktarılmıştır. Hem Japon hem de Çin edebiyatı konusunda kapsamlı bir eğitim almış olan Prens Hitoyasu, kör insanları topluma ve saray yaşamına tanıttı. Dokuzuncu yüzyılda Japonya'da, kör köre yol gösterdiğinde , onlar bir çukura düşmemişler, oradan birlikte çıkmışlardı.
Şimdi kraliyet kayıtlarından macera yıllıklarına dönelim. Körlerle ilgili belki de en kalıcı ve yıkıcı mit, göreceli olarak hareketsizliğimiz ve bağımsız hareketimizin eksikliği varsayımıdır - sallanan sandalyesine yapışmış ve en iyi ihtimalle, ne yazık ki, günlük rutin seyahatlerinde ona rehberlik etmesi veya onu götürmesi için başkalarına bağımlı olan kör kişi imgesi... "bağımsız hareket"in, körler için anlam kazanmaya yeni yeni başlayan modern bir terim olduğuna inanmaya yönlendiriliyoruz.
Elbette, korunaklı köşelerinde kalan pek çok kör insan çaresizlik efsanesinden korkmuştur. Ama her zaman başkaları da olmuştur - James Holman Esquire gibi. Bir buçuk asır önce, bu yalnız gezgin, Ruslar tarafından "kör casus" olarak etiketlenmek gibi büyük bir imtiyaz kazanmıştı. Evet, bu gerçekten olmuştu!
Büyük Rusya bozkırlarından Sibirya'ya kadar tek başına seyahat eden bu cesur İngiliz, etrafındaki her şeyi o kadar yakından gözlemliyordu ki, Çar'ın polisi tarafından casus olarak tutuklandı ve götürüldüğü Avusturya sınırında törenle sınır dışı edildi.
Bu şöyle olmuştu. Holman, Kraliyet Donanması'nda teğmen olarak kısa bir kariyer yaptıktan sonra yirmi beş yaşında görüşünü kaybetmiş; ama seyahat etme dürtüsü azalmak yerine güçlenmişti. Kısa süre sonra bir dizi yolculuğa çıktı - önce Fransa ve İtalya, ardından (bir çırpıda) Polonya, Avusturya, Saksonya, Prusya, Hannover, Rusya ve Sibirya. Gerçek niyeti, daha sonra yazdığı gibi, tamamen kendi başına ve refakatsiz "tüm dünyayı dolaşmaktı"- Çar'ın polisi ve Rus casusluk suçlamaları olmasaydı bu tutkuyu yerine getirebilirdi. Daha sonra seyahatleri ve gözlemlerinin iki ciltlik bir kaydını yayınladığı Rus macerasına dair kendi düşüncelerini tekrar etmeye değer:
Durumum," diye yazıyordu, "artık aşırı bir yenilikti ve duygularım onun tuhaflığına karşılık geliyordu. Bir ülke boyunca, Diline kulağımın hiç alışık olmadığı bir kaba Tatar arabacının refakati dışında, sakinlerinin henüz medeniyet sınırları içinde sayılmadığı belki de dünyanın en vahşi yüzünde, binlerce millik yalnız bir yolculuğa çıkıyordum ama yine de Mutlu bir güven duygusuyla beslenmiştim.”11 Federasyoncuların bildiği gibi, zamanımızda James Holman kadar cesur başka kör gezginler de oldu. Yine de Holman'ın hikayesi - "kör casus" vakası – körlerin neredeyse iki yüzyıl önce böyle yedi lig (yaklaşık 35 kilometre) yol aşındırabildiklerini göstermesi açısından önemlidir - Braille'den veya uzun bastondan, yatılı okullardan veya
mesleki rehabilitasyondan önce, hatta Amerikan Körler vakfı ve onun 239 sayfalık körlerin kişisel yönetimi kitabından bile önce...
Ancak, bağımsız hareketin, uzun mesafe seyahat fırsatı ve kapasitesinden daha temel bir yanı bulunmaktadır elbette. Basitçe dolaşma, yürüme ve koşma, ata binme veya bisiklete binme - kısacası fiziksel olarak bağımsız olma yeteneğidir. Bu seyahat becerilerinde ustalaşan körlerin miktarı sayısızdır, ama hiç kimse, meseleyi on sekizinci yüzyıldaki John Metcalf adlı gözü pek bir İngiliz'den daha yetenekli olarak kanıtlamamış veya yol göstermemiştir. Gerçekten de, bu atılgan adam sadece geleneğe değil, dünyaya da meydan okudu. Çocukluğundan tamamen kör, (diğer şeylerin yanı sıra) başarılı bir yol ve köprü inşaatçısıydı; yarış atı binicisiydi; eldivensiz box dövüşçüsüydü, profesyonel kumarbazdı; fayton sürücüsüydü ve zaman zaman, yerel kırsalda gören turistlere rehberlik ediyordu.
İşte onun birçok girişiminden bazılarının bir özeti: "1751'de yeni bir işe başladı; York ve Knaresborough arasında fayton seferi başlatan ilk kişi oldu. Arabayı yazın haftada iki defa ve kışın bir kez olmak üzere kendi başına sürdü. Kendisine daha uygun bir uğraş olarak yolların yapımı için yaptığı ilk sözleşme dönemine kadar, dikkatini ara sıra ordu yükünün nakledildiği bu işe verdi. diğer tüm arayışlarından vazgeçti. Yaptığı ilk yol parçası yaklaşık üç mil uzunluğundaydı ve tamamı için malzemeler tek bir kum ocağından çıkarılacaktı. Bu nedenle çam kerestesi temin etti ve ocakta geçici bir ev inşa etti; oraya bir düzine at götürdü; raflar ve yemlikler kurdu ve Minskip'teki adamları için bir ev kiraladı. Sabahları sık sık omuzlarında dört veya beş taş yemekle Knaresborough'ya yürür ve saat altıda adamlarına katılırdı. Yolu beklenenden çok daha erken tamamladı, eksper ve mütevellileri tamamen tatmin etti. "12
"Kör Jack" Metcalf'ın hikayesi, tüm bireyselliğine rağmen, emsalsiz olmaktan uzaktır. Bu hikaye, Daha ziyade, Federasyoncular olarak bazen bizim bile unuttuğumuz ve görenlerin çoğunun asla öğrenmedikleri, mutlak eşitlik koşullarında körlerin diğerleriyle rekabet edebileceğinin, gerçekten, görenlerle kelimenin tam anlamıyla eşit olduğumuzun altını çizmektedir. Körlüğümüzle doğuştan gelen herhangi bir eksiklik veya kayıp yüzünden değil, Aşağılığımıza dair efsaneler ve yanlış inançlar tarafından, görenleri ve körleri çaresiz olduğumuza inanmaya şartlandıran korumacı sistemin kendi kendini gerçekleştiren kehanetlerince sindirildik. Metcalf'ın uygulamalı bilimdeki başarıları, muhtemelen bir asırdan fazla bir süre önce bir Fransız subayınınkilerle eşleşmişti. Blaise Francoise, Comte de
Pagan, askerlik hizmeti sırasında, mareşal rütbesine terfi etmeden kısa bir süre önce kör olmuştu. sonra dikkatini tahkimat bilimine çevirdi, konuyla ilgili tanımlayıcı çalışmasını yazdı ve daha sonra, aralarında kör olduktan sonra bu askeri deha tarafından hazırlanan bir haritanın yer aldığı "Amazon Nehrinin Tarihi ve Coğrafi anlatımı" başlıklı eseri olmak üzere çeşitli bilimsel çalışmalar yayınladı!
Görenler gibi, körler de sağlam karakterli yurtaşlardan, iradesi zayıflardan, kararlı bireycilerden, eski kafalılardan, acayiplerden, mürekkep yalamışlardan ve eksantriklerden nasibini alır.
Örneğin, on altıncı yüzyıl Alman bilim adamı James Shegkins, görüşünü geri getirmesi neredeyse kesin olan bir operasyon geçirmeyi, dediği gibi, " iğrenç ve saçma görünebilecek pek çok şeyi görmeye mecbur olmamak " için reddetmişti "13 Shegkins Gerçekten bilgiç bir profesör olan Shegkins, yıllarca büyük bir başarı ile felsefe ve tıp öğretmiş ve arkasında bir düzine bilimsel konuda etkili monografiler bırakmıştır.
On sekizinci yüzyıl Fransa'sının kör bir avukatı olan Dr. Nicholas Bacon'un başarı öyküsü, bir yönüyle sevgili kurucumuz Dr. Jacobus tenBroek'inkine benziyor. ikisi de çocuklukta ok ve yay kazalarıyla kör olmuş, her ikisi de hukuk ve ilişkili çalışmalarda yüksek akademik başarı elde etmişlerdi. Bacon'un tırmanışının her aşamasında katlanmak zorunda kaldığı zorlu çabalar aşağıdaki anlatımda belirtilmiştir:
Kazadan bozulan sağlığına kavuştuğunda,, daha önce başlattığı eğitim planını sürdürdü. Ancak arkadaşları kasıtlı olarak kendisine alay ederek davranmıştı ve hatta profesörlerin kendileri bile aynı duygudan uzak değillerdi; çünkü Kendisine çok fazla bilgi aktarmaktan ziyade , onları eğlendirebileceğini zannederek onu okullarına kabul etmişlerdi.” Ancak, " o arkadaşları arasında birinciliği elde etti. Daha sonra, böylesi hızlı ilerlemelerin eğitimin başlangıç dallarında kaydedilebileceğini , ancak daha derin nitelikteki çalışmalarda yapılamayacağını söylediler; ve şiir sanatını incelemek gerektiğinde, genel düşünce her şeyin bittiği yönündeydi. Ancak, o burada da aynı şekilde böyle düşünenlerin önyargılarını çürütmüş, hukuka başvurup bu bilim dalında diplomasını Brüksel'de almıştı. "14
Yıllar önce – Mesih’ten sonraki dördüncü yüzyılda - başka bir kör adam, öğrenimde daha da inanılmaz bir yükseliş gerçekleştirdi. Bu kişi, İlk kilisenin ünlü âlimlerinden biri olan İskenderiyeli Didymus'du. Tahtadan bir harf alfabesi kazıdı ve çalışarak kendi kendine onları kelimelere ve kelimeleri cümlelere dönüştürmeyi öğrendi. Daha sonra okuyucu tutmaya gücü yettiğinde, doyumsuz bilgi arayışında onları birbiri ardına eskittiği söylenir. Çağının en büyük öğretmeni oldu. Felsefe ve teolojide ustalaştıktan
sonra geometri ve astrolojiye devam etti. Öğrencileri tarafından saygı görüyordu. Aziz Jerome gibi bazıları, onun engin bilgisi ve zekası nedeniyle "şaşkınlık uyandırıcı bir dokunuşla" kilise babası olmuştu.
Didymus, kilisede itibar kazanan tek kör teolog değildi. On yedinci yüzyılın ortalarında Milton, Kayıp Cennet'i meydana getirdiği sırada, Prospero Fagnani adlı kör bir rahip, kilise hukuku üzerine bir şerh yazıyordu ve bu ona Roma inancının önde gelen teorisyenlerinden biri olarak ün kazandıracaktı. Fagnani, daha 21 yaşında medeni hukuk ve kilise hukuku doktoru unvanını çoktan kazanmıştı ve hemen ertesi yıl, Konsey Cemaati Sekreteri olarak atandı. Altı forma cilt halinde yayınlanan ünlü şerhi , Papa XIV. Benedict'ten büyük övgü topladı ve yazarının, çevirisi "kör ama ileri görüşlü doktor" anlamına gelen Latince bir ünvanla Avrupa'da tanınmasına neden oldu.
Körlerin tarihsel kayıtlarından çıkarılan bu biyografi parçaları, birkaç örnekten fazlası değildir. Verebileceğim en görkemli örnekler bile değildirler. Tarihin en tanınmış kör ünlüleri olan Homer, Milton ve Helen Keller hakkında hiçbir şey söylemedim. Bu dahil etmeyişin iyi bir nedeni bulunuyor. Bu yankılanan isimler sadece zaten yeterince iyi bilinmekle kalmadılar, aynı zamanda - her biri duygusallaştırılmış hikaye kitabı biçiminde – kör olan insanların yeteneklerini ve olanaklarını değil, tam tersini temsil etmeye başladılar. Sözde bu devler, ilkeyi- yani körlerin yetersiz olduğu ilkesini kanıtlayan istisnalardır.
Her ünlü vaka basmakalıpyargıyı olduğu gibi muhafaza etmek üzere açıklanır: Dolayısıyla, bize defaatle söylenen, Homer’in bir insan olmayıp, bir komisyon olarak muhtemelen hiç var olmadığıdır. Milton'a gelince, daha sonraki yaşamında kör olmuş, gören bir şair olduğu önemsenmez. Ve Helen Keller’in, özel olarak yetenekli, bol miktarda para ve “harika bir çalışanından” (öğretmeni ve arkadaşı Anne Sullivan) yararlanan, kesinlikle şanslı biri olduğu söylenir.
Buna inanmayın! bu haklı olarak ünlü başarı olayları, gizemli, açıklanamayan istisnalar değildir - sadece dikkat çekicidirler. Neredeyse kesin olarak yaşamış ve açıkça kör olan Homer, kendisinden sonraki diğer binlerce körün başardıklarından biraz daha iyi başardı: yani iyi bir yazardı. Milton, gördüğü sırada büyük eserler ve kör olduktan sonra (Kayıp Cennet dahil) daha büyük eserler yazdı. Milton örneği, bir şeyi kanıtlayacaksa, yalnızca körlüğün yetenekler bakımından hiçbir fark yaratmadığını kanıtlar. Helen Keller'e gelince, hayatı, bir insanda görme ve ses yeteneklerinin ötesinde ne kadar büyük karakter, irade ve zekâ zenginliklerinin yaşayabileceğini etkileyici bir şekilde gösterir- ki bu Anne Sullivan'dan alınacak birşey değildir.
Modern dünyada sahnenin merkezini şairler ya da hümanistler değil, bilim adamları oluşturmaktadır. Bekleneceği gibi, kalıplaşmış görüş, sürekli olarak körlerin bu alanlarda rekabet edemeyeceği şeklindedir. Bu gerçekle nasıl örtüşüyor?
Daha önce aynı üniversiteye kabulü reddedilmesine ve bir derece almasına asla izin verilmemesine rağmen, Cambridge Üniversitesi matematik kürsüsünde Sir Isaac Newton'un yerini alan - bebeklikten tamamen kör olan - Nicholas Saunderson'ın durumunu düşünün! Saunderson'ın atamasını isteksiz Cambridge hocalarına dayatan büyük Newton'un ta kendisiydi; ve Saunderson'a gerekli dereceyi vererek bunu mümkün kılan şahsiyet İngiltere Kraliçesi Anne'den başkası değildi. Daha sonra, matematikçi olarak kazandığı şöhretin sembolü olan Kral George II'den Hukuk Doktoru derecesi aldı. Bu arada, Saunderson'ın en iyi olduğu konular arasında optik bilimi vardı - o kadar başarılıydı ki, bu, saygın Lord Chesterfield’ın, "kendi görüşünü kullanmamış ama başkalarına kendilerininkini nasıl kullanacaklarını öğreten bir adamın mucizesi" yorumuna neden olmuştu.”15
Başka bir örnek olarak, görme duyusunu dokunma duyusuyla ikame ederek bitki ve hayvanların sınıflandırılmasında ustalaşan, on sekizinci yüzyıldaki kör bir İngiliz biyoloğ olan John Gough'u düşünün. Ya da (kör olduktan sonra) Paris Bilimler Akademisi'nden iki araştırma ödülü kazanan, her Avrupa diline çevrilmiş büyük bir eser yazan ve Gökbilimciler tarafından, hesaplamanın doğruluğu açısından, insan aklının en dikkate değer başarılarından biri olarak kabul edilen bir astronomi teorisi geliştiren, aynı yüzyılın büyük bir matematikçisi olan Leonard Euler'i düşünün. "16
Ya da son bir örnek olarak, arıların davranışları konusunda on sekizinci yüzyılın en önde gelen otoritesi olarak tanınan İsviçreli kör zoolog Francois Huber'i düşünün. Ünlü yazar Maurice Maeterlinck, Huber için "çağdaş arı kovan biliminin ustası ve klasiği" olduğunu ifade etmişti.
Tüm bu kanıtlardan sonra bile, her şeyi inkar etmeye ve açıklamaya, (ne yazık ki bunlardan bazıları bizim kör Tom Amcamız oluyor) bir sınıf olarak Körlerin çaresizliğine dair eskimiş fikirlerini muhafaza etmeye çalışacak pek çok kimse olacaktır. Öyleyse birkaç noktaya değineyim: İlk olarak, kör bireylerin tarihi ve başarısı hakkındaki tüm bu konuşmalar gerçekten yerinde mi? Çağlar boyunca çoğu kör insanın sıradan bir yaşam sürdüğü, ne şöhrete ne de üne kavuştuğu ve çoktan unutulduğu doğru değil mi? Evet, bu doğru - ama hem gören hem de kör için… İnsanlığın ezici çoğunluğu için (hem körler hem de görebilenler) hayat, herkesin bildiği kadarıyla eskiden beri sefalet, zorluk ve anonimlik olageldi. Kuşkusuz kör köylüler, kör ev hanımları, kör ayakkabıcılar, kör işadamları, kör hırsızlar, kör fahişeler ve gören çağdaşları kadar becerikli veya beceriksiz performans gösteren (ve şimdi de unutulmuş) kör kutsal insanlar oldu.
"Öyle olsa bile," diyebilir kuşkucu , "Ben hala ikna olmadım. Körlerin sicilinin görenlerinkinden daha kötü olduğunu düşünmüyor musun? Körlerin daha büyük bir yüzdesinin başarısız olduğunu düşünmüyor musun? " Cevap yine evet - tıpkı diğer azınlıklarda olduğu gibi. Hepsi bununla ilgili. Senelerce, on yıllarca, yüzyıllarca, her çağda körlere, bize, çaresiz olduğumuz - aşağı olduğumuz söylendi; buna inandık ve buna göre hareket ettik. Ama artık yeter! Diğer azınlıklarda olduğu gibi, kendimizi başkalarının bizi gördüğü gibi görme eğilimindeyiz. Sınırlarımızla ilgili kamuoyunun görüşünü kabul ettik ve bu nedenle bu sınırlamaları gerçeğe dönüştürmek için çok şey yaptık. Gerçek tarihimiz popüler önyargılarla çeliştiğinde, hakikat değiştirildi ya da rahatlıkla unutuldu. Körlüğümüzden utandık ve mirasımızdan habersizdik, ama bir daha asla! İkinci sınıf yurttaşların vesayet konumuna asla geri dönmeyeceğiz. Bunun hiçbir yolu yok. Bu gece, bir çoğu bu odada bulunan, bunun olmasına müsaade etmeden önce sokağa çıkıp, mecbur kalırlarsa çıplak elleriyle mücadele edecek olan pek çok kör insan ve gören dostlar var. Ve bu da tarihtir toplanmamız, hareketimiz, yeni öz-farkındalık ve kendini gerçekleştirme ruhumuz… Kendi zamanımızda ve günümüzde Zisca kadar cesur ve tiranlığa direnmek için mücadele etmeye istekli liderler bulduk. Ama artık birer ikişer, bir avuç veya yüzler olarak sayılmayacağız. Artık saflarında onbinlerce kişi olan bir
hareketiz.
Napolyon'un; tarihin, üzerinde mutabık kalınan bir efsane olduğunu söylediğine inanılır. Eğer bu doğruysa, biz körler, insan onurunun özüne uyan ve gerçeğe daha yakın bir efsaneyle, yeni bir uzlaşmayı müzakere sürecindeyiz.
Ve sizce, geleceğin tarihçileri bizimle ilgili, sizin ve benim hakkımda ne düşünecekler? Yirminci yüzyılın ortalarındaki körlerle ilgili hangi efsaneler üzerinde mütabık kalacaklar?
Ulusal Hareketimize, Ulusal Körler Federasyonu’na, nasıl değinecekler? Çağların meçhul anonimliğine geri döndüğümüzü mü yoksa zorluklarla karşılaşıp özgür insanlar olarak hayatta kaldığımızı mı kaydedecekler? Her şey ne yaptığımıza ve nasıl davrandığımıza bağlı; kaydı geleceğin tarihçileri yazacak, ama onu bizler gerçekleştireceğiz. Hayatlarımız, efsanelerinin ortaya çıkacağı ve üzerinde anlaşmaya varılacak hammaddeleri bulunduracaktır.
Ve hiç kimse geleceği öngöremezken, ben tarihçilerin ne söyleyeceği konusunda mutlak bir güven hissediyorum. Körlere hizmet etmek için kurulmuş, öylesine korumacı ve öylesine baskıcı hale gelmiş bir devlet ve özel kurumlar sistemi vardı ki, tepki kaçınılmazdı diyecekler. Körlerin (" nihayet zamanının geldiğini") yükselen beklentilerle birlikte yeni bir öz-imaj edinmeye başladıklarını, örgütlenmeye ve kendileri adına konuşmaya karar verdiklerini söyleyecekler. Genç bir üniversite profesörü olarak (kör ve zeki) Jacobus tenBroek’un, koca Zisca gibi harekete önderlik etmek için nasıl öne çıktığını anlatacaklar.
Kurumların, sona ermekte olan sistemlerin kendi yerlerini alacak yeniye karşı her zaman hissettikleri duygusallıkla, hatalı mantıkla ve acımasız çaresizlikle önce bizi nasıl görmezden gelmeye çalıştıklarını, sonra bize kızdıklarını, sonra bizden korktuklarını ve sonunda bizden nefret etmeye başladıklarını anlatacaklar
Hareketimizin kırklı ve ellili yıllardaki büyümesini ve ayrılan grubun, kurumların en gerici kuklaları, bir şirket birliği haline gelişiyle sonuçlanan iç savaşımızı, sahte cüce imgemiz Amerikan Körler Konseyi’ni anlatacaklar. Altmışlarda, iç savaşımızdan her zamankinden daha güçlü ve daha canlı bir şekilde nasıl çıktığımızı ve nasıl daha fazla sayıda kurumun, körlerin koşullarının iyileştirilmesi için bizimle işbirliği yapmaya başladığını anlatacaklar. Mahkeme davalarımızı, yasama çabalarımızı ve örgütsel mücadelelerimizi anlatacaklar – ve körlerin, büyük liderleri Jacobus tenBroek'in ölümünden duydukları üzüntüyü ve yası kaydedecekler.
Ayrıca, kurumlar arasındaki gericilerin daha da arttığı ve NFB'nin ikinci kuşak körlerinin onların karşısında durduğu 1970'lerin - bugünün olaylarını da kaydedecekler.
Amerikan Körler Vakfı'ndan ve onun (maşası NAC aracılığıyla) körler ile ilgili tüm çalışmaları ve yaşamlarımızı kontrol etme girişiminden bahsedecekler. NAC’ın, Amerikan Vakfı'nın ve diğer gerici kurumların nasıl yavaş yavaş itibarlarını kaybettiklerini ve önümüzde nasıl dayanamadıklarını anlatacaklar. Yüzyıl sona ererken körler ile ortaklık içinde çalışmak üzere yükselen yeni ve daha iyi kurumlardan, uyum ve ilerlemeden bahsedecekler. Körlerin ikinci sınıf yurttaşlıktan ve husumet döneminden, toplumda eşitliğe ve birinci sınıf konuma nasıl geçtiğini anlatacaklar.
Fakat geleceğin tarihçileri, bu olayları ancak gerçekleştirirsek kaydedecekler. Hatırlanmamızı sağlayabilirler ama hayal etmemize yardım edemezler. Bunu kendimiz için bizler yapmalıyız. Bizleri alkışlayabilirler ama yürek ve cesaret veremezler. Bizim bilinmemizi ve takdir edilmemizi sağlayabilirler ancak kararlılık, merhamet veya sağduyu veremezler. Bunları ya kendimiz buluruz ya da onlara hiç sahip olamayız.
Bu harekette birlikte uzun bir yol kat ettik. Bazılarımız kırklara uzanan emektarlarız; diğerleri saflara taze katılmış yeni üyeler. Bazılarımız genç; bazılarımız yaşlı. Bazılarımız eğitimli, bazılarımız değil. Bunun bir önemi yok. Önemli olan, biz her şeyde biriz; biz hareketiz; biz körüz.
Tıpkı 1940'ta Ulusal Körler Federasyonu kurulduğunda olduğu gibi, Golden Gate’te sis var, Okaliptüs ağaçları mayhoş kokularını yaymakta ve Berkeley tepelerinden koy görünmekte. Ev hala bu tepelerde duruyor ve uçaklar hala San Francisco'dan dünyaya yayılmak için yükseliyor. Ama Jacobus tenBroek artık evden çıkmıyor , mesajı taşımak için uçaklara binmiyor.
Fakat mesaj taşınmaktadır ve ruhu onunla gitmektedir. Bu hareketi kuran oydu ve hayalleri hala hareketin varlığının derinlikleriyle iç içe geçmiş durumdadır. Aynı şekilde, hayallerimiz (umutlarımız ve vizyonlarımız) bir miras ve bir meydan okuma olarak gelecek nesle aktarılan yapının bir parçasıdır.
Tarih bizim karşımızda değil: Geçmiş bunu ilan ediyor; şu an bunu doğruluyor ve gelecek bunu talep ediyor. Duraklarsak ya da mirasımızı lekelersek, sadece kendimize değil, bizden önce geçmişlere ve sonra geleceklere de ihanet ederiz. Ama elbette başarısız olmayacağız. Bedeli ne olursa olsun, ödeyeceğiz. Fedakarlık ne olursa olsun, yapacağız. Geri dönemeyiz veya hareketsiz kalamayız. Bunun yerine, ilerlemek zorundayız.
Galip gelen biz olacağız - ve tarih bunu kaydedecek. Gelecek bizimdir. Gelin! Barikatlarda bana katılın ve bunu gerçekleştirelim.
Dipnotlar
1. William Artman, Beauties and Achievements of the Blind (Auburn: Published for the Author, 1890), p. 265.
2. James Wilson, Biography of the Blind (Birmingham, England: Printed by J.W. Showell, Fourth Edition, 1838), p. 110.
3. Artman, op. cit., p. 265.
4. Ibid., p. 266.
5. Ibid., p. 267.
6. Ibid., p. 268.
7. Ibid., pp. 268-9.
8. Wilson, op. cit., p. 115.
9. Mrs. Hippolyte Van Landeghem, Exile and Home: The Advantages of Social Education of the Blind (London: Printed by W. Clowes & Sons, 1865), p. 95.
10. Gabriel Farrell, The Story of Blindness (Cambridge: Harvard University Press, 1956), p.7.
11. Wilson, op. cit., p. 262.
12. Ibid., pp. 100-101.
13. Artman, op. cit., p. 220.
14. Wilson, op. cit., p. 243.
15. Farrell, op. cit., p. 11.
16. Artman, op. cit., p. 226.
17. Farrell, op. cit., pp. 12-13.