Ünlü bir zen üstadı, büyük bir cenaze törenini yönetecektir. Orada durup eyalet valisinin, diğer lordların ve leydilerin gelmesini beklerken avuçlarının terlemeye başladığını fark eder. Ertesi gün, öğrencilerini bir araya toplar ve henüz gerçek bir öğretmen olmaya hazır olmadığını itiraf eder. Onlara, dilenci ya da kral olsun tüm insanların önünde aynı tutumu sürdürmeyi başaramadığını söyler. “Hala sosyal rollerle ve kavramsal kimliklerle hareket ediyor, insanların eşit olduğunu anlayamıyorum” der. Sonra oradan ayrılır ve başka bir üstadın öğrencisi olur. Sekiz yıl sonra aydınlanmış olarak öğrencilerini yanına geri döner.
İçinde bulunduğumuz çelişkiler ağını anlatmak için bu zen öyküsüyle başlamayı seçtim. Sahi “zen” deyince sizin aklınıza ne geliyor? Bir pırlanta markası mı, yoksa felsefi yönü ağır basan bir öğreti mi? Mevcut düzende değerin ve değerlinin ne olduğuna dair çarpıcı bir örnek olan bu soruyu şimdilik bir kenara bırakalım çünkü daha önemli sorunlarımız var.
Sizce, kaçımız tüm insanların eşit olduğu konusunda aydınlanmış durumdayızdır? Ve daha da önemlisi, kaçımız aslında aydın olmadığımızı fark edip kabul ettikten sonra, bunu telafi etmeye çalışabilir?
Bugünlerde salgın nedeniyle hayat adeta durma noktasına geldi. Toplantılar, partiler, seyahatler, okullar vs. Ancak durmak bir yana, giderek alevlenen ayrımcılık ve eşitsizlik örnekleri ışıl ışıl parlayarak daha da belirginleşiyor. Ahlakçılık söylemleriyle aydın maskeleri el ele vererek her söylemlerinde tekrar ve tekrar üretiyorlar eşitsizliği.
“Baş tacıdır, anamızdır, atamızdır” denilen yaşlılar, sokaklarda maskara ediliyor. Kahramanlaştırılan sağlık çalışanları elverişsiz koşullarda çalışmaya zorlanıyor. Her daim “kardeşlerimiz” denen engelli öğrenci ve öğretmenlerin uzaktan eğitim sistemine erişimlerinde sıkıntılar yaşanıyor. Güvenlik tedbirleri alınmadığı için bir görme engelli raylara düşerek hayatını kaybediyor, ancak bu yoğun gündemde onun sırası değil. Öyle ya öncelik sözde en ama en sağlam olanlarda, yani çalıştırılabilecek olanlarda. Bu arada cinsiyetçilik de devam ediyor, ırkçılık da. Çinliler zaten pis, Araplar zaten cahil, Ruslardan dost olmaz, Batı zaten komple ahlaksız, yaşlılar zaten fazlalık, engelliler zaten bir işe yaramıyor…
Bu listeyi sonsuza dek uzatabileceğimin farkındayız sanırım. Ama daha başka bir sorun var. Tüm bunların üzerine şimdi ben desem ki, “Toplumumuz çok düşüncesiz.” Herkes katılacak bana. İnsanların çok cahil ve duyarsız olduğu konusunda herkes aynı fikirde. Peki ama kim bu cahiller, kim bu kötüler? Herkes, “Ben hariç” diye düşünüyor herhalde. Ben değilim, siz değilsiniz, peki kim bunlar, neredeler? Kötü insanlar ve ahlaksızlar hep dışarıdalar. Bizim dışımızdalar. Bulduk mu bir açıklarını öyle bir yargılarız ki, o esnada başka bir gruba aynı kötülüğü yapmakta olduğumuzu fark etmeyiz bile. Olur da biri bizi uyarırsa, egomuz izin vermez durup dinlemeye. Yine de bir başkası derse ki, “Bu kadar egolu olmak çok fena bir şeydir!” hiç şüphesiz katılırız ona da. Bir erdemden diğerine, bir bilgelikten başka bir bilgeliğe koşarken, değerlerden başımız döner.
Oysa kuş, kuş olduğu için değerli olsa; ağaç, ağaç olduğu için. Ama uçabiliyormuş, oksijen yayıyormuş, gölge veriyormuş… Bunlar değil. Başka bir zen üstadı da der ki, “Benim tek mucizem, karnım acıkınca yemek yemem ve susayınca da su içmemdir.”
İnsan da insan olduğu için değerli olsa yetmez mi? Yüceltmeden, kutsamadan, olduğu gibi kabul etsek şeylerin doğasını? Olduğundan farklı bir şey olmaya, hiç olmadı öyleymiş gibi görünmeye zorlamasak hiç kimseyi ve tabii kendimizi…
Yaşanan tüm bu saçmalıklar, yeni değil. Ama yeni bir çözüm için bazı şeyleri durdurmaya ihtiyacımız var, durup yeniden bir sorgulamaya. Bir insanı, bir canlıyı, bir eşyayı değerli kılan nedir?
Kendimizden başlayarak, zincirsiz ve kalıpsız yeniden düşünerek, eşit bir düzeni kuracağımız günün umuduyla, nereden başlamamız gerektiği hakkında fikir veren yine bir zen öyküsüyle bitiriyorum.
Yüz yaşını aşmış olan bir zen üstadı, çok da uzak olmayan bir vakitte öleceğini sezmektedir. Öldükten sonra yerine kimin geçeceğini belirlemek üzere tüm öğrencilerini bir araya toplar. Onlara, bir soru soracağını ve doğru yanıtlayan kişinin onun yerine geçmeye hak kazanacağını söyler. Bunun için tam orta yere su dolu büyükçe bir sürahi koyar ve sorar, “Bunun anlamı nedir?” Öğrenciler içi su dolu sürahiye dikkatle bakmaya başlarlar. Çok geçmeden birer birer cevaplar gelir. Cevaplardan bazıları şöyledir: “Tüm yaşamın kaynağı ve özü sudur.” “Tıpkı şu suyu saran kap gibi sizi de saracak inançlarınız olmazsa, dağılıp gidersiniz.” “Nasıl ki içindeki su olmadan, sürahi anlamsızsa; onu taşıyacak bir zemin olmadan, su da var olamaz.” “Sürahi şu an doludur ama yarın boş olabilir.” “Kendi varlığımızı, şu kabın suyu koruduğu gibi korumalıyız…”
Bu şekilde, içi su dolu sürahiye son derece derin anlamlar yükleyen cevaplar peş peşe gelirken, öğrenciler arasından biri öne çıkar. Yüzünde orada olmaktan çok sıkıldığını belli eden bir ifade vardır. Hızlı adımlarla ortaya doğru ilerler ve yerdeki sürahiye bir tekme atarak oradan uzaklaşır.
Üstadın yerine geçecek kişi belli olmuştur.