Toplam Okunma 0

“Demek yeni değişimlere yelken açıyorsun?” diyordu en yakın arkadaşlarımdan birisi otururken. Kararlı bir ses tonuyla “Hayır.” dedim, yanımda katlı duran bastonuma uzanıp elimin tek hareketiyle açtım ve ekledim: “Yeni değişimlere baston açıyorum.”

Bu konuşma, arkadaşıma üniversite değişim programları kapsamında Amerika’ya gideceğimi söylerken gelişti, konuşmanın üzerinden de dört ay geçti. Bu yazımda da sizi de yaşadığım değişimlere ortak etmek, dört ayı tek bir yazıya sığdıramasam da olabildiğince özet olarak size de aktarmak istedim.

Öncelikle gelmeden önce yaptıklarımı anlatmakla başlayayım. Okuldaki başvuru ve kabul süreçlerini geçtikten sonra gideceğim okulun uluslararası ilişkiler ofisinden iletişimde olduğum kişiye görme engelli olduğumu belirten bir mail yazdım, okulun engelli ofisiyle tanışmak istediğimi söyledim. Onlar da beni hemen ofisten gerekli kişiyle tanıştırdı, üniversiteye gitmeden bir ay önce Skype yapıp ihtiyaçlarımı çıkardık. Ben derslerde bilgisayar kullanma, sınavlarımı elektronik formatta alma iznini ve kampüsü öğrenmem için ilk birkaç hafta birisini görevlendirmelerini istedim. Onlar da çok olumlu karşıladılar, sınav ve elektronik ihtiyaçlarımı kendileri halledip kampüsü öğrenmem için görme engellilik alanında çalışan Lighthouse adlı bir organizasyondan baston uzmanı dedikleri bir kişiyi görevlendirdiler.

İlk sürprizi de okula geldiğim ilk gün yaşadım. Bana kampüsü öğretsin diye verdikleri kişi kampüsü bilmiyordu. Duruma biraz içerlesem de “Beraber kaybolmanın pek manası yok.” diyerek kampüsü önce onun öğrenmesini, sonra da bana öğretmesini istedim.
Buradaki kampüsler Türkiye’dekinden biraz farklı, kampüsün bir kapısı ya da fiziksel bir sınırı bulunmuyor. Şehrin içerisinde yayılmış ve 2-3 kilometrelik bir alan, dolayısıyla derslere giderken 20-25 dakikaya kadar yürüyebiliyorum. Bu arada Amerika’nın hiçbir yerinde kılavuz çizgi de yok. Ben kampüsü bilmediğim ilk zamanlarda sadık dostlarım BlindSquare ve Google Maps’ı kullanarak bağımsızca hareket ediyordum. Tabii GPS beni her yerin kapısına götüremüyordu, çok yakına geldikten sonra yoldan geçen rastgele birisini durdurup gideceğim yeri soruyordum. O kişiler de ya doğru yönü tarif ediyor ya da “Hemen önündesin.” deyip bana kapıyı gösteriyordu. Tam gaza gelmiş, “Kimse kampüsü öğretmedi ama ben her yere gidip geliyorum.” diye ayaklarım yerden kesilirken havaların birden soğuması ve 0 derecelerin altına düşmesiyle kendimi soğuktan donar halde buldum. İşin kötüsü telefonum benden akıllı çıktı, telefonumu soğuk havalarda dışarıda 5 dakikadan fazla tuttuğumda bataryayı önce , 10, 0 gösterip kendini kapatıyordu. Bu da GPS kullanamamam demek oluyordu, ama Allah’tan tam o sıralar da bana kampüsü öğreten kişiyle ilerleme kaydediyordum. Araştırdığımda bu durumun da “battery depreciation” adını verdikleri telefon ve batarya eskidikçe yaşanan bir durum olduğunu öğrendim, aşırı soğuğk ve aşırı sıcak havalarda sıkça görülüyormuş. Maceralarınızda aklınızda olsun derim, başıma ilk geldiği zaman pek hoş duygular yaşadığımı söyleyemem.

Biraz üniversiteden ve engelliliğe bakış açısından bahsetmek istiyorum. Öncelikle geldiğim okul dünyada oldukça saygın ve iyi sıralaması olan bir yer. Malesef tam görme engelli olarak da 1980’den beri sadece 2 görme engelli mezun vermişler, ben de gelen 3. görme engelliymişim. Üniversitenin engelli birimi aktif çalışıyor, görme engelliye servis konusunda deneyimleri olmasa da çok hızlı öğrenip aksiyon alıyorlar. Burada engelliliğe bir “mahremiyet” olgusu olarak bakıyorlar, yani siz istemedikçe engelli ofisi hocalara bile engelli olduğunuzu söyleyemiyor, bütün engellilere atılan maillerde herkesin maili gizli oluyor gibi uygulamalar var. Benim hoşuma giden uygulamalarından birisi de erişilebilirliği üniversiteye benimsetme yöntemleri oldu. Örneğin kariyer merkezi bir iş fuarı düzenliyor, ben de gitmek istediğimi ve asistan rica ettiğimi engelli ofisine söylüyorum. Türkiye’de olsam engelli ofisinde çalışan öğrencilerden birisini alıp fuara giderim, fakat burada ofis kariyer merkeziyle iletişime geçiyor. Benim görme engelli olduğumu, etkinliklerine katılmak istediğimi ve asistan talebimi iletiyorlar, okulun erişilebilirlik kurallarını hatırlatıyorlar. Bana asistanı da kariyer merkezi sağlıyor. Aynı şekilde kitaplarımı alırken de taramak yerine yayın evlerine mail atıp onlardan istiyorlar, genelde de hızlı bir şekilde elime ulaşıyor. Bana Türkiye’de yaptığımızdan daha verimli ve okuldaki birimleri de dahil eden bir çözüm olarak göründü, detaylı değerlendirmesini yerimiz olmadığından yapamıyorum.

Dersler bağlamında her şey Türkiye’ye çok benziyor, bütün slaytları hocalardan alabiliyorum, sınavlara bilgisayarla girebiliyorum. Farklı olarak anlatabileceğim Python bilgisayar programlama dersi almaya başladım. İlk derste hocam biraz şaşırsa da benim varlığımı çok kolay kabul etti, ilk günden benimle 2 saat oturup tüm dönemin ve dersi bana nasıl erişilebilir yapabileceğinin üzerinden geçtik. Dersin bütün ödevleri görsel bir program ve grafik çizme üzerineydi, fakat hocam aynı konseptleri öğrenebileceğim bir alternatif müfredat tasarladı, bu müfredatı sınıftaki diğer öğrencilere de sundu. Aynı zamanda hocam dersi anlatırken kodları projeksiyonda yazıyordu, fakat ben takip etmekte zorlanıyordum. Gidip konuştuğumda Google Docs açmasını, kodları oraya yazmasını rica ettim. Dönemin kalanında bu yöntemi uyguladık, ben de dersi herkesle aynı anda, aynı yerde anlamaya başladım. Olayın sevindirici tarafı sınıftaki diğer öğrenciler bizim Google Docs’u görünce bu belgeye erişmek istediklerini söylediler, aslında bu erişilebilirlik yöntemleri sadece benim değil tüm sınıfın işini kolaylaştırmış oldu.

Sosyal hayattan da kısaca bahsedecek olursam arkadaşlıklar çok güzel başlıyor, ummadığınız yerde herkes selam veriyor, nasılsınız diye soruyor. Ben de ilk zamanlarda heyecan yapıyor, “Vay be, herkes benim halimi hatrımı soruyor” diyordum ama sonrasında bu sohbetlerin devamının gelmediğini fark ettim. Sonuç olarak da arkadaşlıkların Türkiye’deki kadar derin olmadığını anladım, iyi başlayıp sonu gelmeyen bir selamlaşma olduğunu fark ettim.

Her şey toz pembe mi? Hayır tabii. İllk geldiğimde yaşadığım çevrenin, konuştuğum dilin birden değişmesinin, kimseyi tanımadığım bir yeri sıfırdan öğrenmemin zorlukları çok büyüktü. Özellikle  karda bastonla yön bulmayı öğrenmem, bunları yaparken dersleri anlamaya çalışmam, bir yandan da sosyal ilişkilerimi geliştirmem bayağı zorlayıcı oldu. Çok koştum, denedim, yanıldım, düştüm, kalktım ama en önemlisi de çok öğrendim. Şimdi geriye dönüp baktığımda yaptığım baston açma hareketinin, söylediğim cümlenin ne kadar güçlü olduğunu görüyorum. Soğukta kaybolup ağlamak üzere olduğumda, ellerim donarken bastonu bile tutamadığım halimde, sinirden ve üzüntüden etrafta Türkçe bağırırkenki ilk günlerimde bile içimdeki umudu hiç kaybetmedim. Beni hep ayakta tutansa elimdeki bastonum ve arkadaşıma söylediğim o cümleydi: Ben değişime baston açıyorum. Elimdeki baston eğildi, büküldü, ama kırılmadan sapasağlam benimle kaldı. Ben de eğildim, zorlandım, ama yıkılmadan denemeye devam ettim. En büyük öğretilerimden birisi bazen doğru yolu öğrenmek için kaybolmak gerektiği oldu, çünkü yolları en iyi kaybolup kendim geri bulduğumda tam anlamıyla öğreniyordum. Son olarak da değişime önce baston, sonra kucak açmanın ne kadar geliştirici olduğunu anladım.

Yazımı burada bitirirken nice değişimlere beraber baston ve kucak açmayı, bunları paylaşmayı ve bastonun girmediği yer bırakmamayı diliyorum, sizi uyarladığım şu güzel sözle baş başa bırakıyorum: Yelkeni olmayan gemiye rüzgar da yardım etmez derler, aynı şekilde bastonu açık olmayan insana hayat da yardım etmezmiş. Bastonunuz açık, cesaretiniz bol olsun


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.