Konuşmacı: NFB başkanı Kenneth Jernigan
Yer ve zaman: Los Angeles, 8 Temmuz, 1976
Çevirmenin Notu:
Aşağıdaki konuşma, zaman bakımından bize biraz uzak görünebilir. Toplumun bir bölümü bir Nebze daha bilinçli. Kural genellikle bizim lehimize ve bilinçli olmayanlar da ayıplanma ya da şikayet edilmekten korktukları için önyargılarını bu kadar özgürce dile getiremiyorlar. Fakat bu önyargıları dillendirememeleri önyargılı oldukları gerçeğini değiştirmiyor. Yapılacak çok şey var. Zaman bakımından uzak olsa da, konuşmanın felsefi anlamda gayet önemli olduğunu düşünüyorum.
Saygılarımla.
Zamanın birinde bir kral, oğullarının ülkesine hükmetmeye uygunluklarını imtihan etmek için onlarla beraber seyahate çıktı. İçinde kurumuş bir ağacın üstüne konmuş bir akbaba bulunan bir tarlaya vardıklarında Kral büyük oğluna dedi ki “Vur ama ilk önce bana ne gördüğünü söyle” oğlan dedi ki “Toprağı, otları ve gökyüzünü görüyorum”. “Yeter, dur” dedi kral ortanca oğluna dönerek dedi ki “Vur ama ilk önce bana ne gördüğünü söyle”. Ortanca oğlan dedi ki “Yeri ve üstüne bir akbabanın konduğu bir kurumuş ağacı görüyorum”. “Yeter, dur” dedi kral ve küçük oğluna dönerek dedi ki “Vur ama ilk önce bana ne gördüğünü söyle”. küçük oğlan, bir kere bile bakışını akbabadan ayırmadan dedi ki “Kanadın gövdeyle birleştiği bölgeyi görüyorum” ve ok hedefini vurdu ve akbaba düştü. Evet, bu bir fabl. Ama aynı zamanda bir hatırlatma ve bir kararlılık.
Geçen yıl 1 Temmuz'da (ironik bir şekilde, kongremizin açılış günü) haber yorumcusu Paul Harvey “Herkes eşit değildir” adında bir radyo yayını yaptı ve dedi ki: “Eşitlik konusunda
kendimizi yanıltmayı ne zaman bırakacağız?” Federal ve Eyalet hükümetleri tarafından yürütülen ve sakatlar için eşit iş hakları sağlamayı amaçlayan acınası bir problem türemiştir. Sıkça hiçbir neden gösterilmeden engellilerin iş başvuruları reddediliyor. “Nedenler daha yüksek sigorta oranları, körler ve sağırlar için ayrı sinyallerin kurulumu olabilir”. dedi ve devam etti: “İtiraf edeyim ki siyasetçilerimiz ve medya, insanı bir mesele söz konusu olunca fakirler, yoksullar, sevilemeyenler ve kusurlulara karşı laf etmeye asla cesaret edemiyorlar. ” Bu hayaller ne kadar uygulanamaz ve gerçekleştirilemez olsa da kanaat önderleri hepimiz eşitmişiz gibi davranmak zorunda. Tabii ki hiçbirimiz değiliz”
Harvey, argümanını İngiliz yazar C. S. Lewis’e ait bir söz ile sonlandırdı:
“Senin ile eşitim diyen hiç kimse bu söylediğine inanmaz, eğer inansaydı söylemezdi. Bir St. Bernard köpeği, bir süs köpeğine ya da bir alim cahil, bir budalaya ya da işi olan biri, işsize veya güzel bir kadın, şöyle böyle bir kadına bunu asla söylemez. Eşitlik iddiaları genellikle kendilerini bir şekilde aşağılanmış olarak görenler tarafından yapılır. İfade ettiği ise, bir hastanın kabullenmek istemediği, kaşındıran, sızlatan ve kıvrandıran aşağılık bilincidir.”
Böyle dedi Paul Harvey ve kanal bu mesajını milyonlara taşıdı. Eğer karşılaştığımız problemler yanlış algılar ve önyargıdan değil de durumumuzun tabiatından yani körlüğün kendisinden kaynaklanıyorsa, o zaman onunla kavga etmektense onunla yüzleşmek zorundayız. Şikayetçi olmanın, inleyip ağlamanın hiçbir yararı olmaz. Gerçekler gerçektir ve olduğu gibi kabullenilmeleri gerekir.
Eğer Harvey’in tezi doğru ise o zaman bizim organize olmamız bile trajik bir hata. 1940’da bir avuç insan iken, bugün NFB 50000 üyelik bir sayıya ulaştı. Bu büyümenin nedeni çok basit, felsefemiz ve o felsefenin vadettiği. Federasyonumuzun temel ilkesi, bizlerin asıl probleminin körlük değil, toplumun körlük hakkında hatalı algıları ve tutumları olduğu doğrultusundadır. Biz federasyon üyeleri inanıyoruz ki körler kendilerini toplumun gördüğü gibi görüyorlar. Bu hatalı tutumları kabullenerek, bunların gerçekleşmesini sağlıyoruz. Aynı zamanda, inanıyoruz ki körler alanında çalışan Devlet kurumları ve özel kurumlar da aynı hatalı algıların kurbanıdır. Yaptıkları devasa çalışmalar, planladıkları programlar ve kendilerine müracaat edenleri bakıma muhtaç bırakmaları, iddia ettikleri gibi uzmanlık ya da bilgilerinin bir sonucu değil, toplumun kültüründe var olan ve içselleştirdikleri önyargıların sonucudur. İnanıyoruz ki körler olarak bize toplum ve kurumlar tarafından verilen ikinci sınıf rolünü kabul ettiğimizde, bunu sağlıklı bilgiler doğrultusunda veya zorunlu olduğumuz için değil, sosyal koşullandırmanın bir sonucu olarak yapıyoruz. Gerçekler sayesinde değil, masallar sayesinde bunu yapıyoruz.
Bu, NFB’nin varoluş nedenidir. Bu sebeple organize olduk ve bu sebeple devam ediyoruz. Bu sebep bizim yaptıklarımızı ve tavrımızı açıklıyor. Neden kendi adımıza konuşmak istediğimizi, neden bizi etkileyen programlarda bir söz hakkı istediğimizi ve neden sadece bizim seçtiğimiz insanların adımıza konuşabileceği konusunda ısrar ettiğimizi. Başkaları bunu yapamaz ---kurum müdürleri ve yöneticileri olsalar da, uzman olduklarını iddia etseler de, kör olsalar da. Biz kendi adımıza konuşacağız, kendi sesimizle konuşacağız ve başkalarının bizim adımıza konuşmasına izin vermeyeceğiz. Biz daima tamamen eşit bir şekilde görebilenlerle çalışabileceğimizi, görenlerle oynayabileceğimizi, görenlerle yaşayabileceğimizi ve görenlerin de bizi eşit olarak kabullenmesinin mümkün olduğunu söyledik ve söylemeye devam edeceğiz. Fakat eğer Paul Harvy’nin tezi doğru ise bizim bütün felsefemiz bir yalandır. NFB sadece yararsız değil, düpedüz zararlıdır. Çünkü gerçekleşmesi imkansız olan bir geleceği vadedip hakikate dönüşemeyecek bir rüyaya çağırıyor. Eğer Harvey’nin tezi, meseleyi olduğu gibi anlatıyorsa, o zaman hatalarımızdan geri dönüp derneğimizi dağıtarak müsebbibi olduğumuz sorunlar için özür dileyelim. Toplumun bize layık gördüğü sadaka ve iyilikleri kabul edelim. Halimizi kabullenerek yolumuza gidelim ve bunu yalnız başımıza yapalım, zira ne eylemlerimizin bir önemi ne de eşitlik iddialarımızın bir manası yoktur. Elbette Paul Harvey tezi doğru değil. İçimizdeki her şey bunu reddediyor. Bütün tecrübemiz bu tezi yalanlıyor. Gerçekler bu tezi çürütüyor. Bu başından beri toplumu zehirlemeye devam eden cehaletten başka bir şey değildir. Anlaşmazlık ya da kavga çıkarmak istemiyoruz ama yapmamız gerekeni yapmaya hazırız. Artık ikinci sınıf vatandaş yerine konulmaya razı değiliz. Bize ayrımcılıkların olmadığını ve körlerin bir azınlık olmadığını söylüyorlar. Amma biz kim olduğumuzu biliyoruz ve hiçbir zaman geri gitmeyeceğiz. Akbaba ölü bir ağacın dallarına konmuş ve biz kanatların gövdeyle birleştiği noktayı görebiliyoruz.
Daima olduğu gibi bizim temel problemimiz toplumun anlayışsızlığıdır. Karşılaştığımız yanılgıların bazıları aşikâr, gizli, bazıları tehlikeli ve bazıları düpedüz ahmakça. Missouri’de yaşayan bir adamdan bir mektup aldım. “Sayın bay” dedi mektupta “Burada feci derecede zarar görmüş 20’li yaşlarında kör bir kız var. Ben sadece kendisinin ve annesinin bir arkadaşıyım. Bir kör ile aşk yaşayıp da sonra bu konu hakkında yalan söyleyecek kadar namussuz değilim ben” Bu kabalığının altında, mektup korkunç bir belagat ile yüzyıllarının feryadını yükseltiyor. Mektubun ışık tuttuğu, biz körlerin karşılaştığı asıl problemlerdir. Bu problem Paul Harvey’in dediği gibi bizim özel sinyallere ihtiyacımız ya da bizi işe alan işverenlerin sigorta fiyatlarının artması değildir. Aksine problemlerimiz hiçbir ayrıcalık istemememize rağmen gayet makul bir şekilde yerine getirebileceğimiz işlerde rekabet etmemize izin verilmemesi, hukuk karşısında eşit muamele göremiyor olmamız, kendine yetebilen özgür insanlar olabileceğimiz fikrinin sebepsizce reddedilmesi, bireysel onurumuzun kısıtlanması gibi temel meselelerdir. Bize karşı yöneltilen ayrımcılık hayali değil gerçek, istisnai değil sıradandır. Bu konu hakkında kanıtlar reddedilemeyecek kadar çoktur. Yakın zamanda gerçekleşen iki dava bu probleme örnektir. Birinde davayı gören hakimin sözlerine göre “Anne becerilerini kısıtlayacak derecede kör olup çocuğuna bakamayacağı için” kör bir anne çocuğunun velayetini kaybetmekle tehdit ediliyor. Bir diğerinde ise evli bir çift, koca kör olduğu için ve kocanın dediklerine göre “Kör olduğum için gören bir erkek çocuğun benimle bir bağ kuramayacağını düşündükleri için”, bir çocuğu evlat edinmek için yetersiz görüldüler. Burada ekleyelim ki her gün yüzlerce kör anne çocuklarını başarılı bir şekilde büyütmüştür ve birçok kez gören çocukların kör ebeveynler tarafından evlat edinilmesine rağmen hiçbir problem yaşanmamıştır. Hatta söz konusu dava, hakim ile uzun bir mücadele sonunda çiftin lehine sonuç verince, gören çocuk kör babası ile bağ kurma konusunda hiçbir problem yaşamadı. Ama yine de problemin toplumda değil de bizde olduğunu söylüyorlar, ayrımcılığın olmadığını ve körlerin bir azınlık olmadığını söylüyorlar. Ama biz kim olduğumuzu biliyoruz ve hiçbir zaman geri gitmeyeceğiz. Akbaba ölü bir ağacın dallarına konmuş ve biz kanatların gövdeyle birleştiği noktayı görüyoruz.
Geçen yıl, Oregon'daki Amerikan gazi destekçileri, Donna Bell adında görme engelli bir kızın yıllık Oregon kızlar kutlamasında (usulüne uygun bir şekilde seçilmiş olmasına rağmen) delege olarak yerini almasını yasakladı. Yasak için gösterilen gerekçe ise kör bir kız olarak bedensel anlamda yetersiz olması. Bu keyfi karar sonradan vali Tom McCall’un ısrarı üzerine geri çevrildi. Vali Donna hakkında şunları dedi: “Donna’nın liderliği, karakteri, dürüstlüğü, bilginliği, yardımseverliği ve bedensel anlamda yeterli olması ona burada bulunma hakkını veriyor”. Katıldı, akranları tarafından kabul edildi ve hiçbir problem ya da olay olmadan görevini yerine getirdi.
1975’in Kasım ayında, New Orleans’taki Times Picayune gazetesi şu manşeti attı, “Kör çocuklar yemekten nefret ediyor ve zorla yemek yedirilmeleri gerekiyor” Altındaki haberde Louisiana’daki bir körler ve sakatlar merkezinde bir çalışan şunları söylüyor: “Eğer kör bir çocuğa zorla yemek yedirmezseniz, açlıktan ölür... Yemek yemekten nefret ediyorlar” Bu yemekte bulunanlar konu hakkında kendileri hükmedebilirler. Benim tecrübeme göre herkes gibi iştahlı bir şekilde yemekleri mideye indiriyoruz. Ama paul Harvey, bizim yeme alışkanlıklarımız hakkında yapılan bu tür zırvalara karşı itirazlarımızın, hasta olduğumuzu kanıtladığını ve kabul etmesek de bizi kaşındıran, sızlatan ve kıvrandıran aşağılık bilincimizin bir ifadesi olduğunu söylerdi. Ama bize ayrımcılığın olmadığını ve körlerin bir azınlık olmadığını söylüyorlar. Ama biz kim olduğumuzu biliyoruz ve hiçbir zaman geri gitmeyeceğiz. Akbaba ölü bir ağacın dallarına konmuş ve biz kanatların gövdeyle birleştiği noktayı görüyoruz.
Elbette bu dışlama ve ayrımcılık ne bir coğrafi bölgeyle ne de bir yaş grubuna neden belirli bir tür durum ile kısıtlı. Herhangi bir yerde ve her yerde vuku buluyorlar. Matawan, New Jersey’deki bir eczanenin sahibi, kör bir müşterisine dükkanın önü cam olduğu için arka kapıdan girmek zorunda olduğunu söyledi. Müşteri herhangi bir birinci sınıf vatandaş gibi ön kapıdan girmeye devam edince, ya arkaya gitmesi ya da bir daha dükkana gelmemesi emredildi. Yani başka bir şekilde ifade edecek olursak, ya eğil ya da def ol. Tabii ki bu biraz aşırı bir örnek. Genellikle dışarı atılmaktansa, aşağılanma ile karşılaşıyoruz. Yakın zamanda Connecticut’taki liderlerimizden Junerose Killian’dan aldığım bir mektupta kendisi şu hikayeyi anlattı:
"Geçen gün, İşlem Analizi dersim için arabayla alındığında... Sonradan aldığımız rahip, arabayı kullanan papaza sordu: 'Onu hangi kliniğe götürüyoruz?' Tabii ki, otomatik olarak yardıma muhtaç bir hasta olduğumu düşündü ve sınıftaki akranlarından biri olduğumu öğrenince şaşırdı."
Connecticut’tan gelen bu mektup, bu Mikrokozmos içindeki tiyatro, çağların tutumunu temsil ediyor. Bu mektup, Paul Harvey’i çürütüyor. Grafik ve kesin bir şekilde, kim olduğumuzu, neden toplandığımızı, neleri başarmamız gerektiğini, toplumun neleri anlaması gerektiğini ve bilinçli bir şekilde bizim yolumuza engel koyanların nereye gitmesi gerektiğini söylüyor. Bu küçük bir vaazdır, federasyonculuk için bir tasarıdır.
Geçen yılki toplantımızdan kısa bir süre sonra, öğrenci bölümü liderlerimizden Patti Jacobson, Lakewood, Colorado Sentinal gazetesinde çıkan bir iş ilanına karşılık verdi. “İş hakkında soru sormak için telefon numarasını aradım ve bana Salı günü mülakat için gelmem söylenildi. İlan işin telefon aracılığıyla pazarlama için olduğunu söyledi ama başka bir bilgi verilmiştir. Ofise geldim ve bana Joe Chapman ile görüşmem gerektiğini söylediler. Kör olduğumu anlayınca hemen iş için üzerinde isimler ve adresler yazılı olan kartlar kullanıldığı için bu işe giremeyeceğimi söyledi. Kartları Braille yazdırmayı teklif ettim. Bir okuyucunun gelip kartları benim için okumasını teklif ettim. Tekliflerimin hepsini ya kaale almadı ya da saygısız ve kabaca cevaplar verdi. Tekliflerin mantıklı olduğunu görünce, önemsiz mazeretler vermeye başladı: “Çoğu zaman bu iş adamları kaytarmak için bahaneler buluyor ve onlara ne demen gerektiğini bilmen lazım. Çoğu zaman günün başında bazı komutlar veriyorum ve bunları takip etmen lazım” Size soruyorum, görmenin bir emire duyarak uyma ile ne alakası var? Sonra bireysel olarak benimle ilgilenmek için zamanı olmadığını söyledi. Ama hiçbir zaman öbür çalışanları için yapmayıp da benim için yapması gereken şeyin ne olduğunu söylemedi. Ona diğer çalışanları için ne yaptığını sorunca (niyetim benim için aynı şeyi yapacağını söylemekti), bana bunun beni alakadar etmediğini söyledi. Ve beni “İnan ki seni anlıyorum, benim de düşkün olduğum zamanlar oldu” diyerek aşağılamaya devam etti. Demek ki hala bütün körlerin düşkün olduğunu zanneden o geri kafalı fikre sahip. Biraz daha konuştuktan sonra (ben iş hakkında bilgi edinmek istiyor ve niteliklerimi anlatmaya çalışıyordum ve bay Chapman sürekli sözümü kesiyordu), sonunda bana gitmemi söyledi. Ben de mülakata giremediğim için bunu kabul etmeyince, beni polisi aramakla tehdit etti. Oraya bir mülakat için gitmiştim ve o bana bu hakkı vermemişti.
Patti Jacobson’un başına gelen bunlardı, başka bir asırda veya yıllar önce değil, sadece bir yıl önce. Paul Harvey’in radyo yayınıyla aynı ayda oldu bu olaylar. Jacobson’un eşit muamele talepleri Harvey’in iddia edeceği gibi aşağı ve değersiz olduğunu, bunu bildiğini – sadece kaşındıran, sızlatan ve kıvrandıran bir ikinci statüsünde olmanın bilincinde olduğunu ama bir hasta olarak bunu kabul etmediğini mi kanıtlıyor? Yoksa talepleri tam tersini mi kanıtlıyor? Jacobson özel aletler ya da özel bir muamele istemiyordu. Sadece deneme ve kendi erdemi sayesinde başarma ya da başaramama imkanını istiyordu. Eşit muamele ve hiçbir ayrıcalık istemeden. Ama bize ayrımcılığın olmadığını ve körlerin bir azınlık olmadığını söylüyorlar. Ama biz kim olduğumuzu biliyoruz ve hiçbir zaman geri gitmeyeceğiz. Akbaba ölü bir ağacın dallarına konmuş ve biz kanatların gövdeyle birleştiği noktayı görüyoruz.
Cahil toplumun bizi hasta ya da çocuk yerine koyması her ne kadar kötü olsa da eski sanrılarla şartlandırılıp mitlerle beynimiz yıkanınca, bizlerin bu fikirlere inanması daha beter. “Görmediğimi Nasıl Yapabilirim” isimli Japonca bir kitapta bu kör adamın kendisini nasıl tarif ettiğini dinleyiniz. Diyor ki “Gözünüz kadar büyük bir şeyi kaybederseniz, dünyanın geri kalanı hakkında o kadar cimri davranmıyorsunuz. Eğer cimri değilseniz, istekleriniz azalıyorsa, sizce nihayetinde bu sizi zengin yapmaz mı? Gözlerimi kaybettikten sonra, isteklerimin azaldığını düşünüyorum. Eşim beni elimden tutarak bana rehberlik yapıyor. Fazla para harcamıyorum. Daha önce duymadığım müzikleri duyuyorum ve kötü olaylara şahit olmak zorunda değilim. Bu sebeple huzurluyum. Sizce benim hayatım daha zengin değil mi?” Konuşmasını “Buna kör adamın cenneti diyoruz” diyerek bitiriyor. İşin kötüsü bu sözler, kör öğrencilere yönelik ve “körlüğün faziletleri” diye adlandırılan bir konuşma sırasında söylenmiştir. Bu adam kesinlikle bir sakat ve maalesef öğrencilerini de aynı duruma getirecek ama körlüğü yüzünden değil, toplum ve toplumun onu inandırdıkları ve ona öğrettikleri yüzünden. Bu trajedi adalet için feryad ediyor. Ama Paul Harvey bize problemin toplumda değil, bizde olduğunu söylüyor.
Barbara Pierce, hareketimizin Ohio’daki liderlerinden biri. Kendisi bu gece aramızda. Kendisi çekici, mahir, aktif, normal bir kadın. Bir Üniversite profesörü ile evli, çocuklarını büyütüyor ve genellikle kendi işine bakıyor. Bulduğu yerde yanlış algıları değiştirmeye çalışan ve körlerin birleşik bir şekilde hareket etmesinin önemini anlayan birisi. Birkaç ay önce Ulusal Körler Federasyonu Halkla İlişkiler Komitesi, Barbara’nın Da katıldığı bir seminer düzenledi Halkla ilişkiler seminerinin pek işe yaradığını ve katılanlar arasında federasyon ruhunu arttırdığını söyledi. “Pazar günü taksiye binerken yaptığım bir bilgilendirme faaliyetinin ilgini çekeceğini düşünüyorum. Konferanstan esinlenerek mesajımızı yaymaya çalışmayı düşündüm. Şaşkınlıkla öğrendim ki taksinin şoförü, kör kızların bu tür konularla ilgili zorlanmasınlar diye doktorlar tarafından kısırlaştırıldığına inanıyormuş. Hamileliğin zorluğuyla mı yoksa çocuklarla baş edemeyeceğimize inandığı için mi bunu düşündüğünü sormaya cesaret edemedim ama bu konuda fikirlerini düzelttim. Ne zaman olağanüstü fikirlerle karşılaşacağımı bilemeyeceğini öğrendim.”
Federasyonun başkanı olarak birçok mektup alıyorum. Bazıları kısa ve bazıları uzun. Bu mektuplar, insan yaşamının bütün farklılıklarını kapsıyorlar -- trajedi, mizah, aşk, nefret, sevinç, üzüntü, pathos ve korku. Yıllar boyunca bu mektupların birçoğunu makalelerde, bildirilerde ve konuşmalarda sizinle paylaştım. Ama bu zamana kadar beni bu kadar derinden etkileyen, bu derecede etkili bir şekilde meseleyi olduğu gibi söyleyen bir mektup almadım. Belli sebeplerden dolayı, isimleri değiştirdim. Geçen yılki Kongre sırasında yazılmıştı. Dinleyiniz:
Sayın Bay Jernigan. Ben 23 yaşında gören bir kadınım ve erkek arkadaşım Jim Smith adında, 23 yaşında kör bir erkektir, belki kendisini tanıyorsunuzdur. NFB’ye ilk üye olduğumda, Jim’in karşılaştığı problemleri daha iyi anlamak istiyordum. Problemlerin ve ayrımcılığın olduğunu biliyordum ama yakın zamana kadar bu kadar açık olduklarını bilmiyordum. İkimiz de üniversite mezunuyuz ve meslek sahibiyiz. Jim, sosyal güvenlik komisyonu için çalışıyor ve ben kör çocuklara öğretmenlik yapıyorum. Bir öğretmen olarak felsefem, bu çocukların diğer çocuklarla ihtiyaçları büyük derecede aynı olduğu doğrultusundadır. İnanıyorum ki bu çocuklara öğretebilmek için onları her şeyden önce çocuk olarak görmek ve ondan sonra bazı konularda özel eğitim ihtiyaçları olan kör çocuklar olarak görmem lazım. Eğer bunu yapamazsam, onlara sadece sakat olmayı öğretebilirim. İşim sebebiyle Jim’in toplumun tutumuna karşı kızgınlığını anlamaya başlamıştım. Bazen benim çocuklarıma bakıp da başlarını sallayıp “Ah zavallı” diyenlere karşı ben de deri bir kızgınlık hissediyorum. Sonra diyorlar ki “Ama bak, ne kadar mutlu”, sanki bu çocukların elinden gelen tek şey mutlu olmak. Çocuklarım elbette mutlu. Ama aynı zamanda bazen akıllı, tatlı, sinirli ve huysuzlar vs. Bütün çocuklarda ne tür sıfatlar varsa, onlarda da var. Disiplin edilmeleri gerektiğinde, disiplin ediliyorlar ve takdir edilmeleri gerektiğinde, takdir ediliyorlar. Sürekli ne kadar cesur ve harika olduklarını söylemektense, gerçekten bir şey başardıkları zaman takdir ediliyorlar. Çocuklarıma her zaman onlardan yapabileceklerine inanmadığım bir şeyi istemeyeceğimi söylüyorum. Onların başarılı olmasını bekliyorum ve onlar da kendilerinden bunu bekliyorlar. Ben bunun kör bir çocuğun büyüyüp saygıdeğer bir yetişkin olabilmesi için bu şekilde yetiştirilmesi gerektiğine inanıyorum. Ben çocuklarımın her küçük başarılarını mucizevi bir şey olarak görmesini istemiyorum. Çocuklarımın hepsi başarılarıyla gurur duyuyorlar (ve bence de öyle olması gerek) çünkü çok çalıştılar. Yalnız kör bir çocukla konuşurken sürekli ne kadar harika olduğunu söylemenin, o çocuğa bir nevi hakaret olduğunu düşünüyorum çünkü burada ima edilen o kişinin çocuğu salak olarak görmesi ve başaracağına pek de güvenmemesidir. Ben şu an Braille öğreniyorum ve Jim bana yardım ediyor. Yardım ederken yeri gelince övüp cesaretlendirmeye çalışıyor ama bana olağanüstü bir şey yapıyormuşum gibi davranmıyor ve ben bunu daha güzel bir iltifat olarak görüyorum. Sanki yapabileceğimi biliyormuş gibi hissediyorum. Eğer bu meseleyi abartsaydı, o zaman benim biraz geri zekalı olduğumu düşündüğünü ve Braille öğrenmenin benim gibi bir budala için gerçekten büyük bir başarı olduğunu düşündüğünü zannederdim. Çocuklarını bebek gibi büyütüp de onlara hiçbir şey yaptırmayan ebeveynlere çok kızıyorum. Bütün çocuklar düşer, salıncaklardan düşer ya da kafalarını çarparlar vs. ve benim öğrettiğim çocukların da düşmeye hakkı var. Bazen bu çocukların bazı şeyleri yapmaları zor olabilir ama denemeleri lazım. Bazen bu çocukları sınıfa sokunca, eğitim vermek resmen imkansız oluyor çünkü hayatları boyunca hiç kimse onlardan bir şey beklememiş. Hiç emek sarf etmemeleri gerektiğini düşünüyorlar ve yetişkinliklerinde dünyanın onlara bir borcu olduğunu düşünerek hiçbir şey için emek sarf etmeyecekler. Nefret ettiğim bir diğer ebeveyn grubu ise çocuklarından utananlar. Bu çocuklara eğitim vermek çok zor. Çirkin ve değersiz olduklarını düşünüyorlar. Daima kızgınlar çünkü kendilerini sevmemeyi öğrenmişler. Ben bir kişinin başka birisinin sevgisinden önce, kendisini sevmesi ve kabul etmesi gerektiğine inanıyorum. Ben çocuklarımı çok seviyorum ve bazen onlara gelen tepkiler yüzünden kızgınlık veya acı hissettiğim olmuştur. Bu zamana kadar tepkiler zalimce olmamıştı. Üzücü ve mide bulandırıcı evet ama zalimce olmamıştı. Ama bu hafta sonu o derece korkunç bir ayrımcılık gördüm ki NFB’nin ne derece önemli olduğunu anladım. Geçmişte gerek Jim’e gerekse çocuklarıma karşı farklı tepkiler gördüm. Acıma tepkisi “Zavallı küçük, böyle yaşamak çok üzücü olsa gerek”, çocuğun yaptığı her şeyin insan beklentilerinin üstünde olarak algılayan cesur ve harika sendromu “Vay, sen ne kadar akıllısın”, çocuk her zaman özel ve cesur olarak tarif ediliyor, hiç kimse kendi başına bir şey başaracağını beklemiyor ve başarınca da övgüler haddi aşıyor. Reddetme, çocuk orada değilmiş gibi davranılıyor. Jim ve ben bu üç tepkinin farklı çeşitleriyle sürekli karşılaşıyoruz. Cuma akşamı Jim ve ben bazı tanıdıklarımızı mangala çağırdık. Ben mutfakta soslu yumurta ve fırında fasulye hazırlıyordum. Jim içeriye girdi ve yardım edebileceği bir şey olup olmadığını sordu, ben de domatesleri doğramasını istedim. Niyetim olay çıkarmak değildi, sadece ve sadece lanet olası domateslerin doğranmasını istiyordum. Öbür erkeklerden biri içeriye gelip “Ama elini kesebilir” diye itiraz etti. Jim ona daha önce domates doğradığını ve bu sefer de yapabileceğinden gayet emin olduğunu söyledi. Tabii ki kısa bir zamanda domatesleri güzelce doğradı. Onu izlemek için beklemeye devam eden adam, bir koluna Jim’i alıp bir eline de domates tabağını alarak, Jim’in ne kadar harika birisi olduğunu herkese göstermek için dışarı çıktı. Yeni yürümeyi başarmış serebral palsili bir çocuk bile bu kadar övülmüyordur. Akabinde Jim, mangalı yakmak için arka bahçeye çıktı. Aynı adam, “Bunu yapmasına izin verecek misin?” diye sordu, ben de omuzlarımı silkerek “Neden yapmasın ki” dedim. Adam hızlıca ayağa kalkıp arka bahçeye gitti ve geri geldiğinde Jim’in ne kadar özel ve harika olduğundan başka hiçbir şey hakkında konuşamıyordu. Herkes yatıştıktan sonra yemeğimi yemeye başladık. Sonra yağmur yağmaya başladı ve Jim bana arabanın camlarının açık olup olmadığını sordu. Ben açık olduğunu söyleyince, kapatmak için bastonunu almadan dışarıya çıktı. Aynı adam hızla ayağa kalkarak Jim’in bastonunu aldı ve “Jim’in buna ihtiyacı yok mu?” diye sordu. Ben de “Hayır, onun hakkında o kadar endişe etmene gerek yok” diye cevap verdim. Jim geri geldi ve tekrar yemek yemeye başladık. Jim, ocağa gidip kendisi için biraz daha fasulye aldı. Ve yine bunun ne kadar harika olduğuna dair yorumlar başladı. Tencereden fasulye alabilmenin tam olarak neresi harika? Jim sonra bana yaptığı her şeyden sonra bir tiyatrocu gibi eğilme ihtiyacını hissettiğini söyledi. Ben Jim’in o gece olağanüstü bir şey yaptığını düşünmüyorum. Bütün gece kendini sergileniyormuş gibi hissetti ve benim içimden ayağa kalkıp “O ne bir çocuk ne de salak. Yaptıklarının hiçbiri de olağanüstü şeyler değil, kapatın şu çenelerinizi” diye bağırasım geldi.
Ama orada bitmedi. Aynı gece acile gitmek zorunda kaldık. Jim o gün bir zehirli Sarmaşığa çarpmış ve etkisi gözlerine sıçramıştı. Görevli olan hemşire iğrençti. Jim’in harika olduğunu düşünmektense, kör, Sağır, Dilsiz, Salak ve hiçbir şey yapamayacak kadar aciz olduğunu düşünüyordu. Bana “İsmi ne, nerede yaşıyor, gözleri kaşınıyor mu?” diye sordu. Ben alınmıştım ve “O kendisi bu sorulara cevap verebilir” dedim. Jim soğukkanlı bir şekilde sorularına cevap verdi ama sinirlendiğini hissedebiliyordum. Jim tedavi için içeriye girince, orada bulunan bir erkek bana yaklaşıp “O zavallı adama bu kadar iyi davrandığınız için harikasınız” dedi. Ben de Jim gibi bir Adamla olduğum için kendimi ne kadar şanslı hissettiğimi, Jim’in benim başıma gelen en güzel şey olduğunu, onunla olduğum zaman kendimi güvende hissettiğimi ve onu sevdiğimi anlatmaya çalıştım. Ben ona ilişkimizi anlatmaya çalıştıktan sonra, o bana “Yani sen onunla çıkıyor musun? Ama senin gibi güzel minnoş bir şey, neden bir körü ister ki?” Ve ben o zaman dememem gereken bir şey dedim ve ona Jim’in onun hiçbir zaman olamayacağı kadar erkek olduğunu söyledim. Jim, tedaviden çıktı ve biz dışarı çıktık.
Cumartesi günü bazı arkadaşlarımız misafirliğe geldi ve paten yapmak için çıktık. Çok güzel zaman geçirdik. Jim’in evine dönünce, kızlardan birisi bana dedi ki “Jim’e çok iyi davranıyorsun. Onun, senin gibi birisine ihtiyacı var”. Ben de benim de ona ihtiyacım olduğunu söyledim. Ve bundan sonra bana yalnız kaldığımızda, jim’in diğer erkeklerin yapabildiği şeyleri yapıp yapamadığını sordu. Böyle bir sorunun karşısında geçirdiğim şoku tahmin edebilirsiniz. Ona kesinlikle Jim’in bu konuda yeterli olduğunu söyledim.
Pazar günü bütün bu olanlar yüzünden o kadar yorulmuştum ki düşünmekte zorluk çekiyordum. Jim bir problem olduğunu biliyordu ama ona iyi olduğumu söyledim. Braille etmesi gereken bazı kutular vardı ve yazıları kabartma daktiloyla yazmaya başladım. Bir ananas suyu kutusuna etiketi koyarken, ananası yanlış hecelemişim. Jim daha önce hiç böyle hecelendiğini görmediğini söyledi ve ben ağlamaya başladım. Ananas suyu için ağlamama şaşırmıştı. Bana dedi ki “Sana sadece bir kez seni neyin üzdüğünü soracağım. Eğer söylemek istemiyorsan, sen bilirsin ama sana yardım etmek istiyorum”. Ona bu durumun adil olmadığını düşündüğümü ve onu çok sevdiğim için bütün bu pisliği çekmesini sadece seyredemeyeceğimi söyledim. Jim, tatlı, sevecen, merhametli ve seksi bir erkek ve ben onu çok seviyorum ve başkalarının ona bir ucube gibi davranması benim canımı acıtıyor. Onun çok güzel bir öz görünümü var ve bunun değişmesini istemiyorum. Bana “Balım, alışacaksın” dedi. Amma hayır, bunu yapamam, ona hakaret etmelerine hiçbir zaman alışamayacağım. Görüp görmediğinin tam olarak neden önemli olduğunu anlayamıyorum. Yakın zamanda bir arkadaşımız bana “Jim’i kabul edebildiğin için çok müstesna bir insansın” dedi. Ben de öyle olmadığımı ve bu konu hakkında hiç düşünmediğimi söyledim. O da bana böyle bir şeyi unutmanın zor olacağını söyledi. Ben de ona unutmaya çalışmadığımı, sadece bir insanın saçının koyuluğu hakkında düşünmediğim gibi körlük hakkında pek düşünmediğimi söyledim. En nihayetinde bir insanın saç renginin pek bir önemi yok ve Jim’le de aynı mesele. Görmediğini biliyorum ama bunu unutmaya çalışmadığım gibi üzerinde pek düşünmüyorum. Anlayamadı ve bana çok aşikar olduğunu söyledi. Ben de ona gözlükleri gördükten sonra bakmayı bıraktığını ve gözlüklerin arkasındaki insanı göremediğini ve Jim’den daha kör olduğunu söyledim. Böylece bir arkadaşı kaybetmiş oldum. Tabii ki en önemli nokta, insanlar benim bir özel eğitim öğretmeni olduğumu öğrenince geliyor, o zaman ne düşündüklerini size söylemem gerekmiyor.
Jim, o gecenin yarısını benimle geçirdi. Benimle konuşup ağlamamı dinledi. Umarım ki ona acıdığım için değil, onu sevdiğim için ve insanların ona böyle korkunç bir şekilde muamele ettiklerini gördükçe canımın acıdığı için ağladığımı anlıyorsunuzdur. Eğer bu insanlara söyleyebileceklerim konusunda tavsiyeleriniz varsa, duymak isterim.
Saygılarımla.
Böyle bir mektuba nasıl cevap verebilirdim ki? Bu mektuptaki hissiyatın ve anlayışın derinliği hiçbir ekleme yapmak için yer bırakmadı. Söylenmesi gereken her şey söylenmişti. Yazanı arayarak ona, insanlığa karşı umudumu artırdığını söyledim. Ona küçümsemeler ve inkarlar bitene kadar federasyonun durmayacağını söyledim. Özgürlüğe doğru yürüyüşümüzde, onun yanında yürümekten onur duyduğumu söyledim. Yürüyüşümüz uzun olmuştur ve sonu henüz görünmüyor. Yolumuz, önümüzde gelecek yıllara uzanıp gidiyor ve arkamızdaki kölelik yıllarına gidiyor. Evet, halimizin bir kölelik olduğunu söylüyor ve o kelimeyi özellikle kullanıyorum. Hiçbir zenci bizim süpürge fabrikalarına ve boş yerlere, sallanan koltuklara ve bakım evlerine zorla getirilmemizden daha şiddetli bir şekilde şeker tarlalarının terli angaryası ve pamuk makinelerinin önünde çalışmaya zorlanmamıştır. Bu bakıcı tavrın iyi niyetli olmasının ve çoğu zaman bize vurulan darbenin kırbaç değil de acıma olmasının hiçbir önemi yok. Bunun bir darbe olduğunu, kalbi kırıp ruhun üzerinde izler bıraktığını, canı kurutup ümidi öldürüp rüyaları yok ettiğini değiştirmiyor. Asla yanılmayın! Bu bir köleliktir – zalim, aşağılayıcı ve hafifletilmemiş kölelik. Gözetleyici köle başının kırbacı kadar keskin ve sahibin çizmesi kadar ağır.
Ama o geçmişimizde – başka bir zaman, başka bir devir. Bu yeni bir gün. Köleliğin kalıntılarının hala var olduğu doğru. Eczane sahipleri hala bizi arka kapıdan girmeye zorluyor ve mahkemeler kadınlarımıza hala çocuklarına bakamayacaklarını ve erkeklerimize baba olmaya layık olmadıklarını söylüyorlar. Yemekten nefret ettiğimiz, kızlar etkinliğine gidemeyeceğimiz ve bir iş için mülakata giremeyeceğimiz söyleniyor. Sınıfa gitmektense, kliniğe gidiyor olmamız varsayılıyor; taksi şoförü, bütün kör kadınların kısırlaştırıldığını düşünüyor ve gören bir kadın sevdiği adamın çektiği acı ve aşağılanması yüzünden ağlıyor. İçimizden bazıları da körlüğün olumlu meziyetleri hakkında kendilerini aşağılayan ve aptallıktan öteye gitmeyen bir şekilde zırvalıyorlar ve Paul Harvey eşitlik iddialarımızı aşağılıklarının bilincinde olup da kabullenmek istemeyen hastaların kıvranmalarından ve kaşınmalarından ibaret olarak özetliyor. Şüphesiz ki gören ve görmeyen, içimizden hiç kimse bu şartlandırmadan etkisiz bir şekilde kurtulmuş değildir. Bunun için en azından gelecek kuşağı beklememiz lazım. Körlerin büyük bir bölümü meseleyi tam olarak anlamayıp bu yüzden hareketimize hala katılmış değildirler. Bazı yerel bölümlerimiz sadece isim bakımından NFB’nin bir parçası, bir liderin dokunuşunu ve bir çağrının sesini bekliyorlar. İşimizin büyük bir bölümü hala önümüzde, hem isteyerek hem de azmederek yapılmayı bekliyor.
Bütün bunlar doğru, yalnız perspektif içinde görmeliyiz. Durumumuz önceki zamanlardan daha kötü veya problemlerimiz daha fazla değil. Bilakis, tek değişen bizim bu problemler hakkındaki bilincimizin ve beklentilerimizin artmasıdır. Daha önceleri bu problemlerin farkında bile olmazdık, farkında olsaydık bile ne iletişim kurabilmek için organize olmuş ne de direnmek için hazırdık. Bugün bizim için daha önceki zamanlardan çok daha iyi ve yarınlar özgürlüğün umuduyla aydın. İlerlerken ve her gün savaş için saflarımızı belirlerken, kavgaya korkakça ve ürkekçe değil, sevinçle geliyoruz. Dudaklarımızda bir şarkı ve kalbimizde coşkuyla geliyoruz çünkü umudun resmini görüp toplu ve kararlı eylemin ve kendimize inanmanın gücünü tattık. Önümüzdeki mücadelede kayıplar vereceğimizi biliyoruz, buna hazırız. Bedel neyse, ödemeye hazırız. Menfaatlerimiz doğrultusunda, aksine izin veremeyiz. Birleştik ve ilerliyoruz. Özgür olacağız ve görenler bizi eşit olarak kabul edecek. Kim olduğumuzu biliyoruz ve hiçbir zaman geri gitmeyeceğiz. Bir akbaba, ölü bir ağacın dallarına konmuş ve biz kanatların gövdeyle birleştiği noktayı görüyoruz. Bakışımız şaşmayacak, okumuz ıskalamadan hedefini vuracak ve akbaba düşecek. Kardeşlerim, gelecek bizimdir, gelin birlikte olalım ve gerçekleşmesini sağlayalım.