Bugünlerde televizyon ekranlarında çıkıp konuşan doktorların içinde en sempatiği, benim de sıkı takipçisi olduğum bir Youtube kanalında da göründü. Merak edip başka konuşmalarını da izledim. Yabancı menşeili, ülkemizde pek sevilen, ufuk açıcı konuşmalarıyla ünlü bir organizasyonda Otizm hakkında konuştuğunu gördüm. Şok ediciydi benim için.
Tam bu sıralarda ben EEEH Dergi için Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu ile ilgili bir yazı yazmaya çalışıyor ama haddim olmadığını düşünerek erteliyordum. Hatta Engin Yılmaz’a tam olarak şunu söylemiştim: “Gerçekten bu dertten muzdarip insanları incitecek bir şey yazmak istemem.”. Heyhat meğer incitecekler incitecekleri kadar incitmiş farklı bireylerimizi. Otizmi sürekli silgi kaybetmek, arkadaşlarıyla geçinememek, matematikten anlamamak olarak lanse eden bir doktor karşınıza çıktığında ya hepiniz otizmli olduğunuzu düşünürsünüz ya da otistik bir çocuğunuz varsa onun bir gün doktor olabileceğini.
Maalesef ülkemizde en zor anlaşılan şey, bilişsel sorunların 1 ve 0’dan ibaret olmadıklarıdır. Bu hamilelik değildir, ya var ya yok durumu değildir, bu uzun süren bir haldir, herkesin sahip olduğu biriciktir. Otizm de, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktif Bozukluk da, spektrum içinde olan farklılıklar. Bazılarımızın (bence hepimizin) kafası aynı şekilde çalışmıyor. Burada belki de yazımın olması gereken noktasına erişmiş oluyorum: bir isim koymadan da birbirimizden farklı olduğumuzu kabul etmekte ne sakınca var?
Geçen Aralık ayında, “Artık dayanamıyorum.” diyerek psikiyatra gittiğimde bana Dikkat Bozukluğu tanısı koydu. Seans sırasında itiraz edip, “Bende bu olamaz.” dedim; çünkü ben kitap okuyordum, bir sürü iş yapmıştım, neredeyse emekliliğim gelmişti (Ey EYT), 3. üniversitemi okuyordum. İmkânsızdı.
Çünkü hayatım boyunca bir kişi görmüştüm DEHB olan ve o çocuğun yaşamı ile benimkinin alakası yoktu. Bir saniye susmadan konuşur, her şeyi dert eder, hareket etmeden duramaz, bir şeyi tutturdu mu vazgeçirmek saatler sürerdi. Gözlemlemediğim ancak annesinden hikâyesini dinlediğim bir kız çocuğu da, zapt edilmesi mümkün olmayan davranışlar sergiliyordu, ta ki tanı konulup ilaç alana kadar.
İtirazıma rağmen, biraz da çaresizlikten doktorun verdiği ilacı aldım. Bana sadece 6 aylık bir sürede, delirmeden okulu bitirecek kadar beynimi koruyacak bir mekanizma lazımdı. O sırada 1 senedir psikoterapi görüyordum, ilerliyorduk ama bir türlü benim günümü yakalayamıyorduk. Hatta bazen terapinin kendisi bile enerjimi tüketiyordu.
Tabii beni buraya getiren süreci anlatmam lazım, GETEM’de çalışıyordum, Fizik bölümünü bitirmeye uğraşıyordum, tek başıma yaşıyordum ve betimleme de yapıyordum. Sorun en baştan belliydi, kimse 34 yaşında, çalışırken, günlerinin tamamını zapt edecek bir hayata İstanbul gibi bir şehirde atlamaz. Yüksek lisans için belki ama lisans, ilginizi çekmeyen bir sürü dersi aldığınız, eşek yüküyle sorumluluğunuzun olduğu (laboratuvarlar, raporlar) en iyi ihtimalle 4 sene sürecek bir macera. Bu işe girişmek bile bir sorundu bence. Bugün dönüp bakınca; “İyi ki yapmışım, yoksa kendimi tanıyamayacaktım.” diyorum.
Gelelim Dikkat Bozukluğu meselesine. 2018 Aralık ayından sonra her ay düzenli olarak psikiyatra gidip ilacı yazdırdım ve 45 dakikalık seans boyunca da Dikkat Bozukluğu ile ilgili konuştuk. Biraz direnç, biraz fazla kabullenmeyle Temmuz ayına kadar geldik. Temmuz’da okul bitmişti, artık ilaç istemediğimi, ne yapabileceğimi görmek istediğimi söyledim. Ama ilk kez o odadan Dikkat Bozukluğu’nu kabullenerek çıktım.
Sonrasında psikiyatrımın tavsiye ettiği bir kitabı aldım. Allah’ım sonunda bir kitap, sadece bir kitap beni anlatıyordu. O çaresiz ama vazgeçmeyen, “değişik” olduğu kadar sevimli, ayaklı öz yıkım abidesi bendim.
İnsanoğlu çok tuhaftır, seneler boyu sizi “değişik” olarak damgalar ama sonra siz çıkıp benim değişikliğimin bir nedeni varmış dediğinizde “arkasına sığınıyor” olursunuz. Bu nedenle belki de biz “değişik”lerin yapması gereken, kendilerini kabul ettirmeye çalışmaktansa, kendilerini kabul etmek ve bunu tüm samimiyetleriyle söylemektir.
Dikkat Bozukluğu; sizin organize olmanızı, işleri önceliklendirmenizi, kısa süreli olarak bir şeyi hafızanızda tutmanızı, yoğun ve dikkatli bir iş yapmanızı engeller. İşler gözünüzde büyür, çok basitçe yapılacak bir işi ertelemeye başlarsınız. Ertelemeye başladığınızı fark ettiğinizde, ilk düşündüğünüz şey “Ben bunu yapabileceğimi düşünmüyorum, başarısızlıktan korkuyorum ki erteliyorum belki de yeteri kadar istemiyorum.” olur. Dikkat Bozukluğu’nu sıradan bir ertelemeden ayıran; duyduğunuz pişmanlık, yapamadığınız her şeyden sonra iç yıkıma dönen bir döngüye girmenizdir. Kimseye gerek yok, önce siz kendinize olan inancınızı kaybedersiniz.
Sorun neyi, ne kadar istediğinizi asla bilemeyecek olmanızdır. Bazı şeyleri iyi, bazı şeyleri kötü yapmak herkesin başına gelebilecek bir şey, işleri ertelemek neredeyse evrensel bir mizaha sebep olan günümüz hastalığı. Ayrıca dikkat süremiz de teknoloji sayesinde giderek kısalıyor. Bu dertlerinizi birine söylediğinizde, bunun son derece normal olduğunu, yeteri kadar istemediğinizi ya da en güzeli iradesiz olduğunuzu söyler.
İrade nedir peki? İrade, benim anladığım en az sahip olduğumuz şey; irade, en üste çektiğimiz boya. İrade ile sigarayı bırakamazsınız, zayıflayamazsınız, spor yapamazsınız. Hayatınızda bir şeyi değiştirmek istediğinizde, bunu ancak o şeyi yapmanıza neden olan duyguları bulup onları sağaltarak yapabilirsiniz.
İradenizle oturduğunuz çalışma masasından, saatler geçmesine rağmen bir tek satır çalışmadan kalkabilirsiniz. Telefon, bilgisayar veya televizyona ihtiyacınız yok. Aklınıza günler önce duyduğunuz bir söz, yıllar önce başınıza gelen bir olay, gelecekte olabilecek bir kaza gelir. Gelir de gelir. Onları susturmaya çalıştıkça yenisi gelir. Evham değildir, kaygı değildir, sanki beyninizin içinde bütün nöronlar birbiriyle konuşur.
Sonra giderek zamanınız azalır; mesai bitmek üzeredir, sınava 5 saat kalmıştır, iş teslimi yaklaşmıştır, anneniz gelmek üzeredir. Sonuçta kaygı başlar ve yapabildiğiniz kadar yapmanız gereken işi yaparsınız. Yapabildiğiniz kadar… O insanlığın mucize olarak gördüğü, son gece sabahlayarak sınava çalışmak, proje yetiştirmek, ne bileyim taşınmayı becermek için kullanmak istediğiniz ilacı alsanız bile sadece yapabileceğiniz kadarını yaparsınız. Ama acı çekmeden.
Yıllardır memurluk yapıyorum. Geçmişte Kocaeli İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nde çalışıyordum. Parlak bir çalışan olarak işe başladım, kimsenin bilmediği yerde bilgisayar kullanabiliyordum, hızlıydım, zekiydim. Ama bir sorun vardı, olmayacak hatalar yapıyordum. Ufak kelime hataları, sadece sıkıldığım için dosyalayamadığım evraklar, işleri biriktirdiğim için geç saatlere kadar çalışma sorunu, kimsenin tek başına yapamayacağı bir işi üstlenerek, altında ezilmek ve sonrasında asla bitmeyecek bir temizleme operasyonu.
O dönem en uzun süre birlikte çalıştığım müdür yardımcısı, bir gün çalışma arkadaşıma şöyle demiş: “Bak şimdi Berre’yi çağıracağım, ben evrak imzalayana kadar bekleyemeyecek, çıkacak odadan.”. Müdür yardımcım Edebiyat mezunuydu, iyi yazardı, hızlı okurdu, işi de uzatmazdı. Ama onun bir sayfalık yazıyı okumasını bekleyecek “sabır” bende yoktu. Zaman zaman odasındaki kitapların isimlerini okurdum, bazen dosyaların. Bazen tek tek bütün eşyalara bakar, içimden isimlerini sayardım. Bir keresinde 2’lik sayma sisteminde 2 üzeri 10 sayısına kadar saydım. Çünkü orada duramıyordum.
Dikkat Bozukluğu’na en yaygın eşlik eden Hiperaktivite, belki sizin düz duvara çıkmanıza neden olmaz. Belki kavgacı veya sürekli kolunu, bacağını kıran bir çocuk da olmazsınız (Ben 4 kere ayak bileğimi çıkarttım.) ama zorunluluk halinde durmanıza imkân yoktur. Ülkemizde maalesef herhangi bir farklılığı negatiften pozitife çevirmeye çabalamak yerine, “Sükût dur.” diyen otorite olduğu için en iyi ihtimalle benim gibi şaka ya da espri konusu olursunuz ya da öğrenciliğinizde dayak yer, çalışma hayatınızda da aşağılanırsınız. Tabii bu arada hala devam eden ayaklarımı sallama alışkanlığım yüzünden ailemde sürekli “Erkek gibi bacak sallama.” diye uyarıldığımı yazmasam olmazdı.
Gelelim neticeye. Ben bununla napacağım, buna sahip olmak beni engelliyor ama engellediği şeyleri yapmak zorunda mıyım? Dananın kuyruğu burada kopuyor işte. Ben yapmak istediğim şeyleri yapamıyorum, seanslarca o şeyleri neden istediğimi, hatta içten içe neden yapmak zorunda hissettiğimi konuşabiliriz. Ya da beni bununla mücadele ederken kendi halime bırakırız. Müdahale edenler, anlamamakta direnenler veya sorun olarak görmeyenleri pistin dışına aldıktan sonra, bu dertten muzdarip arkadaşlarıma seslenmek istiyorum:
Maalesef önce terapi ile davranışlarınızın ne kadarı Dikkat Bozukluğu sebebiyle oluşmuş davranışlar ya da Dikkat Bozukluğu’nun sebep olduğu davranışlar yüzünden çevrenizden gelen tepkilere karşı tepki, ne kadarı gerçekten sizin istekleriniz, karakteriniz, bunu anlamanız lazım.
Sonrasında da insanlara sınırın nerde bittiğini göstermeniz, bunu yaparken de kendinizi suçlu hissetmemeniz gerekiyor. Bir şeyi unuttuğunuzda, dikkatiniz dağıldığında, sürdürmekte ya da tamamlamakta zorlandığınızda, müsaade isteyin ve karşıdan gelen şaka/alay ya da azarlarla savaşmayın. Uzaklaşıp sakinleşin, sonra kaldığınız yerden devam edin. Karşıdan gelen fikirlerle mücadele etmeye çalışmak, sizi yoracağı gibi karşınızdakinin de fikrini değiştirmez. Kendinizi kabul etmek ve başkalarına kabul ettirmeye çalışmamak yapabileceğiniz en iyi şeydir.
Onlar sizi sabırsız görürken aslında siz dünyanın en vazgeçmeyen ve en sabırlı insanısınız. Bunu herkesten iyi biliyorsunuz. 10 bin kere denediniz, 9999 kere yenildiniz ve hala denemeye devam ediyorsunuz.
Bitirirken; bu yazıyı yazmaya Ağustos’ta başlamıştım. Sonra tamamen değiştirerek Ekim’de yazdım. Bu versiyonun ise, diğer ikisiyle alakası yok. Yazmaya karar verdiğimde de, şimdi de ilaç alıyordum. Çünkü ilaçsız bu yazı sanırım 6 sayfa falan sürerdi. Zaten bir türlü çatısını kuramazdım.
Ben şöyle mücadele ediyorum Dikkat Bozukluğu ile; ilacı her gün almıyorum. Çünkü her gün o kadar ayık olmak çok yorucu ve o gün eğer istediğiniz şeyi yapacak imkânınız olmazsa, fazlaca sinirleniyorsunuz. Bunun yerine kendimi rahat bırakıyorum, aylık planlar mı dersiniz, bir sürü kitap almak, bir sürü yere bakmak, bir sürü hayal kurmak mı dersiniz, hepsine izin veriyorum. Sonra düzenli olarak her gün kendimi yoruyorum. Kitap okuyabilmem için evi süpürmem gerekiyor, bazen eve girdikten sonra koltuğa oturmam iki saati buluyor, çünkü sürekli o tek kişilik evimi toplayıp duruyorum. Ancak enerjim bittiğinde oturup bir şey izleyebiliyor, bir şey okuyabiliyorum. Günün sonunda çoğu zaman yapmak istediklerimi yapamamış ve hayal kırıklığı içinde uykuya gidiyorum. Ama aslında bu süreç, beni ben yapıyor. Çünkü ilaç aldığımda, sadece bu maymun iştahı ile saldırdığım şeylerin ya da hayallerimin hangisine odaklanabileceğimi seçiyorum. Yani ilaç sizi başka biri yapmıyor, kendinizin organize şekline çeviriyor. Ama siz hala sizsiniz, o dağınık kafalı, eğlenceli, enerjisi bitmeyen ve asla olması gereken yerde olamayan siz.
Kalın Sağlıcakla.