Merhabalar dostlar. Birkaç hafta kadar önce Ordu’da bulunan köyümde anne ve babamın bulunduğu yerdeydim. Şehirden 30 kilometre uzaklıkta ve 800 rakımlı bir köy burası. Nefis yayla atmosferi, tertemiz havası, sessizlik herhalde bu yaz sıcağı günlerinde çoğumuzun aradığı bir şey. Burada yaklaşık bir hafta kaldım ve gerçekten dinlenmiş hissederek döndüm eve. Bir gün annem evde baklava açarken bir komşusu ziyarete geldi. Kendi aralarında konuşmaya başladılar. Klasik bir komşu konuşması. Kim ne yapıyor, fındık ne durumda, vs. (Not: Ordu’da yaz aylarının önemli gündemi fındıktır.) Konuşmanın bir yerinde konu bir komşumuzun bazı psikolojik ve psikiyatrik sıkıntılar yaşayan eşine geldi. Komşu fütursuzca başladı: “Z kişi neden boşamıyor ki onu? Ne gerek var”. Annem düşündüğümden de daha soğuk kanlı karşılık veriyor “olur mu öyle şey. Her şeyden önce günah, ayıp kadın ısrarına devam etti: “Ne olacak kör mü besleyecek?” Bu sırada ben de tam annemin yanında annemin açtığı hamurları kontrol etme ve üzerlerine nişasta koyma becerisizliği ve merakındayım. Yani tam da konuşmanın orta yerinde gayet göz mesafesinde, ama sessiz bir dekor konumunda. Neyse elbette bir tartışmaya VS girmedim, sonra konu değişti başka şeylerden konuşuldu falan. Mesele de o değildi zaten. Ben bunu EEEH dergide güzel bir şekilde işleme ve bu ayda yazacak bir şey çıkması mutluluğuyla döndüm İstanbul’a.
Tam bu esnada bir tweet çarptı kulaklarımıza Sevda ve benim. Kendini aydın, entelektüel diye tanımlayan bir arkadaşımız, “Sizler sesli kitap okurken kendinizi kandırıyorsunuz, o da kitap mıdır, kitap görerek okunmalıdır” minvalinden bir tweet sallamış etrafına. Kendince büyük bir fikir ortaya atmış yani. Aslında kendine göre kitabı sesli okurken yeterince ona değer verilmediğini, kitabın anlaşılmadan okunduğunu belirtmeye çalışıp güya bir sahip çıkma yaptığını sanıyor.
Mutlulukla gördüm ki, zaten birçok kör arkadaş kendisine harika yanıtlar vermişler. Tam bu lafları içime sindirmeye çalışırken, Haber Türk Televizyonunda cumartesi pazar günleri yayınlanan Oylum Talu’nun sunduğu burası hafta sonu programında güya uzman ve kendini aydın diye tanımlayan bir başkasına rastladım. Kim olduğunu anlayamadım ortasından yakaladığım için. Belki de ekranda yazıyordur, ama daha bunları okuyabileceğimiz erişilebilirlik çalışmalarına gelemediğimiz için onu öğrenmek kısmet olmadı. Pek de merak etmedim açıkçası. Arkadaşımız her ne hikmetse bu tweet mesajına değinip sözün ne kadar haklı olduğunu anlatıyor ısrarla. Oylum Hanım durumu toparlamaya çalışıp soruyor: “Efendim neden öyle söylüyorsunuz, insanlar ütü yaparken, otobüslerde, yemek hazırlarken de kitap dinliyorlar.” Arkadaşımız daha da hiddetleniyor: “Olur mu öyle şey o zaman kitap okuyacaklarına müzik dinlesinler. İnsan beynine böyle hakaret eder mi? Kitap insanlar görerek okusun diye yazılmış bir şey. Siz yalayarak televizyon izliyor musunuz?”
Kafada bir şeyler net, televizyon gözle izlenmek, kitap görerek okunmak için bu anlayışa göre. İşleri farklı yapanlara, farklı yöntemler kullananlara hayat ve söz hakkı tanımayan bir anlayış. Aslında tüm bunlara yanıt vermek bile görüşleri meşru hale getiriyor, ama hayatını sesli ve elektronik kitapları okuyarak geçirme alışkanlığında olan, dakikada 250 300 kelime bir okuma hızına ulaşan, dilediği yerde notlar alan, söyleşiler yapan pek çok arkadaşımı tanıma şansına erişmiş biri olarak tam tersini de iddia edebilirdim. Sizler beyninizi bu kadar yetersiz mi buluyorsunuz da bir işi sadece gözünüzle yapabileceğinizi sanıyorsunuz?
Fakat esas dert bir yöntemi diğerinden üstün tutmak, yöntemleri karşılaştırmak değil. Sosyal yaşamda, ev işlerinde, evlilikte, ya da bilim ve sanata, tek bir yöntemi norm olarak belirleyip farklılıklara hayat hakkı tanımamak. Tam da bu noktada kendince bir evlilik ve normallik tanımı yapan köydeki komşu teyzeyle kendini aydın diye tanımlama cesaretini gösteren bu arkadaşlar farksız hale geliyor. Tek bir normal, tek bir sağlam, tek bir doğru dogmasının ötesine geçemeyen tipler. Komşu teyze annemle bu konuya girmeden önce dinle ilgili bir şeyden namaz kılmaktan falan söz ediyordu örneğin. Kendini entelektüel sanan bu arkadaşlarımız da demokrasiden, tek tek tipleşmenin zararlarından otoriterlik ve faşizm tehlikelerinden söz edebiliyorlar. Yalnız iş bir noktaya gelince kendi doğru ve anlayışlarının dışını gayet rahat, gayet hadsiz bir şekilde tu kaka etmekten geri durmuyorlar. Bu da söylem ve davranışlarının inandırıcılığını tutarlılığını küle dönüştürüyor.
Birkaç gün önce her fani körün başına en az birkaç kez gelmiş vakayı bir daha yaşadık Sevda’yla. Tatil alışverişi için elimizde torbalarla sokakta yürürken, birisi koştu peşimizden ve defalarca bağırdı: “Alın şunu, alın şunu”. Önce bize mi söylüyor anlamadık omzumuza dokunana dek. Döndük baktık para vermeye çalışıyor. “İhtiyacınız var mı, ben size verebilirim isterseniz “deyince Yanlış anladınız, diyerek uzaklaştı adam yanımızdan. Ha, yanlış anlamayın hakikaten, bu tarz şeyler o kadar basit ve sıradan oluyor ki çoğu zaman üzerinde konuşma gereği bile duymuyoruz. Yine de yazının burasına cuk oturuyor. Köydeki komşu, aydın kisveli arkadaşlar ve sokaktaki adam, her üçü de benim için aynı değeri taşıyor: sağlamcı ve normal fetişisti kimseler. O yüzden de bu düzeni, ancak kör, sağır, topal, otizmli, CP’li, Farklı cinsel yönelimli, Kürt, Türk, ermeni, Müslüman, Hristiyan, Yahudi, ateist, deist, kulağıyla okuyan, ayağıyla resim yapan, sandalyesiyle basketbol oynayan, yani çeşitlilikleri olan herkesin farklılıklarını yok edip başkalarınca beslenmeyi değil, farklarına daha çok sarılıp kendilerini besleyebileceklerine inanmasıyla değiştirebiliriz.