Yazıma başlık atarken düşündüm. Geçmişi, değişenleri ve hep aslında aynı kalanları. Bu yazıda hepsinden bir parça bulacaksınız. Bir bakın bakalım yanılıyor muyum?
Fazla mı kıskancım nedir? Okuduğum yazılardan, özellikle dergimizde yayımlanan birbirinden güzel yazılardan nitelikli bulduğum kimilerinden çok etkileniyor ve onlar gibi yazabilmek isteğini duyduğum çok sık oluyor. Neyse biz olumluya çevirip daha iyi olma arzusuna dönüştürelim ve gene beni etkileyen iki arkadaş ve yazılarından esinlenerek yazdığım yazıyı beğenilerinize sunarım.
Eylem birkaç yazısında çifte engelinden söz etmişti zaten. Sıkı takipçiler tarafından bilinen bir şeydir bu. Buna bir de son zamanda yaşadığı talihsiz bir olay sonucu kısa süreli duyma yeteneğini yitiren, dergimizde birkaç yazısı yayımlanan konuk yazarımız Müjgan da eklendi ve yaşadıklarını bizimle paylaştı. Çifte engelli biri olarak niye ben de yaşadıklarımı ve hissettiklerimi yazmıyorum ki dedim kendime. Benim öykümse şöyle:
07.03.1999 pazar günüydü. Mart ayı için güzel denilebilecek bir gündü. Birkaç gün önce kulağında bir problemi olduğu için bize gelen ve birlikte onun kulak problemi için hastaneye gittiğimiz arkadaşımı öğlen saatlerinde yolculadım. Akşama doğru bacaklarımda hafif hafif yayılan bir sızı hissetmeye başladım. Grip nedeniyle başlanan antibiyotiğin bir etkisi olabilir mi diye düşündüm ama bir yandan ürküyordum. Ne olduğunu anlamadığım, daha önce hiç yaşamadığım ve duymadığım bir şeydi yaşadıklarım. Sızı gitgide artıyor ve ben evdekileri telaşlandırmamak için hiçbir şey diyemiyordum.
Evdekilerden gizli aile dostumuz olan bir teyzeyi telefonla aradım ve antibiyotiğin böyle bir etkisinin olup olmayacağını bilip bilmediğini sordum. O da “belki de” dedi ve “Bol bol su iç. Etkisini vücudundan atsın” diye ekledi. Koca koca bardaklarla üst üste su içiyordum ama sızı uyuşukluğa karışmıştı ve artarak devam ediyordu.
Ben artık kendimi sağa sola atıyor, hala annemlere renk vermemeye çabalıyordum. Komşu teyze beni merak etmiş ve bize geldi. En son saklanamayacak bir noktaya ulaştığında evdekilere söyledim. Yaşadıklarımıza anlam veremiyor ve bir an önce hastaneye gitmek istiyorduk artık. O aralar bizim arabamız yoktu. Komşu teyze eşine haber verdi ve amca bizim kapıya geldi. Evin kapısına kadar yürüyerek gittim. Babam yüzüme baktı kapıda ve “istersen seni kucağıma alayım” dedi. “İyi olur” dedim. (laf aramızda, tabi o aralar henüz 40 kilo bile değildim), İki kat aşağı indik. Beni arka koltuğa oturttular ve ben koltuğu ortalamak için popomu geri ittiremedim. Oysa daha birkaç dakika önce yürüyordum. Şok üstüne şok yaşıyordum. Benimle birlikte diğerleri de şoklanıyorlardı. Baktık olacak gibi değil, babam önden ittirdi, amca arkadan çekti ve ben koltuğu ortaladım.
En yakın hastaneye vardığımızda artık iyice bacaklarım hareket kabiliyetini yitirmişti. Birtakım tahliller istediler ve ben idrar tahlili için tuvaleti kullanamıyordum. Babamın kucağındayım, şaşkınlıktan ne yapacağımızı bilmez bir halde, ben annem ve babam idrarımı almaya çalışıyoruz. Bu arada benim belden aşağım tamamen hükümsüz... Babam hala söyler zaman zaman: ”Ben o zaman kalp krizi geçirmedim ya artık bana bir şey olmaz" diye.
Hastanedekiler de olan bitene tam anlam verememiş olacak ki beni üniversite hastanesine sevk ettiler. Ertesi gün oraya gittik ve uzun süren hastane günleri başladı. Üç ay hastanede yattım ve şükürler olsun ki dar alanda kendimi idare edebilir bir hareket yeteneğine kavuştum.
Hastanede ardı ardına yapılan tahlil ve tetkikler sonucu anlaşıldı ki ben NMO, yani Devic hastasıymışım. Gerçi o zamanlar bana MS hastası olduğum söylenmişti ve ben uzun yıllar bunu bu şekilde ifade ettim. Zaten birbirlerine de benziyorlar. Yani ha Ahmeeett, ha Mehmet.
Devic hastalığını merak ettiyseniz tıklayınız:
http://www.norolojiklinigi.info/devic_hastaligi.html
MS hastalığı için ise buradan bilgi alabilirsiniz:
http://www.norolojiklinigi.info/multipl_skleroz.html
Neyse öykümü uzun uzadıya anlatıyorum size. 1995 yılı eylülünde dizden aşağı ufak bir uyuşukluk yaşamış, kısa süreli bir tedavi ile düzelmiş ve o zaman bana Devic’ten bahsedilmişti ama ben tam anlamamış mıydım, işime mi gelmemişti bilmiyorum ama bu sefer hastalığın çok daha soğuk yüzüyle karşı karşıyaydım ve artık görmezden gelme şansım yoktu.
Ayak parmağımın ucunu dahi hareket ettiremiyordum ve düşünüyordum. Doktorlar düzelebilirsin ama ne kadar olur bilmiyoruz havasındalardı. Çünkü hastalık yeni yeni çözülmeye çalışılıyor ve pek çok kimse hakkında tam anlamıyla bir şey bilmiyordu aslında. Hastalık her bünyede farklı etki yapıyordu, sebebi ve tedavisi çözülememişti henüz. Hastalığın bende ne gibi bir sonuca varacağını onlar da benimle birlikte göreceklerdi. Tek fark onlar bana nazaran daha umutlulardı. Ben her zaman olanın en kötüsünü düşünür ve kendimi soğutup ona hazırlamaya çalışırım. Umudu terk etmekten yana değilim, ama kendimi ona fazla kaptırmaktan da korkarım. En kötü ihtimalle hiç düzelemezsem tekerlekli sandalyede bir kör olarak hayatımı nasıl sürdürebilirim diye plan kurmaya başlamıştım bile. Kendimi annem dâhil başka birine muhtaç hissetmenin zoruma gitmesinden çok, başarmalıyım güdüsündeydim. Zira kimsenin yaşam garantisi yoktu ve kendi hayatımı sürdürmeyi bilmem gerekiyordu. 22 yaşındaydım. Fakülteyi bitirmeme üç dersim kalmıştı. Avukatlık stajımı yapmalı ve hayatımı kazanmalıydım. Nasıl olduğunu bilmiyordum ama muhakkak bir çıkış yolu olmalı diyordum.
Uygulanan tedavi programında yüksek düzeyde kortizon yükleniyordu ve fizik tedavi veriliyordu. Yaklaşık iki buçuk hafta sonunda ayak parmaklarım hareketlenmeye başlamıştı. Müthiş bir şeydi. Artık daha sesli gülüyor ve umudumu biraz daha inançla besliyordum. Bundan sonra iyileşme süreci hızlandı. Belki de benim yüreğimin güçlenmesinden bir hafta sonra bacaklarım daha direnç kazanmıştı ve walker denilen aletle ayakta durabiliyor ve hatta birkaç adım atabiliyordum. Walker bir kenarı olmayan bir dikdörtgen alet. İnsanın bel hizası seviyesinde duruyor aşağı yukarı ve az önce dediğim gibi felçli hastaların ayakta durmasını sağlıyor ve birkaç adım atabilmesi için onlara denge desteği oluyor. Ellerinizle abanıyor ve aleti kol gücü ile bir adımlık ileri atıyor ve siz de ona dayanarak bir adım ilerleyebiliyorsunuz.
Hastaneye yatışımdan üç hafta sonra beni boğan nöroloji servisinden fizik tedavi ünitesine indirilmiştim ve artık orada yatıyordum. Fizik tedaviye yatış işlemlerimi yapan doktor beni sadece bir hafta sonra koridorda ayakta ve walkerla yürürken görünce o kadar şaşırmış ve öyle hayretle bakıp duralamış ki annemin bana nazardan bir şey olacak diye ödü kopmuştu. "Ne oldu doktor bey?" diye sorunca, "Kas gücüne şaşırdım" demişti. Sanırım o kadar kısa sürede dümdüz yatan o kızın ayakta ve aletle de olsa adım atabiliyor olmasını daha önce görmemişti.
Aradan bir hafta daha geçtiğinde ikili koltuk değneklerine geçmiştim bile. Şükürler olsun ki artık iki koltuğumda iki değnek daha rahattım. Doktor bir hafta sonra da tek bastona ineceğimi ve üç ayaklı bastonla yürüyeceğimi söylüyordu. Öyle de oldu. Hatta fizik tedavi aletlerinin basılacağı bir broşür için bu üç ayaklı bastonla koridorda resmimi dahi çekmişlerdi. Gerçi basıldım mı bilmiyorum? Zira broşürü görmedik ama ben artık daha rahat hiç değilse tuvalete gidebiliyordum. Bir hafta daha geçmişti ve ben üç ayaklı tek bastondan tek ayaklı tek bastona geçtim ve öyle de kaldım. Ondan sonra ilerlemedim artık. Bugün işyeri ve ev içinde değil ama dışarı çıktığımda dengemi sağlamak için o tek bastonu kör değneğimle birlikte kullanmak durumundayım. Böyle anlatınca kendimi Voltran gibi hissettim. Çocukluğumun çizgi filmi. Voltran adlı robotu oluşturan beş ayrı renkteki aslanlar. Beni oluşturan, ben, beyaz bastonum ve koltuk değneğim.
Biz insanlar, içinde yaşarken değerini bilmiyoruz birçok şeyin. Ailemizin, arkadaşlarımızın, dostlarımızın, düşmanlarımızın, evimizin, arabamızın, malımızın, mülkümüzün ve hatta belki de en önemlisi vücudumuzun. Düşünmüyoruz bile hatta. Özellikle elde etmek için zerre çaba harcamadığımız vücudumuz ve tek bir parçasının bile kıymetini bilmiyoruz. Eğer bilseydik bugün sigara endüstrisi bu kadar revaçta olmazdı mesela. Ben de düşünmemiştim hiç. Örneğin saçımı toplarken sırt kemiğimin ve omurlarımın ne kadar gerekli olduğunu umursamamıştım. Felçli dönemimde saçımı toplamak için kollarımı arkaya attığımda, dengemi sağlayamayıp her hamleyle sırt üstü yatağa düştüğümde şaşkınlığımı bugün bile anımsıyorum. O sırt kemiğinin dengesini sağlayan mekanizma olmadığında yatakta oturur vaziyette güvenle duramıyordunuz. Küçücük bir hareketinizle düşmeniz işten bile değildi. Öylesine bir şey olan parmağını havaya kaldırma hareketini yapamıyordunuz mesela. Benim inancıma göre her şeyi müthiş bir dengeyle yaratmış olan Allah'tı ve biz bunları öylesine görüyorduk. Ancak kendimiz için öylesine gördüğümüz bu hakları başkasına çokluyor lütuf sayıyorduk. Nasıl mı? Mesela rahatça yürümek için arabalardan ayrı kaldırımlar yapıyor ama bol bol merdivenlerle donatıyorduk. Bir de onları rengârenk boyayıp gözümüzü şenlendiriyorduk. Ama bizler kadar rahat yürüyemeyenleri evlerine hapsediyorduk bu sayede.
Ve daha da trajik olan bunu normal sayıp önemsemeyişimiz. Kendimizde bunu hak görmemiz. Oysa bu dünya hepimizin. İstesek de istemesek de kabullenmek zorundayız ve bu duruma uygun davranmalı ve yaşamalıyız.