Toplam Okunma 0

Hayatımda her daim futbol çok önemli bir yer tutmuştur. Yo öyle becerikli falan değilim.  Önümdeki topa bile vurmaktan aciz kalıyorum bazen halı saha maçlarımızda zilli topla oynarken. Ama futbolu izlemek, o heyecanı yaşamak, kendimi bildim bileli yaşamımın vazgeçemeyeceğim bir parçası olmuştur.

Bu yazıyı yazarken saat 02:15 civarı olmuş. Birkaç saat önce Brezilya şok bir yenilgiyi tadıyor Dünya Kupası’nda. Dile kolay, Almanlardan tam yedi gol yiyorlar. Dünya kupa tarihleri boyunca aldıkları en farklı mağlubiyet. Şimdi de futbol yazarlığına mı başladın, diyeceksiniz; ama kazın ayağı öyle değil. Brezilya bu mağlubiyeti Brezilya olmaktan vazgeçerek çok önceden hak ediyordu. Almanya kendileri gibi disiplinli oynayarak kimliksiz kalmış Brezilya’ya kolay kolay unutulamayacak bir ders veriyordu. Tıpkı her gün gören gibi davranmaya çalışıp sürekli hayal kırıklıklarıyla boğuşan körler gibi.

Hayda… Yine konuyu getirip nereye bağladım değil mi? Ama bir şeyler yazmazsam uyku tutmayacak. En iyisi mi, içimdekileri parmaklarımın ucundan klavyeye dökeyim, belki söndürürüm ruhumdaki anlatamadığım ateşimi.

Birçoğumuzun gönlünün takımıydı Brezilya. Pelé, Zico, Ronaldo, Romário, Ronaldinho, hemen ilk çırpıda aklıma gelen isimler. Neden, çünkü futbolu eğlenerek oynayan, pasa, çalıma, şova dayalı, hem zevk alan hem zevk veren bir futbol oynuyordu bu Güney Amerika ülkesi. Çocuklar sokaklarda hep bu futbolculardan birinin adını bağırarak vuruyorlardı topa. Bu takım 1958, 1962, 1970, 1994 ve 2002 Dünya kupalarında da şampiyonluğu tadıyor, şampiyon olamasa bile hep akıllarda, hep yüreklerde oynadıkları futbol kalıyordu.

Ne Var ki, seksenli yıllarla doğan neoliberalizm, endüstriyel Futbol adı altında oyuna değil, sonuca odaklı aktörlerle girdi futbolun masumiyetinin tam göbeğine. Profesyonellik adı altında her şeyi metalaştırıp tüm değerleri satılık haline getiren bu lanet, artık iyi oyuna değil, maç sonundaki skora bağımlı hale getirdi hem izleyiciyi hem futbol aktörlerini.

Nihayet 2004 Avrupa şampiyonu Yunanistan oldu. Maç boyu defans yapan, futbolu kimseye zevk vermeyen, ama sonuç alan Yunanistan.

Doksanlar sonrası turnuvalar inanılmaz sıkıcı hale geliyordu. Gol atmak yerine yememeyi düşünen hocalar, Çok koşan, ama az üreten futbolcular, yalnızca iddaa benzeri futbol bahislerine kendini kaptıran izleyiciler, sonucu penaltılarla bitebilen sıkıcı maçlar.

Ama olsundu, Brezilya gibi takımlar vardı halen, pas yapmayı seven, hücum futbolunu ön plana çıkaran, her zaman kazanamayan ama bizlere futbolu sevdiren takımlar. Ya da biz öyle sanıyorduk.

Bu yılki Dünya Kupası’nda yine çoğumuzun en büyük favorisiydi Brezilya. En ünlü teknik direktörlerden taraftarlara yapılan araştırmalar hep Brezilya’yı gösteriyordu şampiyon adayı olarak. Ama oda ne! Maçlar başladı ve bambaşka bir takım gördü herkes. Neymar dışında hücumda güveneceği oyuncusu olmayan, en sağlam hattı savunma bölgesi olarak gösterilen bir takım. Hocaları açıklamalar yapıyordu: “Önemli olan kupa, oyun değil.”

Maçları da zar zor kazanınca, başarıyoruz sandılar, ama artık Brezilya bırakın gönüllerin takımını, kupanın en antipatik takımı haline gelivermişti. Çünkü onlar artık Brezilya Değildi, güya Avrupa takımlarını taklit ediyorlardı, ama bir şeyler eksik değil miydi?

Birkaç Saat önce, Almanya bunun yanıtını çok ağır biçimde verdi herkese. Kolay kolay eşi benzeri görülemeyecek bir galibiyet aldı binlerce Brezilyalı taraftarın önünde: 7 - 1; Brezilya gibi oynamaktan vazgeçip endüstriyel futbolun çarklarına kendini kaptıranlar, içlerindeki Brezilya’yı kaybetmişlerdi, yerine buldukları taklitler ise ancak buraya kadar işe yaramıştı.

 

Niye yazdım bu kadar şeyi dersiniz? Futbol ile hayatlar arasında çoğu zaman paralellikler görürüm de ondan belki. Bir engelli olarak, yıllardır konuyla ilgili birçok platformda bulunup bir şeyleri dile getiririm. Ders muafiyetlerinin sorunlarından pozitif ayrımcılık altında dayatılan eşitsizliklere, farklı hususlarda yazıp görüşlerimi dile getirirken, , nedense en ciddi tepkiler yine engellilerden gelir.

Gerçekçi olmak gerekir, Engellilerin istedikleri her şeyi yapabileceğini söylemek saçmalıktır ve komplekstir onlara göre. Hayata gören, yürüyebilen, duyabilen birinin kodlarıyla bakarlar hep; çünkü asıl olan, olması gereken, normal olan budur. Gaye, o normale olabildiğince yaklaşabilmektir. Onun için de biraz kendinden vazgeçmek gerekir. Ama bu anlayış ne goller yedirir onlara, bize farkında mıyız dersiniz?

Belirli bir düzeyde görebilen bazı arkadaşlarım vardı. Bu görmelerine güvenip asla ellerine baston almadan yürüyen, ama olur olmaz yerlere çarpan arkadaşlar. Onların bir kısmına sorduğumda çok basit bir gerekçeleri vardı: sokakta yürürken kör olduklarının anlaşılmaması. Böylece çevredeki bakışları ve dikkatleri üzerlerine çekmiyorlardı. Norma yaklaşıyorlardı kendilerince. Yalnız bazen minik bir sorunla karşılaşıyorlardı, yakın bir arkadaşları yanlarından geçerken selam veriyor, o selamı göremedikleri için karşılık vermemeleri arkadaşlık ilişkilerini zedeleyebiliyordu. Almanya’dan birinci golü böyle yiyorlardı.

Hiç unutmam, rehber öğretmenken engelli öğretmenlerle bir toplantıda buluşmuştuk, bir arkadaş aynen şöyle dedi: “3 aydır şu okuldayım, daha kimse görmediğimi anlamadı.”. Büyük bir iş başarmıştı Kendine göre. O da norma yaklaşıyor, böylece ayrımcı bir söyleme uğramayacağını düşünüyordu kim bilir? Ama gerçekten ihtiyacı olduğunda hiçbir uyarlama talep edememesine, ciddi zor durumlara düşmesine yol açacaktı bu tutum farkında mıydı acaba? İkinci Almanya golü böyle düşünen arkadaşlar için gelsin.

Üçüncü gol benim için gelecek. Gerek GETEM gerek diğer konularla ilgili değişik zamanlarda konuşma yapmak için kürsüye gittiğim olur çeşitli seminer, konferans ve toplantılarda. İlk başlarda sahnenin yeri karışık diye bir kişinin bana eşlik etmesine izin verir, baston kapalı biçimde çıkardım kürsülere. Bir gün kafama dank etti bir şey, sen engelsiz hayat, erişilebilirlik, engellilerin potansiyellerinden bahset; ama sahneye bastonun kapalı halde birinin kolunda çık. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu değil miydi? O gün bugündür, bir yerde kürsüye çıkacaksam, bana biri eşlik etse bile bastonum açık yürürüm hep gideceğim noktaya.

İsim vermeyeyim, Bir arkadaşımın evine gitmiştim. Salon öyle bir düzenlenmiş ki, tam ortada bir sehpa, yine ortaya yakın bir yerde koltuklar, diğer kenarda masa. Yani evin içinde yürümek mantarla dolu bir kaldırımda yürümekten beter gelmişti bana. Sorduğumda kör olarak bir evde yaşarken niye salonlarını böyle düzenlediklerini, Aldığım cevap aynen şuydu: “Haklısın ama böyle çok güzel görünüyormuş.”. Görsel kodlar Kendi ihtiyaç ve beklentilerinin önüne geçiyordu. Dördüncü gol bu arkadaşım için gelsin.

Bazen sokakta yürürken bir başka kör arkadaşımla, iki dakikada bulacağımız bir yeri kimseye yol sormadığımız için yarım saatte buluruz. Bazısı böyledir, birilerine sormak sanki daha çaresiz gösterecektir onu. Ha Türkiye gibi bir yerde her sorduğumuzda doğru yanıt alamadığımız besbelli de, oradaki güdü farklı gibi gelir bana, sanki sormak daha çok dikkat çekip körlüğün daha da anlaşılmasına neden olacaktır. Beşinci gol bu tür arkadaşlarım için gelsin.

Bilgisayar teknolojisi zarar verdi aslında bazılarımıza. Kimimiz hiç evden dışarı çıkmaz bir biçimde tüm gününü birileriyle klavye yarıştırmakla geçirir oldu. Siparişler de online gelince, tek başına alış verişe çıkmak, öylece bir hava almaya çıkmak, gereksiz oldu böyleleri için. Onlara sorduğunuzda, bir körün tek başına tatile çıkması, gidip birileriyle top oynaması, abuk subuk yürüyüp sağa sola çarpması gülünçtü. Kendini asla böyle komik durumlara düşürmezdi onlar. Gerçekçi olan engelli olan kişinin diğerlerine göre daha eksik olduğunu kabul edip, kendilerine verilenlerle yetinmeleriydi çünkü. Altıncı gol bu arkadaşlar için gelsin.

Ve final golüne gelelim şimdi. İŞKUR bir sözlük çıkarmış duyduk ki. Meslekler sözlüğü. Bu sözlüğe göre engelli kişi, koşamaz, fotoğraf çekemez, dans edemez,  basketbol, futbol oynayamaz, daha ne inciler var neler. Haklı olarak büyük bir infial oluştu tabi toplumsal dayatmalara baş kaldıran arkadaşlarımız arasında. Ama bence asıl sorunumuz İŞKUR sözlüğü değil aslında, orada söylenenlerin esas gerçekler olduğunu içselleştiren, onları haklı bulan engelli arkadaşlar. Onlara göre herkes her işi yapamaz; ama kör ya da başka bir engele sahipseniz, siz daha fazla her işi yapamazsınız. Çünkü eşyanın tabiatına aykırı davranıyorsunuzdur. Eşyanın tabiatı hayatı yalnızca gözlerle, bacaklarla veya kulaklarla kodlamayı gerektirir böylelerine göre. Yedinci gol işte bu durumlar için gelsin.

Peki, neyin karşılığında yedik bu yedi golü, biraz daha başkalarına benzeyebilmek, tırnak için normal olabilmek için. Ama atabildiğimizi sandığımız yalnızca bir gol. O da yaşanan hezimetleri, hayal kırıklıklarını değiştirmiyor. Birinin size, hiç engelli biri gibi değilsin, demesi attığınız bir gol değil dikkat, olsa olsa off-site olur bu.

Brezilya, Brezilya olmaktan vazgeçtiği için yaşadı böyle bir hezimeti. Bu turnuvayı belki kazanabilirdi, şans yanlarında olur, uzatmalar, penaltılarla yine kupayı alabilirlerdi. Ama bunların hiçbirisi turnuvanın en antipatik takımı imajını kafalardan silmeyecekti. Bizimde içimizde bir Brezilya yok mu sizce? O Brezilya, kendimizde olmayanı taklit edip hiçbir zaman ulaşamayacağımız başkalarının normları değil, o Brezilya, kör gibi, sağır gibi yaşayıp kendi yöntemlerimizi hayata geçirebildiğimizde ortaya çıkacak. O Brezilya, sırf başkalarına göstermek için fotoğraflar çektirmek yerine,  kendi çektiğimiz fotoğraflara, videolara, etiketler koyup betimlemeler yapmaya başladığımızda ortaya çıkacak. O Brezilya, Bastonu bir utanç kaynağı değil, hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olarak görebildiğimizde ortaya çıkacak. O Brezilya, yapacağımız işlere körcül yöntemler aramaya başladığımızda ortaya çıkacak. Evet, bu bir risk. Kesin galibiyetler vadetmeyecek belki bizlere, ama en azından kendimiz gibi olmayı, iç tatmini vaat edecek değmez mi? İçimizdeki Brezilya’yı mı arayacağız, yoksa başkalarının çizdiği normları mı? Bunu iyice bir düşünün bence.


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.