Merhaba arkadaşlar, biliyorsunuz, ben psikolog falan değilim. Bu yazıda biraz haddimi aşarsam, bu konunun uzmanı olan arkadaşların şimdiden affına sığınıyorum.
Biraz okuduğum kadarıyla, “yok sayma”, insanın, çözüm bulamadığı meselelerde, kendini savunma mekanizmalarından birisi olarak kabul ediliyormuş. Bir başka deyişle, ortada halledilmesi gereken bir mesele var; ancak, siz bu mesele ile nasıl başa çıkacağınızı bilmiyorsanız; beyniniz, o meseleyi yok sayarak; kendini korumaya alıyormuş. Şimdi bu konu nereden çıktı diyeceksiniz. Anlatayım.
Sabah, en neşeli halimle işyerime geldim. Arkadaşlarla kapı önü muhabbeti günaydınlaşma faslımızı yaparken; parfüm satıcısı bir kadın yanımıza yaklaştı. Kendini tanıttı ve elindeki parfümlerin markalarından, kokularının ne kadar kalıcı olduğundan bahsedip; herkesin bileklerine, tanıtım kokularından sıkmaya başladı. Tahmin ettiğiniz gibi, ben hariç. Ben o ortamda yokmuşum gibi; sanki hemen arkamda duran merdiven korkuluğunun bir parçası; ya da biraz uzağımdaki ağacın gölgesiymişim; ama kesinlikle, o parfümlerle ilgilenebilecek, belki beğendiği bir kokuyu almak isteyecek bir insan değilmişim gibi bir tutum sergiledi. Birkaç arkadaşım parfümlerini aldılar; ama benim içimde hep bir beklenti, “Belki herkesle işini bitirdikten sonra bana dönecektir. Hemen önyargılı yaklaşmayayım.” düşüncesi; aslında bu da yanlış biliyorum; ama aynı oksijeni harcadığım insanların, bu tarz bir davranış sergilemesini kabullenememenin çırpınışları. Kadın, işi bitince çekip gitti. Giderken de o kadar hızlı davrandı ki; ne hislerimi dile dökebilecek zamanı bulabildim; ne de bir ağaç gölgesinin ya da korkuluk eklentisinin de konuşabileceğini anlatabildim. Oysa bir müşteri adayıydım; ne de olsa, bir kokuyu beğenmem halinde, ben de onun için, 25-30 Liralık bir kazançtım; yoksa, her ne kadar, kılığım kıyafetim öyle olmasa da bir dilenci olabilir miydim? Neden olmasın. Sabahın bu saatinde, dışarıda, elinde beyaz bastonu ile bir kör. Ama kadın da haklı değil mi? Şimdi ya ben de bir şeyler sorarsam, ya bir kokuya bakmak istersem, nasıl davranacak nereden bilsin. Yok saymak en iyi çözümdü. Düşünebildiğinden varsayımla, diğer arkadaşlarıma satış yaparken; benimle nasıl iletişim kurabileceği üzerine planlar yapmaya çalıştığı; ama zavallı beyinciği bir yol bulamayınca, “Yok say gitsin” çözümünü üretip; ortamdan hızla uzaklaştığı; ya da “Dilencinin biri, şimdi bana da yanaşacak, ya birkaç kuruş para isteyecek, ya da hayrına parfüm vermem gerekecek. En iyisi hiç bulaşmamak,” düşüncesinde olduğu sonucunu çıkardım. O andan itibaren, benim tüm neşem söndü. Kadına derdimi anlatamamış olduğuma mı yanayım? Öfkemi yüzüne haykıramamış olduğuma mı? Bir korkuluk eklentisi ya da bir ağaç gölgesi olarak görülmeme mi? Bir yandan adliyeye doğru yol alırken; bir yandan da acaba yanlış nerede, bu yok saymanın ne kadarı bizim hatamız ne kadarı toplumun önyargılarının ürünü soruları kafamda dönmeye başladı.
Olay anından bu yana, içimde bir slogan gibi; “Biz olmadan bu toplum olmaz.” cümlesi dönüp duruyor. Peki, biz bizleri, bizim toplumumuza nasıl anlatacağız? Evet, zaman zaman, üstün mücadelelerle, devlet kurumlarından birtakım haklar almayı başarabiliyoruz. Bence bunun en mükemmel örneğini de Pazar günü birçoğumuz deneyimledik ve bu ay, Engin Bey, Bahar ve Mürşide Hanımlar’ın yazılarından okuyacaksınız. Peki, bireylere karşı nasıl mücadele edeceğiz? Nasıl yok sayılmayacağız? 80 milyon insanın yaşadığı bu topluma, hangi yöntemle kendimizi anlatıp; yok sayılmaktan kurtulacağız.