Bir önceki yazımda, empatinin ne olmadığını bildiğimi ama ne olduğunu bilmediğimi fark etmiş; bu yazıma kadar da biraz üzerinde düşünmeye devam etmeye karar vermiştim. O sırada, klinik psikoloji alanındaki doktoramı bitirdim, bağımsız yaşamaya yönelik minik adımlar attım ve bu yüzden yazmaya biraz ara vermek zorunda kaldım. Bu esnada da, konudan biraz uzaklaşmış ve sizi de uzaklaştırmış oldum. Yine de yavaş yavaş düşünmeye geri dönebileceğimize inanıyorum.
Öncelikle empati, benim mesleğimle çok bağdaştırılan kavramlardan bir tanesidir. Bu kavramın, engellilikle bağlantısını açıklarken de biraz kendi mesleğimden faydalanmayı düşünüyorum. Evet, terapistin, görüşmeler boyunca hastasına karşı empatik bir duruş sergilemesi önemlidir. Ancak, empatik duruş sadece hastanın neler hissettiğini anlamayı değil, onun bu zamana kadar karşılanmamış ihtiyaçlarını ve o ihtiyaçların karşılanmasının önündeki engelleri fark etmeyi içerir. İkinci kısmın olmadığı bir terapi süreci, değerli bir hocamızın “komşuculuk” dediği durumu ortaya çıkarır. Komşuculuk, terapistin hastasını çoğunlukla kendi penceresinden değerlendirdiği, onun yerine üzülüp öfkelendiği ama onunla birlikte bir döngüye girdiği ve hatta, zaman zaman hastasının durumuna acıdığı ve böylece, ondan üstün konuma sahip olduğu bir ilişki biçimidir. Dolayısıyla, komşu iyi niyetli olsa ve karşısındaki kişinin duygularını anlasa bile, o kişiyi içinde bulunduğu durumdan çıkaracak bir şey üretmemektedir – ve bildiğimiz gibi, her komşu da iyi niyetli değildir.
Herkes için anlaşılmak önemlidir. Bu dergide engelli bireyler olarak bireysel yaşantılarımız hakkında yazmamızın en temel amaçlarından bir tanesi budur. İnsanların, engelli bireylerin yaşamlarını kendi ağızlarından okumasını isteriz. Böylece engelliliği, “eğer görmeseydim, duymasaydım, hareket edemeseydim neleri yapamazdım?” sorusundan farklı bir şekilde anlamlandırmalarını sağlamaya çalışırız. Bugün, engellilerin temel insan haklarının kabulünü sağlayan engelli hareketleri de, ancak bu yolla görünür olabilmiş ve engelliliği, yalnızca bireysel ya da tıbbi bir sorun olarak görülmekten kurtarmışlardır. Bu hareketlere öncü olmuş engelli bireyler, insanları, empatinin yalnızca “diğer kişilerin neler yaşadığını anlama” kısmından ileri gitmeye ve yaşadıkları sorunlara getirdikleri çözümlere ortak olmaya zorlamışlardır.
Benim asıl merak ettiğim, insan haklarının savunulması için, insan hakları ihlaline maruz kalan kişilerin neler yaşadığını gerçekten anlamamızın gerekip gerekmediği… Herkesin bu soruya yaklaşımı farklı olabilir. Benimki ise şöyle: Bence insan hakları savunuculuğu, ancak hak ihlalinin doğru bir şekilde anlamlandırılmasıyla mümkün oluyor. Şu an olduğu gibi, konumuz engellilerin insan hakları olduğunda, bazı insanlar, engellilere bazı hakları diğer haklardan daha hak görüyor. Örneğin, insanların büyük bir çoğunluğunun engellilerin sömürü, taciz ve şiddetten korunma hakkını kolaylıkla anlayacağını ve kabul edebileceğini söyleyebiliriz. Bu hakkın savunulması için, insanların birçoğuna, engellilerin sömürüye, tacize ve şiddete maruz kalmasının neden kabul edilemez olduğunu açıklamamıza gerek yoktur çünkü bunun bir suç olduğu gayet ortadadır. Ancak, bazı diğer haklar ve bu hakların ihlalinin sonuçları, insanların büyük bir kısmının zihninde yeterince açık bir şekilde yer etmemektedir. Bunun da ötesinde, bazı toplumsal önyargılar ve kabuller nedeniyle, bazı hak ihlalleri doğal karşılanmaktadır. Engellilerin bağımsız yaşama ve topluma dâhil olma hakkını ele alalım. Özellikle sağlamcı normlarla yetişen ve herhangi bir engeli olmayan kişilerin, bağımlı ve yardıma muhtaç olarak algıladıkları engelli bireylerin bağımsız yaşam hakkını savunmakta güçlük çekmeleri çok şaşırtıcı değildir. Bu durumda ise, insanların, bu hakkın engellenmesinin sonuçlarını anlaması önemli görülmektedir. Bu anlamlandırma sürecine, kişiler farklı isimler verebilir: farkındalık arttırma, bilinçlendirme, eğitme… Dolayısıyla kişiler, başkalarının yaşadıklarına dair kendilerininkinden farklı bir bakış açısına sahip olmakta ve bu bakış açısıyla, ortadaki sorunları kaldırabilmek için farklı neler yapabileceklerini bulmaya çalışmaktadırlar. Bana kalırsa, bu yalnızca empatik bir duruşa sahip kişilerin yapabileceği bir şeydir; tam da bu nedenden dolayı değerlidir.
Oysa hak savunuculuğuyla ilgili şöyle bir durum da söz konusu: Amerika’yı tekrar keşfetmemize gerek yok! Engellilerin insan hakları yasalarla ve uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmış durumda; yapılması gereken tek şey, bu hakların tam ve etkin bir şekilde uygulanması ve uygulandığından emin olunması. Dolayısıyla, örneğin, toplumun engellilere dair düşünceleriyle hiç uyuşmuyor olabilir ama engellilerin bağımsız yaşam hakkını sağlayacak düzenlemelerin yapılması zorunludur. Bunun sağlanması için de bizim yaşadıklarımızın başkaları tarafından anlaşılması gerekliliği yoktur. Demek ki, adil bir şekilde yönetilen bir ülkede, hakların olması gerektiği şekilde kullanılabilmesi için empatiye gerek kalmamaktadır – çünkü hali hazırda o empati kurulmuş ve haklar dayanışmayla elde edilmiştir. Bizim halen, haklarımızın önemini anlatma çabamız ise, Türkiye’nin engellilerin insan haklarına yönelik genel tutumunu gözler önüne sermektedir.