Toplam Okunma 0

Lütfen dikkat! Aşağıda okuyacaklarınız bir empati veya farkındalık çalışması kesinlikle değildir. Yalnızca geçici bir yeti kaybı yaşayan birinin kişisel deneyimlerini içerir.

21 Ocak saat 15: Güzel bir Pazar öğleden sonrası. Sevda içeride spor yapıyor, ben televizyon izlerken mutfaktan kendime bir şeyler almaya karar veriyorum. Belki biraz sonra dışarı çıkıp sinemaya gideceğiz. Cem Yılmaz’ın son filmi çok komikmiş ama hala betimlememişler. Beklesek mi gitsek mi karar veremiyoruz. Bunları düşünerek yerimde zıplayarak yürüyorum mutfağa. Tipik ben, yerinde duramayan, abuk subuk hareketler yapan bir insan. Birden tak diye bir ses geliyor kulağıma ve yere yığılıyorum diz üstü. Allah allah mutfaktan ayağıma bir şey mi düştü acaba? Etrafa bakınıyorum yok. Ayağımda garip bir acı. Ayağa kalkıyorum, sol ayağım yere bir acayip basıyor. Sanki daha alçakta. Ayak ucuma kalkmaya çalışıyorum olağanüstü bir acı. Evet sanırım bir yerleri kopardım diye geçiyor içimden.

Usulca, yaramazlık yapıp sessizce sıvışmaya çalışan bir çocuk gibi, Sevda’nın bulunduğu odaya sokuluyorum: “Aşkım galiba bacağıma bir şey oldu”.

“Ne oldu?” diye soruyor telaşla. Durum böyleyken böyle diye anlatıyorum. İnsan kendini tanır, “İstersen hastaneye gidelim” diyorum. “Bir bant ya da merhem verirler, ciddi bir şeyse de şimdiden görelim” diye ekliyorum.

Saat 16:00: Yakınımızda bulunan bir hastanenin acil servisine geliyoruz. Ortopedi uzmanı doktor, önce ayağımı bir yere koyuyor ve “İt” diyor. Sonuç olumsuz. Sonra beni diz üstü çeviriyor ve sol alt kısımdaki bölümü sıkıyor. Topuk sallanıyor. Doktor tereddütsüz: “Aşil tendonunu koparmışsın, ameliyatla çözebiliriz ancak”. Emin olmak için bir MR çekiliyor sonuç değişmiyor. En azından eve gidip bir duş almak ve son hazırlıklarımı yapmak için zaman istiyoruz. Bu sırada az da olsa yürüyebiliyorum. Acım çok abartılı değil.

Eve gelirken, hemen bir internet araştırması yapıyoruz. Aşil tendonu kopmasında insanlar tıpkı benim duyduğum o tak sesini duyar, yere yığılırlarmış. Maalesef çoğu ağrıyı önemsemeyip hastaneye çok geç başvurdukları için ameliyat süreci çok daha ciddi olurmuş. Bu nedenle ameliyata ikna oluyorum. Ayağım 21 gün alçıda kalacak. O yüzden son adımlarımı ağır ağır atıyorum.

Evde rutin devam ediyor, Sevda’nın hukuk söyleşilerini kaydediyoruz, son bir duş alıyorum ve anestezi görüşmesi için tekrar hastaneye gidiyoruz.

22 Ocak: Sabah saatlerinde son kez yürüyerek geliyoruz hastaneye. Bugün ameliyat günü. 21 gün boyunca ne yapacağım, ayağımı hiç basmadan nasıl yaşarım? Nasıl tuvalete gider, temel bakımımı nasıl sağlarım? Ya vereceğim dersler ne olacak. Apartmanın allahın cezası kıvrımlı ve tutmacı olmayan merdivenleriyle nasıl başa çıkarım? Kafamda bu düşünceler, yüreğimde ameliyat korkusu. Ameliyatı yapacak doktor güven verici konuşuyor. Erken gelmekle ne kadar iyi yaptığımızı, bağlantıların zarar görmemesi için diz üstüne kadar alçı yapacağını anlatıyor. Akşam saatlerinde 2 saatlik bir ameliyat başlıyor ve bittiğinde artık parmak uçlarımın çok az gerisinden dizimin bir karış üstüne dek uzanan bir alçı, titreme ve yoğun bir ağrıyla uyanıyorum. Henüz hastalıktan sakatlığa evrilmiş değilim. Ağrı ve acı, sonrasını düşünmeme engel.

23 Ocak: Geçici sakatlığımın ilk günü. Artık taburcu işlemleri başlıyor. Doktor ameliyatın iyi geçtiğini, 21 gün boyunca hiç ayağımın üstüne basmamam gerektiğini anlatıyor. Ve o gün koltuk değneklerimle tanışıyorum. Koltuk altlarıma kadar uzayan, aşağısında ellerimi tutmak için kullanacağım tutmaçların bulunduğu, uçlarında da kaymayı engellemek için yuvarlak bir aparatın yer aldığı uzun ve demir bastonlar. İlk karşılaşmamız pek de sıcak olmuyor. Bir türlü onlara güvenmesini öğrenemiyorum. Ben koltuk değneklerinin arasında duracağıma koltuk değnekleri bacaklarımın arasında. Kayıyorum, gücümü bölemiyorum, yürüyemiyorum bir türlü.

Sonunda bitmek bilmeyen taburcu işlemleri sona eriyor ve eve dönüyoruz. İşte İlk travma. Merdivenleri nasıl çıkacağım. Çıkamıyorum. İki kişi arkamdan tutuyor, koltuk değneklerini öne atıyorum, ama kendimi kaldıramıyorum. Arkadan destek, bir basamak, bir basamak daha. Aman allahım, neden bitmiyor bu merdivenler, niye bu kadar dik? Dakikalar geçiyor, daha ortalarına yeni gelebildik. Kilom aleyhime işliyor, Ne arkamdakiler, ne kendim atabiliyorum bedenimi yukarıya. Sonunda dayanamayıp “Bırakın beni” diye haykırıyorum ve yüz üstü yere uzatıyorum vücudumu. Ellerimle yukarıdan destek alarak kalan merdivenleri kendi başıma çıkıp kendimi eve atıyorum.

Tekrar koltuk değneklerini deneyip yatağıma geçeyim derken, offf! Yanlışlıkla ameliyatlı ayağımın üstüne basıyorum, O nasıl bir acı, o nasıl bir sancı! 21 gün nasıl geçer böyle?

İşte farkındalık diye göz bağlama, tekerlekli sandalyelere oturma, koltuk değneği kullanma, bundan çok yanlış. İnsanlar işin yalnızca travmalarını yaşayıp uygun çözümleri bulamıyorlar. O gün eve hasta ziyaretine GETEM’de birlikte çalıştığımız Levent ve Berre geliyor. Berre daha geçen yıl bir bilek çıkması yaşadı ve 8 hafta ayağı alçıda kaldı. “Neden popo üstü çıkmadın” diye sorunca, kafamda bir şey çakıyor. Evet bunu denesem, hakikaten kimse zorlanmadan kolayca yavaş yavaş çıkabilirdim merdivenleri. İleride bunu mutlaka denemeye karar veriyorum. Koltuk değneklerini hala kullanamıyorum, ama yerde sürünerek dolaşmayı keşfediyorum. Hem tehlikesi yok, hem de en azından yatağıma, tuvalete kendim gitme şansım oluyor. İlk başarı, ilk bağımsızlık kazanımım oluyor bu.

24 Ocak: Müthiş bir ağrıyla uyanıyorum sabah. Kahretsin herkes uyuyor henüz. Kimseyi uyandırmadan kalkmaya karar veriyorum. Of! Su içmek neden bu kadar zor. Başucuma neden bir şey koymadım? Sürün sürün nereye kadar? Annem, babam ve Sevda yanımda. Hepsi huysuzluklarımı kaprislerimi çekiyor. Bir yol ayırımındayım. Ya depresyona girip kendime acıyacağım, Ya da sakatlık bir yöntem farkıdır diye insanlara car car carladığım ilkeyi hayata geçireceğim. Ama nasıl? Annem, Sevda çok yardımcı. Bir şeyleri tek başıma yapabilmem için cesaretlendiriyorlar beni. Hadi bir daha deneyeyim koltuk değneklerini. Annem diyor ki "sol ayağını koltuk değneklerinin arasına koysana!”. Gerçekten, niye daha önce öyle yapmadım ki, evet ayaklarım koltuk değneklerinin arasında değnekler ileride ellerimi iyice tutamaçlara sabitleyip ileri evet! Evet! Oldu. Bir adım, bir adım daha. Koltuk değnekleri ileride, bir sıçramayla ve sakat olmayan sağ ayağım ve ellerime vererek gücü yol kat ediyorum. Of! Çok yoruldum, ama başardım! Sürünmekten çok daha hızlı evin içinde dolaşıyorum artık. Bu, her şeyin değiştiği bir dönüm noktası. Belki ağrılarla hala biraz hastayım, ama çaresiz değilim, sakatlığa terfi ediyorum. Bundan sonra her şeyi farklı şekilde nasıl yapabileceğimi öğreneceğim keşif günleri başlıyor.

25 Ocak: Klasik sabah ağrısı. Yine su içme isteği, Yine unutmuşuz başucuma bir şişe koymayı. Uykulu kalkıyorum yataktan, bizim bir sebilimiz var, başına gidiyorum ki, o da ne, bardakları bulamıyorum yanında. Haydi mutfağa. Bardağı alıyorum oradan ama kulpsuz bardak almışım, hem koltuk değneğini, hem bardağı taşımak pek mümkün görünmüyor. Nedense bardağı giysimin bir tarafına sıkıştırmayı akıl edemiyorum. Haydi yere. Bir taraftan sürünüyor, bir taraftan koltuk değnekleri ve bardağı sürüklüyorum. Nihayet mutlu son. Suyumu doldurup içiyorum ve yatağıma koltuk değneklerimle dönebiliyorum. Sonradan kendime çok gülüyorum. Kulplu bardak alabilirdim, bardağı bir tarafıma sıkıştırabilirdim, ama olabilecek en zor yolu seçmişim. Tam da bu yüzden farkındalık etkinliklerini böyle yapmak çok yanlış. Kişi yetilerine değil, yapamadıklarına yoğunlaşabiliyor çünkü. Artık yatağımın başında büyük bir şişem var. Su içmek için böyle bir zahmete katlanmıyorum geceleri. Ve geçen tıraş makinesini temizlemek için çöp kutusuna gittiğimde onu pijamamın içine sıkıştırıp sorunsuzca taşımayı başardım.

Burada günlüğüme bir ara verip 25 Ocak sabahı yaşadığım deneyimin doğruladığı Silverman ve arkadaşlarının (2014) araştırma makalelerine bir değineyim. Silverman bir grup insanın gözlerini bağlayarak onlara para sayma, bardağa su doldurma ve bir yerden bir yere gitme gibi çeşitli aktiviteler yaptırıyor. Daha sonra bu kişilerle gözleri bağlanmayan kişilerin körlük hakkındaki algılarını karşılaştırıyor. Sonuçlar çok ilginç. Gözleri bağlanan kişiler körlerin birçok mesleği daha zor yapabileceklerini, körlükle çok daha zor başa çıkabileceklerini ve kendileri kör olurlarsa, bu duruma çok daha zor uyum sağlayabileceklerini düşünüyor. Körlere olan acıma ve hayranlık duyguları da artıyor. Gözleri bağlanmayanların aynı noktalardaki skorları gözleri bağlananlara oranla istatistiki olarak anlamlı biçimde çok daha olumlu. Makalenin sonunda da belirtildiği gibi, kişiyi hiçbir deneyim olmadan bir sakatlığın öğrenilmemiş farklılıklarıyla karşı karşıya getirirseniz, bırakın farkındalık yaratmayı, mevcut önyargıları ve trajedi olgusunu da güçlendiriyorsunuz. Benim durumum da böyle gelişiyor, bacaklarımın alçıya girdiği ilk on gün ile sonraki on gün arasında duruma uyum sağlama açısından ciddi farklar olduğunu söyleyebiliyorum rahatlıkla.

25 Ocak günü yeni bir şey daha ekliyoruz repertuara, sakat olmayan sağ ayağımı korumak için bir ayakkabıyı ev ayakkabısı yapıyoruz. Böylece iki ayak arasındaki alçı kaynaklı yükseklik farkını bir nebze gideriyoruz. Yürümek artık daha konforlu ve daha az yorucu. Gerçi sonraki on günde bu ayakkabıya o kadar da ihtiyacım olmadığını görmeye başlıyorum.

26 Ocak çorap giyebilme becerisi:

Ameliyattan beri alçılı ayağıma çorap giymeyi beceremiyorum. Alçı dizimin bir karış üstünde olduğu için, ayağımın ucuna ancak parmaklarımla dokunabiliyorum, ama bir işlem yapamıyorum. Sonraları birçok insanın dizlerini bükmeden de ayaklarının ucuna ulaşabildiğini öğrendim, ama belli ki, göbeğim yine aleyhime işliyor ve ben yapamıyorum bunu. Aklıma uzun bir şeye çorabı tutturup ayağımı sokmak geliyor. Bunu düşünürken, çorap giyme aparatı diye bir Google araması yaptığımda karşıma Gitti Gidiyor’da bir ürün çıkıyor. Belli ki, böyle bir sorun yaşayan bir tek ben değilim. Ama ürünün fiyatı 250 TL civarı. 21 günlük bir alçı için mantıklı gelmiyor bu fiyat bana. Zaten anneme kalsa, “biz giydiririz, ne diye uğraşıyorsun” derdinde. Ama benim damarımda bağımsız yaşam dolaşıyor bir kere, bir yol bulmak zorunda hissediyorum kendimi. Öyle bir şey olmalı ki, ağzı geniş, boyu uzun. Sevda ile aklımıza kevgir kaşıklar geliyor. Hem uzun, hem de çorabın ağzına koyduğumda onu ayağımın sığabileceği kadar genişletme potansiyeline sahip. Teori güzel, ama pratikte ne olacak? İlk denememizi yapıyoruz. İki kaşığı çorabın her iki tarafına yerleştirip açıyorum. Kaşıkları saplarının ucundan tutarak dizlerimi bükmeden ayağıma ulaşıyorum. Ve İşte oldu çorap ayağıma girdi sonrası kolay. Topuk bölgesinden yukarı çekip düzeltmek kalıyor. Sembolik bir başarı, ama yine de çok mutlu ediyor beni. Yeni yöntemler için motivasyonu güçlendiriyor.

İkinci on günde ise, bir sabah, ayağımın ucuna eğilerek çorap giyebilmeyi başarıyorum. Artık kevgir kaşıklara ihtiyacım kalmıyor, ama onları hala yatağımın başucunda alçı çıkana kadar tutmaya devam etmeye karar veriyorum. Demin dediğim gibi, insan bir gün iyileşeceğim nasılsa deyip, kendini bırakırsa, sakatlığı bir çaresizlik, bir acizlik şeklinde yaşıyor. Ama bedeninin mevcut olanaklarıyla bir şeyi nasıl yapabilirim diye sormaya başladığında, daha önce keşfetmediği becerileri ve potansiyeli ortaya çıkmaya başlıyor. Çorap giymede de yaşadığım tam bu oluyor. Önce kaşıklarla, sonra bizzat kendi gücümü kullanarak bir sonuca ulaşmış oluyorum.

27 Ocak: Bugün hayatıma yeni bir yeti daha giriyor: Kendi kendime iğne yapabilme. Doktor bir kan sulandırıcı iğne de veriyor deri altına yapılsın her gün diye. Ucu oldukça ince, kolay bir iğne ama annem yapıyordu. Bugün iğneyi kendim keşfediyorum. Önce iğneyi hafifçe deriye batırıyorum sonra yukarıdaki pompayı yavaşça itip ilacı iletiyorum vücuda. Sonra da hafifçe çekiyorum iğneyi. Hem insan kendisi vurunca daha az acı veriyormuş, onu anlıyorum. Yüzlerce şeker hastasının düzenli olarak bunu kolayca yaptıklarını bilsem de, bunu öğrenmek iyi geliyor bana.

30 Ocak: Artık hayatım bir rutine girdi. Gece, dehşet bir ağrıyla hasta Engin olurken, gündüz ağrı kesicilerle sakat bir bireye dönüşüp geçici durumuma uyum sağlamaya çalışıyorum. Uzaktan ders kayıt işlerimi yapıyor, bilgisayarımla günlük işlerime devam ediyorum. Bugün ise özel bir gün. Yeniden merdiven denemesiyle dışarı çıkacağım. Bunu başarırsam, haftaya en azından ilk dersime girmem mümkün olacak, çünkü kapı önüne çıkabilirsem, oradan taksiyle gidebilirim dersliğin olduğu binaya kadar. Sonrasını da koltuk değnekleri halledecek zaten. Merdivenlerden inerken, bu sefer popo üstü ilerliyorum. Çok çok kolaymış bu şekilde. Evet hijyenik değil, ama aşağı inince eşofmanımı çıkarıp altımdaki pantolonumla devam etmeyi planlıyorum. İlk kez sokaktayım. Bir uçtan diğer uca yürüyüp geri dönüyorum. Çok yoruluyorum, ama sonuç olumlu. Merdivenden çıkarken de, yine popo üstü yöntemini kullanıyorum ve evimdeyim. Bağımsızlık yolunda yeni bir adım daha atmanın huzuruyla dinleniyorum.

31 Ocak: Bu sabah yine dışarı çıkıyorum. Amaç berbere gidip saçlarımı kestirmek, yol epeyce uzun, dayanabilir miyim? Komşumuzun kullanmadığı tekerlekli sandalyesini keşfediyoruz. Giderken bu sandalyeyi kullanıyoruz. Berberde saçlarımı kestirdikten sonra ise dönüşü koltuk değnekleriyle yapmakta kararlıyım, önce pastaneye kadar geliyoruz. Kısa bir çay molası ve sonra yavaş yavaş evin önüne dek gelmeyi başarıyorum. Artık bir yerlere gitmem gerektiğinde bir yolunu bulabileceğimi bilmek güzel.

6 Şubat, İlk dersime yolculuk:

Artık sakatlığım bir rutine kavuşuyor. Her gün anlatacak farklı bir şey yok. Geceleri ağrılarım azalıyor iyice. Öyle ki ağrı kesici almadan idare edebiliyorum. Bugün ise heyecan verici bir gün. Okullar açılıyor. Biliyorsunuz Boğaziçi Üniversitesi’nde Engellilerle Yaşamak adlı bir ders veriyorum. Bu dönem yanlışlıkla çok fazla kişiye onay vermişim ders dolu. Herkes, “Zaten ilk hafta, derse girmesen de olur, diğer bacağına da bir şey olur, kendini zorlama” gibi telkinler veriyor. Onları “Tamam, olabilir” diye geçiştiriyorum, ama içimden de evde kalmak geçmiyor. Bu ilk ders olacak ve öğrencilerimin karşısına çift engelli olarak çıkmanın önemini düşünüyorum. Eğer bunu ben yapmazsam, kendimle çelişme ve anlattıklarımı yaşamama düşüncesi korkutuyor beni. Zaten bir hafta öncesinde merdiven inme provaları başarılı geçtiği için kendime güvenim artıyor. Bir gün öncesinde de bir diş muayenesi için dışarı çıkıp geliyoruz, her şey yolunda. Hatta artık birkaç basamaktan oluşan küçük merdivenleri duvarlara tutup sakat olmayan ayağımla zıplayarak çıkabilmeye başlıyorum. Bu sakatlık hakikaten zıplama yeteneğimi arttırıyor.

Sabah Berre sağ olsun, Uber ile geliyor evimin önüne.  Türkiye’deki Uber sisteminde 9 kişilik araçlar var. Arkada üçlü, ayağımı uzatabileceğim koltuklar olduğundan onu tercih ediyoruz. Çünkü bükülemeyen bir bacakla taksiye binmek gerçekten yorucu, ayak bir yere sığmıyor. Uber arabaları ise tam bana göre.

Büyük merdivenlerden popo üstü inip eşofmanımı çıkarıyorum ve pantolon, kazak, gömlek dışarıdayım. Küçük merdivenleri duvardan tutunarak oturmadan rahatça iniyor ve arabaya biniyorum. 2 buçuk hafta sonra tekrar Boğaziçi’ndeyim.

Arabadan indikten sonra GETEM binasına kadar yaklaşık 150 metrelik bir yol var. Yavaş yavaş yürüyüp asansöre ulaşıyoruz. Annem babam da yanımda. Tek başıma bırakmak istemiyorlar beni. Ama iş yerine gelince artık rahatlıyorlar ve gitmeye ikna oluyorlar. GETEM ofisi. Tekrar iş yerindeyim. Burada güzel yürüyen büro sandalyeleri var. Gerçekten harika bir şey onlar. Ofis içinde sandalyeyle rahatlıkla geziyorum. Bir tane sandalyeyi ofis içinde dolaşım sandalyesi yapıyoruz. Bu sandalyeden bilgisayar masasının olduğu yere geçiyor, kalkacağım zaman oradan tekrar tekerlekli büro sandalyesine geçiyorum. Tuvalete gideceğim zaman koltuk değneklerini alıp ilerliyorum.

Tam bu noktada yazımın ilk taslağını EEEH Dergi’deki arkadaşlarımla paylaştığımda Elif’in yönelttiği bir soruya geçiş yapayım. Koltuk değnekleri varken beyaz baston ne olacak? Bunu ilk zamanlarda ben de çok düşünüyordum. Hem değneği hem bastonu kullanmak mümkün değil. Ama koltuk değneğini baston niyetine de kullanmak mümkün. Değneklerle yürürken, önce her iki değneği öne atıyorsunuz. Sonra sakat olmayan bacağınızla hafif zıplayarak değneklerin olduğu noktaya geliyorsunuz. Değnekleri öne atarken, eğer orada bir engel varsa fark edip biraz sağa, biraz sola dönerek ilerlemek hiç zor olmuyor. Hatta elinizde iki değnek birden olduğu için, aslında çok daha geniş bir alanı kapsamış da oluyorsunuz. GETEM ofisindeki tuvalete giderken, arkadaşlar sağ olsunlar, tam tuvalet girişine bir sürü paspas koymuşlar, eğer koltuk değnekleri olmasa onlara çarpıp düşmem işten bile değilken, koltuk değnekleri beni koruyor ve yanından geçebiliyorum örneğin. Bir de Berre ilginç bir gözlemini paylaştı benimle. Değneklerle yürürken tam dümdüz yürüyormuşum. Normalde bilirsiniz, körlerin yürürken tam düz yürüme olasılığı düşebilir, sağa sola sapabilir, ama değneklerin her ikisini aynı anda öne attığım için sanırım düz çizgide yürüme testini geçiyorum ilk kez.

Öğleden sonraya dek GETEM’deki günlük rutin işlere dâhil oluyor, ileti kontrolleri, kitap girişi gibi şeyleri yapıyorum Berre ile birlikte. Hande Hocam sağ olsun bir tekerlekli sandalye tahsis etti bana üniversite revirimizden. Dersime gitmek için onu kullanacağım, çünkü eğitim fakültesi binasıyla GETEM’in bulunduğu Kuzey Park binası, koltuk değnekleriyle yürümek için görece uzak. Aslında daha fazla pratik kazanıp egzersiz yapılsa yürünmeyecek bir yol değil, ama benim bugünkü kilo ve kapasitem sanki onu kaldıramaz gibi. O nedenle tekerlekli sandalyeye biniyorum. Kucağımda çantam ve koltuk değneklerim, arkadan bir öğrencimiz Onur sürüyor beni sokaklarda ve dersliğin olduğu binaya ulaşıyoruz. Maalesef sınıf bulamadığımız için ders bir alt katta, asansörle iniyoruz, ama bir de 2 basamak inmem lazım. Benim için en zorlayıcı olan bu iki basamak oluyor. Çünkü orada, hiçbir tutmaç ve tutunabilecek doğal bir fiziki alan yok, epeyce tehlikeli. Tam bir erişilebilirlik sorunu.

Neyse zorlukla sınıftayım. Dedim ya çok fazla kişiyi onaylamışım. Sınıf, kapasitesinin üstünde dolu. Kürsüye ilerliyorum ki, ne göreyim, oraya da yüksek bir basamakla çıkılıyor. Bir de buna zıplamak gerekiyor. Sanki bir erişilebilirlik oyunundayım ve her adım da yeni bir zorluk çıkıyor karşıma. Ama mutlu son. Öğrencilerimle baş başayım ve 1 buçuk saat dolu dolu birbirimizi tanıyor, ders gereklerini tartışıyoruz. Dersin bazı anlarında koltuk değneklerimle ayağa da kalkıyorum. Ders anlatırken, sürekli oturmaya alışık değil zihnim ve bedenim. Çıkışta yorgun ama amacıma ulaşmanın huzuruyla dönüyorum GETEM’e.

Artık akşam vakti. Eve dönüş zamanı. Bizim servisimiz var aslında. Bu sefer onunla dönmeye karar veriyoruz. GETEM’den karşı taraftaki Yabancı Diller Yüksek Okulu binasına dek koltuk değnekleriyle yine bir yürüyüş. Tekerlekli sandalyeyi alamıyoruz, çünkü dönüşte nasıl bırakacağımız bir soru. Ancak tam bina önünde bir araba bulup servisin olduğu noktaya dek gidiyoruz. Servise binmek ayrı bir macera oluyor. Maalesef yarım otobüs şeklinde yüksek basamakları olan bir araç bizimkisi. Hiçbir erişilebilirlik teçhizatı yok. Kol ve beden koordinasyonuma dikkat. Allahtan kapının hemen yanında tutabilecek iki şey keşfediyorum. Onlara tutunup ilk yüksek basamağa sakat olmayan bacakla bir sıçrayış ve işte oldu. Geri kalanları çok daha basit çıkıp oturuyorum koltuğuma. Ben bu tür küçük basamaklarda koltuk değneklerini bırakıp bir yerlerden tutarak kendimi yukarı atmayı daha pratik ve güvenilir buldum. Tabii merdiven kenarlarında tutamaçların neden önemli olduğunu da bu deneyimler hatırlatmış oldu bana.  İki koltuğu kaplıyorum bacak uzun olduğu için. Ama işin bu aşamasını da geçmenin mutluluğuyla eve dönmeyi başarıyorum. Akşam yorgunum, ama bir o kadar da güçlü, bir o kadar da huzurlu ve mutlu. Hayatı zorlaştıran şeylerin bedeninizin mevcut durumu değil, o duruma ayak uyduramayan çevre olduğunu bir kez daha anlıyorum. Ama belki hiç değiştiremesek de, bu engelleri ortadan kaldırmak için, engelsiz bir dünya ihtimali için, inadına mücadele etmek zorunda olduğumuzu bir kez daha hissediyorum. Çünkü bunu bizim adımıza kimse yapmayacak biliyorum. Eğitim fakültesindeki o aşılmaz iki basamak için yapı işleri rampa yapacakmış Hande Hanım’dan öğrendiğim kadarıyla. En azından bu ihtimal için bir adım atmış olduğumu umuyorum.

İşte benim erişilebilirlik yolculuğum dostlar. Amacım empati yapmak vs. değil kesinlikle. Amacım insanın her türlü durumda bir çözüm aramaya çalışmasının hissettirdiği özgüven duygusu. Elbette herkesin farklı kişisel deneyimleri olacak, ama önce bir karar vermek zorundayız. Bizden bekleneni yapıp oturup kendimize mi üzüleceğiz, yoksa mevcut yetilerimiz ve destekleyici teknolojilerle var olmaya, birey olmaya, devam etmeye mi çalışacağız. Esasında burada anlattıklarımın bazılarını videolarla da paylaştım kendi sosyal medya hesaplarımda. Ama gelen yorumların hemen hepsi “Geçmiş olsun, Allah şifa versin” cümlelerinden ibaretti. İnsanların gördükleri yetiler değil, yeti kayıpları ve üzüntü. Elbet şifa önemli, ama sakatlığın şifası, tıpta değil erişilebilirlikte. Bunu anladığımız gün, daha iyiye gideceğiz.

Kaynakça

Silverman, A. M., Gwinn, J. D., & Boven, L. V. (2014). Stumbling in Their Shoes. Social Psychological and Personality Science,6(4), 464-471.


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.