Bir şey geziniyor bedenimde. Serin ve ürpertici. Parmak uçlarımdan tüm vücuduma yayılıyor. Nazik ama inatçı. Tüm gözeneklerimi yalıyor. Tepeden tırnağa hazza beleniyorum. Merak, korku ve heyecan. Anlamaya çalışıyorum. Hayır, hiç bir şeyi algılayamıyorum. Bir ses, ilerliyor kulaklarımdan zihnimin derinliklerine. Muhteşem bir senfoni. Hiç duymamışım daha önce. Çıldırtıcı. Rüzgârın cezbedici sesi. Kuşlar akıyor kulaklarıma. En güzel ötüşleriyle kur yapıyorlar sevdiceklerine. Çölde bir damla suyun dilime değmesi gibi hissediyorum sesleri. Sevgilinin yüreğe akan sesi gibi. Gömüldükçe gömülüyorum toprağa. Toprak nemli, sıcak. Sırlarıyla gülümsüyor. Gencecik bedenlerin aşkla birleşiminin izlerini gururla taşıyor gülümseyerek. Nal sesleri duyuluyor uzaklardan. Ürperiyorum. Sesler gittikçe yaklaşıyor. Sonra kılıç şakırtıları. Birbirlerini boğazlayan insanlar. Ilık ılık akan kanla toprak biraz daha kabarıyor ve beni daha çok bağrına basıyor. Nal sesleri yanı başımda. Kalkmaya çalışıyor, kalkamıyorum. Ne savaşlar görmüş bu topraklar. “Endişelenme.” der gibi bağrına basıyor. Sonra yerin derinliklerinden bir hışırtı geliyor. Büyü bozuluyor yavaş yavaş. Korkunç bir şey bedenimi yakıyor. Sular yükseliyor. Sular bana dokundukça yanıyorum. Kaçamıyorum. Korkuyla sıçrıyorum yataktan. Nerede olduğumu anlamaya çalışıyorum. Cennetimden kovulmuşum. Hayır, yasak elmayı dişlemek gibi masum bir eylem sonucu değil. Birileri altımdaki toprağı yiyor. Uğruna canımız kadar sevdiklerimizi adadığımız ağaçları yok ediyor. Rüyayla gerçek arasında gidip geliyorum. Adnan Yücel, zonkluyor beynimde. "Orman yok olursa diyor çocuk. Ağaçlar kaybolursa. Ne derim benden sonra ki çocuklara insanlar kaybedilirken gözaltılarda." Her şey birbirine giriyor. İsteksizce kalkıp bir sigara yakıyorum. Hala yarı rüyadayım. Rüya yorumlarına inanmam. Bilinçaltımın bana bir şeyler söylediğini hissediyorum. Bedenimi şehvetle yalayan rüzgârı, ağaç dallarını. Neresiydi orası? Homeros’un destanlarını süsleyen İda Dağı mı? Hani şu oksijen depomuz. Yardım mı istiyor bizden, nefesini kesecek zehir saçan barbarlara karşı? Yoksa Munzur'lar mı türkülerde kalmak istemeyen? Ayılıyorum. Canım yanıyor. O çok sevdiğimiz "Bir uzun havadır şu Munzur Dağı" türküsü dilimizden döküldüğünde Munzur’lar neresi diye soracak nesillere cevap veremeyecek olmanın utancıyla sarsılıyorum. “Havva anan dünkü çocuk sayılır.” dercesine on iki bin yılın mirasını taşıyan Hasankeyf’in boğulmaya çalışılması. Ya o sevgililerimizle aşkla söylediğimiz "Yârin uykusu gelmiş, yastığı dizim olsa." ezgisinde geçen Murat Dağı? Onu da koruyamazsak diyorum ne kalır geriye? Hangi yüzle söyleriz sevda türkülerini? Sıkılıyor, radyonun düğmesine dokunuyorum. Doğa katliamı haberleri orada da yer bulmuş. Şaşırıyorum. Bir doğa aktivistinin konuşması düşüyor radyoya. "Bu katliama kör sağır olmamalıyız" diyor. Sinirlerim tepeme çıkıyor. Duyarsızlığın, körlük sağırlıkla özdeşleştirilmesi. “Salak herif!” diyorum. Kör Homeros o dağları en ince ayrıntılarıyla benimsemiş. Sen yıllardır budanırken o dağlar neredeydin? Dayanamıyorum kapıyı çekip çıkıyorum. Dışarıda bildik havalar çalıyor. Her yerde aynı keşmekeş. Canından çok sevdiği arabalarını geçeceğim kaldırım üzerine özenle bırakmış halkımız. Yola iniyor ve vızır vızır araçların arasında ilerlemeye çalışıyorum. “Canlı olan her şey değersiz bunlar için.” diyorum. Bir kafeye giriyor, hiç tanımadığım insanlar arasına oturuyorum. Yadırgıyorlar önce. Bir körü masalarında konuk ederek kutsal egolarının okşanması fırsatını kaçırmıyorlar. Kendimi bebek gibi hissediyorum. Konuşurken kırılıyor, en basit cümleleri seçiyorlar. Hayatın benim için ne kadar zor olduğunu onların ağzından dinlemenin tadını çıkarıyorum. Kaç kör tanıdıklarını soruyorum şimdiye kadar. Birçoğu hiç tanımamış neredeyse. Ama kapasitemin ne olduğu, nasıl işler yapabileceğime, nasıl insanlarla ilişki kurabileceğime kadar her şeye muktedirler. Sinirlenmemeye çaba sarf ederek anlatmaya çalışıyorum. Kendi üstün meziyetlerimi de onlardan uzun süre dinledikten sonra, konunun benim dışıma kayışını izliyorum. Gündelik şeylerden konuşuyorlar. Konu, Kaz Dağları’na geliyor. Bilmem kaç lira kazancımız olacağından söz ediyorlar. “Nefesimizi kaybedeceğiz.” diyorum. Duymazlıktan geliyorlar. Ne olacağını adım gibi biliyorum. Ciddiye almıyorlar. “Birazdan homurdanmalara başlarlar.” diyorum içimden ve gülümsüyorum. Kısa süre sonra kendi aralarında işaretleşmeye başlıyor ve homurdanıyorlar. “Kendi aranızda işaretleşmezseniz, güzel olur” diyorum. Körlerden kaçmaz. Soğuk bir hava esiyor masada. Üstten konuşmalar başlıyor. Kılıçlar çekilmiş. “Körsün diye bir şey demiyoruz” diyor birisi. Ben de “Anlamayacağınız için demiyordum.” ama artık konuşmaya karar veriyorum. Ayağa kalkıyorum. Elimdeki yarım sigarayı dolu çay bardağının içine atıyorum. “Bunu içebilir misiniz?” diyorum. İçmeyeceksiniz tabii ki. Peki, siyanürü nasıl soluyacaksınız? Şu aptal ezbercilikten nasıl vazgeçeceksiniz? Bir insanın, bir yetisi sizden farklı diye onu nasıl hissiz görebilirsiniz? Canlı olan her şeyin hisleri vardır. Nasıl bu kadar hissiz olabilirsiniz? Sakinleşiyorlar. Aralarından hak verenler de çıkıyor. Hesabı ödeyip çıkıyorum. Koluma girmek istiyorlar, kabul etmiyorum. Saatlerce sokaklarda dolaşıyor, günü analiz ediyorum. “Mutlaka bir gün” diyorum, “hem de çok yakın bir zamanda değişecek her şey.” Öğrenecek, öğreteceğiz. Ne demişti Nazım; “Umut, insanda.” Bu gerçeği bilmenin güveniyle sakinleşiyor ve bölünen uykumu tamamlamaya gidiyorum.
Toplam Okunma 0
Yorumlar
Bu yazı için henüz yorum yok.