Kökünden devrilmiş bir ağaç. Çocuğunun gözü önünde vahşice katledilen bir kadın ve onun hafızamızdan silinmeyecek son çığlığı. Kıyıya vuran bebek bedeni. Çöp arabasının ezdiği geri dönüşüm işçisi engelli birey. Kahroluyoruz, öfkeleniyoruz, tweet atıyor, belki sokağa çıkıyoruz ve günlük rutinimize dönüyoruz. Ne güzel insanlarız değil mi? Ne kadar duyarlıyız. Tepki göstermediğimiz hiçbir şey yok. Kendimizle ne kadar gurur duysak azdır öyle mi? Sıkı durun. Altın soruyu soruyorum: bu kadar duyarlı ve bilinçli bir toplumda neden aynı olaylar kronikleşiyor? Gelin, sokulun şöyle yamacıma. Size hayatımın sırrını vereceğim. Aslında biz o sandığımız biz değiliz. Her şeye vicdan penceresinden bakarız. Bilinç dedikleri şey hak getire. Öfkemizi kolektif vicdan mastürbasyonlarıyla etkisizleştiririz. Bir şeye tepki göstermek için bile, spikerin dilinden, “Vicdanları sızlattı” cümlesinin dökülmesini bekleriz. Aslında çevremizde benzer olaylara her an tanık oluruz. Ama o kadar kendimize yabancılaşmışızdır ki hiçbir şeyi önemsemeyiz. Neye tepki göstereceğimiz bile bize dikte edilir. Tam da burada toplumsal yaşamda vicdanın değil bilincin belirleyici olması gerektiği gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Vicdan egodan bağımsız değildir. Tıpkı hoşgörü gibi üstünlük barındırır ve kişilerin egosunu besler. Onun için neye duyarlılık gösterip göstermeyeceğimizde duruma göre değişir. Örneğin: Bir kadının çocuğunun önünde katledilmesine haklı olarak tepki gösterilir. Aynı vahşi yöntemlerle öldürülen bir trans kadını kimse önemsemez. İşten atılan bir emekçiye üzülürler ama o emekçi direnişe geçtiğinde provokatör derler. Başkalarının çizdiği sınırlarda yaşayan engelli melektir ama o sınırların dışına çıkan nankördür. Örnekler kendi kendimizle yüzleşmemize yeter sanırım. Katledilen kadın trans olunca susulur. Çünkü değerlerimize ters bir insandır. Direnişçi işçi provokatördür çünkü olmayan huzurun kaçmasından korkulur. Kendisi gibi davranan engelli nankördür. Çünkü hassas egolarınızı okşamamıştır. Ne oldu? Duyarlı vatandaş profilimiz çöktü değil mi? Peki aynı yolda yürümeye devam mı? En temel haklarımızı savunmak yerine vicdanlara seslenmeye, başkalarının acıma duygularından konfor alanları yaratmaya, timsah gözyaşları dökmeye. Artık aynı şekilde devam etmemeli değil mi? Kendi yakamızdan tutup silkeleme vakti gelmedi mi? Sorunları vicdan değil akıl yoluyla çözmenin, her canlının yaşam hakkını korumanın kendi haklarımız olduğunu anlamanın zamanı gelmedi mi? Haydi o zaman daha fazla gecikmemeli. Bilinçli ve duyarlı bir toplumda vicdana ihtiyaç olmaz. Kendi kişilik haklarımızı koruyarak ve herkesin bizim kadar eşit ve özgür yaşamı hak ettiği gerçeğiyle yüzleşerek başlayabiliriz işe. Unutmayalım ki vicdan morfindir ve etkisi geçtiğinde yara yeniden sızlar. Yarayı iyileştirmenin tek yolu onunla mücadele etmek ve sonuna kadar direnmektir. Haydi deneyelim. Ne dersiniz? Sevgili Arkadaş Zekai’nin güzelim dizeleriyle bitireyim o zaman:
“Ah herkes susuyor.
Kimse bilmiyor içimin yangınını.
Ah herkes mi susuyor?
Kalbini kalbine bağladığım dostum
Ah herkes mi susuyor?”
Not: Bu yazıyı sizin şablonlarınıza uymadığı için vicdanınıza sığdıramadığınız tüm ötekilere ithaf ediyorum.