Toplam Okunma 0

Deşifre Edenler: Yelda Erdoğan, Canan Çam Yücel

 

Merhaba değerli EEEH Dergi okurları. Bildiğiniz gibi Engelsiz Erişim Derneği her yıl Ekim ayında Beyaz Baston ve Erişilebilirlik Festivali düzenliyor. Bu yıl ise “Sağlamcılığa İnat Farklılıklarını Yaşat” temasıyla 8. Beyaz Baston ve Erişilebilirlik Festivali düzenlendi. Her akşam farklı konu ve konuklarla söyleşilerin gerçekleştirildiği festivalin açılış söyleşisi ise EEEH Dergi ekibi, Düşün, Sorgula, Üret kolektifi ve Merhaba Spektrum ekibi iş birliği ile gerçekleştirildi. Burak Sarı ve Canan Çam Yücel moderatörlüğünde yürütülen söyleşinin konusu “öznelerin söz sahibi olması ve perdeleme” şeklinde iki başlıkta toplandı. Söyleşinin ikinci oturumunda EEEH Dergi ekibi ve Düşün, Sorgula, Üret kolektifi yer aldılar ve bu iki başlığa ilişkin görüşlerini paylaştılar. Derginin bu sayısında söyleşinin ikinci oturumunda konuşulanları bulabilirsiniz.

 

Canan Çam Yücel: Herkese merhaba, EEH Dergi ev sahipliğinde Merhaba Spektrum ve Düşün, Sorgula, Üret Kolektifi hep birlikte bir söyleşi gerçekleştiriyoruz ve oturumun ikinci kısmında ben modere edeceğim. Ancak başlamadan önce birinci oturum çok keyifliydi, zaten biz zaman zaman Merhaba Spektrum ekibi ile Düşün, Sorgula, Üret ve EEH Dergi ekibi olarak bir araya geliyorduk. Bugün de böyle samimi bir söyleşi gerçekleşti, umarım ikinci kısımda da benzer bir durum olacak diye düşünüyorum. Şimdi biz de burada EEH Dergi ekibi olarak yine Burak Sarı, Nurşen Korkmaz, Sevgi Mart Göcen, Can Deniz Balkaya, Gülcan Altuna, Habil Bozkurt, Dilek Başer Aslan buradayız.

 

Burak Sarı: Canan, bir şey ekleyebilir miyim? Sana devrederken söylemeyi unuttum. Biraz önce soruları yazılı aldık ya burada sonunda sesli alabiliriz. O biraz önceki oturuma özel bir şeydi, öyle yapmamız gerekiyordu. O nedenle onu da belirtmiş olalım, özür dilerim böldüğüm için.

 

Canan Çam Yücel: Evet, ben de onu belirtecektim . İyi oldu tekrardan eklediğin. Buradayız, Merhaba Spektrum ekibine teşekkür ediyoruz gerçekten. Şimdi biz de körlük bağlamında, kör bireylerin bu durumu nasıl karşıladığı, “öznelerin söz sahibi olması” ya da biz “perdeleme” olarak nitelendirdik, perdeleme konusunda neler düşünüyoruz. Aslında burada samimi bir sohbet havasında hem kendi kişisel deneyimlerimizi hem de sakatlık bağlamında değerlendirmek istiyoruz. Öncelikle öznelerin söz sahibi olmasıyla, yine aynı sıralamayla başlayacağız, sonra perdelemeyi konuşacağız.  Toplam 45 dakikada bizim konuşmalarımızı tamamlayıp son 15 dakikada da katılımcılarımızın sorularını almayı planlıyoruz. Burak’ın da hatırlattığı üzere evet biz sorularımızı sesli olarak da alabiliriz ama chat’ten de yazabilirsiniz. Her iki yöntemi de kullanabiliriz. O zaman yavaş yavaş biz de başlayalım. Peki o zaman şöyle başlayalım; “öznelerin söz sahibi olması” konusunda kör bireyler olarak bizler neler yaşıyoruz? Öncelikle kısaca kendim bir giriş yaparak sonra da sözü arkadaşlarıma bırakmak istiyorum. Bizler de tıpkı Merhaba Spektrum ekibindeki otistik arkadaşların yaşadığı benzer durumları aslında hayatımızın içerisinde yaşıyoruz. İlk oturumda Burak da kısmen vurgulamıştı, bu oturumda daha da ayrıntılandıracağız. Benzer durumlarla karşılaşıyoruz; zaman zaman dinlenilmediğimiz oluyor, bizim için en doğru, en iyi kararı vermeye çalışanlar olabiliyor. Daha sonra dinlenilmemek, yerimize karar verilmesi, ebeveynimiz gibi davranılması gibi durumlarla karşılaşabiliyoruz hayatın içerisinde. Bunlara belki bir iki somut örnek verebiliriz ya da bu konuda düşüncelerimizi belirtebiliriz. Aramızdan ilk kim söz almak ister bu konuda, EEH Dergi’den ya da Düşün, Sorgula’dan arkadaşlarım?

 

Habil Bozkurt: Sen konuşurken parmak kaldırmıştım, arkadaşlarım da görmüştür ilk söz almak isteyen birisi olarak. Şimdi ben aslında Denizlerin anlattığı konuya devam edeceğim, maskeleme konusuna, gerçi o bitti ama biraz körlük açısından bakacağım.

 

Canan Çam Yücel: Habil çok özür dilerim, burada öncelikle öznelerin söz sahibi olmasını konuşup biraz, ikinci kısımda onu konuşacağız. Eğer “perdeleme” konusunu konuşacaksan onu ikinci kısma saklarsan sevinirim.

 

Habil Bozkurt: O zaman ikinci kısımda konuşayım.

 

Sevgi Mart Göcen: Ben söz alabilir miyim?

 

Canan Çam Yücel: Evet Sevgi.

 

Sevgi Mart Göcen: Arkadaşlar, ben “öznelerin söz sahibi olması” noktasında biraz mesleki deformasyon yaşıyorum. Yasalarla ilgili durum hakkında ufak tefek bir şeyler söylemek istiyorum. Biliyorsunuz, ülkemizde” Engelliler Yasası” diye bir düzenleme var. Önce “Özürlüler Yasası” diye çıkardılar, sonra “Ay! Pardon, biz ne yaptık, nasıl özürlü deriz?” deyip “engelliler”e çevirdiler. Peki bu yasada getirilen düzenlemeler daha sonra bu yasaya bağlı olarak çıkarılan birtakım yasal düzenlemelerde getirilen, aslında yapılması gereken, metni okuduğumuz zaman “Aa! Güzel şeylermiş bunlar” diye düşündüğünüz ama sadece kağıt üzerinde var olan birçok metin var, metin bunlar sadece. Ama bunun yanında, tabii ki birçok da “Ya! Bu ne alaka, aslında böyle bir şeye ihtiyacımız yok ki bizim” denen düzenlemeler de var. “Peki bunun sebebi ne?” diye baktığımızda, işte tam da buraya geliyoruz;  “öznelerin söz sahibi olmaması”na geliyoruz. Çünkü Engelliler Yasası çıkarılırken evet engelli kuruluşlarından da görüşler alındı. Metnin gerekçe kısmı ve kanunun hazırlanışı aşamasına baktığımızda, oradaki görüşleri de görebilirsiniz, inceleyebilirsiniz TBMM’nin sayfasından da. Ama şöyle bir durum var; bizim dile getirdiğimiz, engelli örgütlerinin dile getirdiği talepler ne kadar dikkate alındı o metinler hazırlanırken? Özellikle bu erişilebilir düzenlemeler, erişilebilirlik ile ilgili düzenlemeler hakkında ne kadar dikkate alındık? Neye ihtiyacımız olduğu, ne kadar önemsendi, ne kadar farkına varıldı? İşte kocaman bir “hiç” olarak görüyorum ben bunu. Özellikle şu sürekli ertelenip duran başta kamu binaları olmak üzere, yapılan binaların erişilebilirliğinin sağlanması noktasında getirilen düzenlemelere baktığımız zaman, biliyorsunuz sürekli öteleniyor. Bu yasalar getirilirken, bu yasal düzenlemeler oluşturulurken “-mış gibi” yapıldı. Yani özneler, o yasal düzenlemelerin muhatabı olacak, o yasal düzenlemenin getirdiği uygulamalardan faydalanacak olan öznelerden sanki görüş alınıyormuş gibi yapıldı ama orada oturanlar, o yasal düzenlemeyi hazırlayıp kanunlaştıranlar, daha sonra buna bağlı yönetmelikleri ve diğer düzenlemeleri çıkaranlar, yine özneleri yok saydılar. O düzenlemelerden faydalanacak olan bireyleri yok saydılar. Birtakım ihtiyaçları, kendi kafalarına göre belirlediler. Kendi kafalarına göre bizim onlara ihtiyacımız olduğunu düşündüler ve karar verdiler. Metinlere yerleştirip işte, “Biz yaptık, oldu” mantığıyla yasal düzenlemeleri oluşturdular. Peki ne oldu? Tabii ki birçoğunun uygulama kabiliyeti olmadı. Birçoğu maalesef çok çok çok üzülerek söylüyorum ki suistimallere dönüştü. Arkadaşlar, yani olayın içinde olduğum için söylüyorum, mesela denildi ki “Binaların girişine rampa sistemi kurulması gerekiyor ki yürüme konusunda yeti farklılığı olan bireyler binalara kolayca erişebilsinler” denildi. Ama sonra denildi ki “Bu rampa aslında şey de olabilir, ihtiyaç olduğunda konulup sonra kaldırılabilen bir rampa da olabilir. Sürekli durması gerekmiyor” dediler. Peki tekerlekli sandalyeli bir birey geldiği zaman bu sabit olmayan rampayı kullanabildi mi? Hayır, kullanamadı. Çünkü rampa sürekli sallanıyordu, tekerlekli sandalyenin güvenli çıkışına imkan vermiyordu ve dolayısıyla hiçbir işe yaramadı. Ben bu noktadan bakmak istedim, yani yasal düzenlemeler getirilirken maalesef özneler, o düzenlemelerin muhatabı olan kişiler yok sayıldı. Özneler dinlenilmedi ve bizim adımıza ebeveyncilik oynayıp bizim adımıza karar verildi. Bunları söylemek istiyorum şimdilik Canan’cığım.

 

Canan Çam Yücel: Teşekkürler, Sevgi. Gerçekten böyle hukuki düzenlemelerde bile aslında hak sahibi olan öznelerin söz sahibi olamadığını, aslında devletin sadece yükümlülük sahibi olduğunu biliyoruz ama nedense öznelerin hak sahibi olmasına rağmen söz sahibi olamadığı durumlarla hala karşılaşıyoruz ülkemizde. Başka bu konuda söz almak isteyen?

 

Burak Sarı: Ben alabilirim uygunsa.

 

Canan Çam Yücel: Tabii ki Burak.

 

Burak Sarı: Öncelikle, “öznelerin söz sahibi olması” ne demek ve neden özneler söz sahibi olarak kabul edilmiyor, oradan başlarsak daha uygun olacağını düşünüyorum. Öznelerin söz sahibi olmamalarının, daha doğrusu kabul edilmemelerinin nedeni; temel olarak “sağlamcılık” bana göre. Bir kere direkt yeti farklılığı üzerinden örnekleyecek olursak; toplumdaki insanlar, onu bir birey olarak görmüyor. Farklılıkları olan bir birey olarak da görmüyor ve karşısındaki eksik olarak görüyor ve öyle niteliyor. Buna bağlı olarak da onun adına her türlü kararı verme, ona her türlü dayatmayı meşru görme, istediği gibi onun hayatını dizayn etmeye çalışma hakkını görüyor kendisinde. Olayın temelinde bu var yani bu “sağlamcılık” var. Biz aslında parça parça her yazımızda yazıyoruz ya EEH Dergi’de, işte bir ibret nesnesi olarak görmek, bir taraftan sevap kazanılacak canlılar olarak görülmek, üzerimizde ego tatmin edilmesi, kendi yüce gönüllülüklerini de kendi üstünlüklerini de bizim üzerimizde sınamaları tamamen bundan kaynaklanıyor. Temel olarak karşısındaki insanları bir birey olarak kendine has davranışları ve yaşamı olan, toplumdaki eşit bir birey olarak görmemek, onu yarı aciz yarı maskot, bu kişiden kişiye değişiyor, durumdan duruma değişiyor, canlı olarak görmek. Bu tarihsel süreç boyunca da zaten böyle olmuştur. Bir dönem tamamen yok edilmeye çalışılmış yeti farkı olan insanlar, bir dönem Hıristiyanlığın özellikle ilk başlarında dilenci olarak görülmüş ya da daha sonrasında soytarı olarak kullanılmaya çalışılmış. O geleneksel bağ maalesef bozulmamış, zaten bütün kavgamız da bu bağı kırabilmek belki. Bugün olayın temelinde bu olduğunu düşünüyorum, en temel nedenin de “sağlamcılık” olduğunu düşünüyorum. Biraz daha somut örnek verecek olursak; herhangi bir toplantıya katıldığınızda mesela, yeti farkı olan birisi olarak orada herhangi birisi orada sizi kendi canının istediği koltuğa oturtmak isteyebilir ve bunu size sormadan kolunuza girip yapma cüretini gösterebilir. Ya da körlük üzerine, atıyorum bizim konumuz körlük, bizden daha çok şey biliyordur. Örnekleyebiliriz bile; sokağa çıkıp insanlara sorsam bana körlüğü anlatırlar, kafalarındaki körlüğü anlatırlar ve ben kendimi onlara anlatamam. Çünkü tamamen algıları kapalıdır bu konuda, çünkü karşısındakini kendine denk, eşit bir birey olarak görmüyor. Öznenin dinlenilmemesi konusunda temel olarak sorunun bu olduğunu düşünüyorum ben. Dinletmek için ne yaparız, onu da ayrı tartışırız zaten ilerleyen dakikalarda. 

 

Canan Çam Yücel: Teşekkürler Burak. Başka bu konuda söz almak isteyen arkadaşım var mı belki durumu daha da somutlaştırmak için örnek verecek deneyimlerinden?

 

Nurşen Korkmaz: Tam da Burak’ın bıraktığı yerden devam etmek istiyorum. Gün içinde sosyal yaşamda, iş yaşamımızda ya da eğitim yaşamımızda ne gibi somut olaylarla karşılaşıyoruz üzerine birkaç örnek verip deneyimlerimi paylaşmak istiyorum. Örneğin; kaldırımda kaldırım kenarını takip ederek yürürken yanımdan geçen birinin tutup kenara çekmesi ya da “Hayır, sen o taraftan yürüme, bu taraftan yürü, daha iyi olur” demesi, orada benim için daha iyi olanın ne olduğunu söylememe izin bile vermeden söylediğimde bile kabullenmemesi gibi olaylar çok oluyor. Otobüste nerenin, hangi koltuğun benim için uygun olduğuna karar vermeleri ya da herhangi bir kıyafeti alırken bile rastlarız “Bu senin için daha iyi olur, bunu giyin” olayı. Çok daha farklı örnekler… Okulda yine öyle, hangi sıraya oturacağın bile yeri geliyor ona söylenmeden, ihtiyaçları gözetilmeden, ihtiyaçları kendince gözetiyorlar belki de, bize sorulmadan, çocuğumuzla ilgili “Sen çocuk sahibi olma, bakamazsın” bile, benimle ilgili hiçbir bilgisi olmadan doktorların direkt ahkam kesip önerdiği şeyler… Çok daha fazla örnekleri verilir ve önceki oturumda da sözü geçti, çok benzer şeyler yaşıyoruz. Şöyle; kendime “kör” diyor olmam bile rahatsız edici bir durum oluyor. Senin için “Kör deme hayır, görme engelli de, daha farklı bir tanım de.” “Körlük” benim kimliklerimden sadece biri aslında, özelliklerimden sadece biri. Sırf körlüğüm beni genel bir kalıba sokmaz ki. “Körler şöyleymiş, sen de o yüzden buraya geç” gibi genellemeler yapılıyor oralardan.  Herhangi bir kör yakını olabilir, onda gördüğü şeyi sana, bana ya da diğerlerine uyguluyor olması mesela. Onun dışında bir sürü özelliğim, niteliğim, karakteristik farklı farklı özelliğim var, bu da gözetilmeden genel kalıba sokulmaya çalışılması da çok fazla huzursuz edebiliyor zaman zaman. Birazcık dağınık anlattım kusura bakmayın. Ayrıca heyecanlıyım, burada olmak çok keyifli. Şimdilik ben bırakayım mikrofonu, sonra yine devam ederim.

 

Canan Çam Yücel: Teşekkürler Nurşen. Evet, Nurşen’in de dediği gibi belli bir toplumun içerisinde kalıplaşmış bir “sakat şeması” olabiliyor ve bizler de bu sakat şemasının içerisinde, toplumun belirlediği standartlarda yer bulabiliyoruz kendimizin istekleri dışında. Aynı zamanda tektipleştirilebiliyoruz, aslında bu da bir “özne olamama” durumu söz konusu oluyor burada da. Bu konu için gerekli süremiz azalmaya başladı. En azından belki bu soruya cevap vererek bu kısmı tamamlayabiliriz diye düşünüyorum. Söz sahibi olamadığımız durumlarla başa çıkmak için yani bu tür durumlarla başa çıkmak için neler yapabiliriz ve aslında özne konumunda olan bizler kendimizi nasıl dinletebiliriz? Yani söz sahibi olmak için aslında hak ettiklerimizi alabilmek için neler yapabiliriz? Bu konuda arkadaşlarım neler söylemek istersiniz?

 

Can Deniz Balkaya: Ben konuşmadan duramayacağım. Bu soruya geçmeden önce biraz önceki konu ile ilgili de birkaç şey söylemem lazım. Şuradan başlayayım; birincisi biraz önce bahsettiniz, doktorlar vesaire, sağlık bla bla bla… Doğru, sağlık kurulu raporu almak artık bir işkenceye dönmüş durumda ki geçmişte de böyleydi ama ben daha yeni karşılaştım. Şöyle bir örnekten bahsedeyim; sınav için, biliyorsunuz yurtdışı dil sınavlarına giriyorum, rapor gönderdim, ilk başta raporu tuhaflıkla karşıladılar, “Olmaz…” Dedim, “Niye olmaz, problem nedir?”. Çünkü ben sınav için ya da atıyorum herhangi bir kurumdaki durumu belgelemek için ya da ek erişilebilirlik desteği almak için gösterdiğim raporun gerekçesinde, rapor alma gerekçesinde ÖTV ya da işte bir şeyler indirimi gibi bir şey yazıyor. “Raporu bu gerekçe ile alırsan sınava başvuramazsın” diyor ama o hastaneye gittiğiniz zaman size bunu sormuyor. “Heyet raporu alacağım” diyorsun, otomatik olarak gerekçeye bunu yazıyor, çünkü neden? Toplumun da % 90’ı aynı gerekçe ile gittiği için seni bir kalıba sokmaya başlıyor. Karşısındakini, biraz önce söylendiği gibi ister sağlamcılık olsun, ister farklı gerekçeler olsun dinlemekten vazgeçiyor, dinlemekten imtina ediyor. Onun yerine kendi kafasındaki şablonu sana direkt olarak uyguluyor. Yine başka bir sağlık raporu hikayesi; rapor alıyorum Milli Eğitim için. Raporda şuna ihtiyacım var; “Yurtdışında eğitim alabilir ve Türkiye’nin her yerinde çalışabilir” diye bir ibareye ihtiyacım var.” Yurtdışında eğitim görebilir” diye yazmışlar ama “Türkiye’nin her yerinde çalışabilir” ibaresini yazmamışlar. Direkt olarak yüksek lisansı, yurtdışı eğitiminden sonra burada çalışma… Şimdi insanın iki temel hakkı var burada; çalışma ve eğitim hakkı. Raporu ben bu şekilde Milli Eğitim'e verseydim, otomatik olarak iki hakkımdan da mahrum bırakılacaktım, bu hakları kazanmış olmama rağmen. Yine burada bir dinlememezlik var, yine burada bir problem var ve itiraz ediyorsunuz ancak itiraz ettiğiniz zaman size diyor ki “Tamam, oraya yazabileceğimin en iyisini yazmışım. Kesin görme gerektiren işlerde çalışamaz. Daha ne istiyorsun?” Şimdi buradaki mücadele yöntemime geleyim, senin sorunla bağlantılı olarak… Biraz dağınık olacak ama şuna da cevap vermek istiyorum; Sevgi ablanın biraz önce söylediği şey… “Neden bir şeyler yapıyorlar ama sizi dinlemeden yapıyorlar, siz çocukmuşçasına ebeveyn olarak karar verip ona göre işlemleri yapıyorlar” dediği şey yasaların üzerinden. Oradaki insanların zaten biraz önce denildiği gibi bir önceki oturumda konuştuğumuz gibi, farkındalık düzeyleri sadece “ Aaa! Körler de var ya” falan filandan geçtiği için otomatik olarak onların alacağı karar sağlıklı bir karar olamaz. Biraz önce bir önceki oturumda konuştuğumuz gibi özel eğitimcilerin yanı sıra aynı zamanda belli başlı alanlarda mücadele ettiğini sanıp yalnızca pozitif haklar alıp ya da yalnızca hiçbir şey yapmadan yaşama gereksinimlerini karşılamak isteyen bir grup olduğu için otomatik olarak bunlar daha fazla ajitasyon yarattığı ve göz önünde olduğu için insanlar da, oradaki görevliler de bunlarla iliştirmek zorunda kalıyorlar. Tercih mi? Evet. Kötü mü? Son derece. Şimdi buradan artık konuya bağlayabilirim; belki bizlerin artık biraz daha efektif yöntemlerle, mizahi yöntemlerle ya da ortak noktalar kurabileceğimiz yöntemlerle insanlara kendimizi anlatmamız gerekiyor. Örneğin, bugün özne olarak var sayılma durumunu bir turist de yaşıyor. Özne olarak var sayılmama, özne olarak görülmeme, karşılanmama durumunu atıyorum etnik ya da ırksal yönden farklı bir insan da yaşıyor. Herhangi azınlıkta olan bir insan, bunu zaten yaşıyor. Ama biz halen maalesef ortak bir mücadelenin zemininde buluşmayı öğrenemedik. Çünkü kendi aramızdaki ayrıştırıcı belki kalıp yargılarımız, stereotiplerimiz de buna engel oluyor. Birincisi ortaklaşmak, ikincisi sesimizi yükseltmek, daha fazla yükseltmek ama bunu da son derece, nasıl diyeyim, aklı selim bir şekilde yapmak. Öfke çok iyi bir şey… Ben o hastanede sağlık raporunu almak için bir hafta uğraştım, istediğim sağlık raporunu almak için. Öfkemin dozajını yavaş yavaş yükselttim ama en sonunda… Olmuyor, bir şey elde edemedim. Çareyi direkt olarak heyet saatinde doktorların odasını basmakta buldum. Özetliyorum, ortak olarak sadece iki şey yapılabilir. Çözüm olarak bir; tüm farklılıkların buluşarak tüm azınlıkların kendini anlatmaları ve bunu hep beraber yapması. Atıyorum, bugün eski zamanlarda yaptığımız etkinliklerde otistik bireyler nasıl kör bireylerle eylem yaptıysa, kör bireyler otistiklerle eylem yaptıysa bunu çoğaltmamız. İki; hissettiğimiz öfkeyi artık karşıya yansıtabiliyor olmamız gerekiyor.

 

Canan Çam Yücel: Teşekkür ederiz. Bu konu üzerine son bir iki cümle söylemek isteyen arkadaşım var mı? Yoksa bu konuyu bir iki cümle ile bağlayıp diğer “perdeleme” kısmına geçmek istiyorum.

 

Burak Sarı: Şöyle bağlayabilirsin Canan; ne yapacağımıza dair, ne yapılabileceğine dair bir iki cümle kurup sen bağlayabilirsin.

 

Canan Çam Yücel: Peki. Belki bu konuda hak savunucusu olmak ve savunuculuk yapmak bence çok önemli. İsteklerimizin aslında bizim haklarımız olduğunu iyi bir dil ile ifade edebilmek ve bunu özellikle resmi kurum ve kuruluşlarda da daha görünür kılınan medyada falan yapabilmek de önemli diye düşünüyorum. Ancak bu şekilde varlığımızı, burada olduğumuzu ve hep bir arada yaşadığımızı göstermek önemli diye düşünüyorum. Özellikle de belki de eğitim ortamlarından başlayarak yeti farklılığı olan bireylerin bir arada bulunmasıyla da belki kişilerin daha çocukluktan itibaren kendini bir özne olarak toplumun en küçük kısmından itibaren kabul ettirmeleri önemli diye düşünüyorum. Buradan da artık ikinci konu başlığımıza geçebiliriz. Özne olarak dinlenilmediğimiz durumlarda, kararlara katılmamızın engellendiği durumlarda ya da kendimizi toplum içerisinde daha rahat hissetmek amacıyla ya da tırnak içinde “daha normalleşmiş” olarak yine tırnak içinde “daha normal görünmek” amacıyla, bilerek ya da isteyerek ya da farkında olmadan bazen bizler de tıpkı otistik bireylerin az önceki oturumda da ifade ettikleri gibi, bizler de kör bireyler olarak “perdeleme” yapabiliyoruz. Peki “perdeleme” dediğimizde yani “-mış gibi davranmak”; bir şey öyle olmadığı halde öyleymiş gibi göstermek, kör olduğumuz için belki yapmakta o an için… Belki de kör olduğumuz için de değil ama bunun körlüğe bağlanmasından çekinerek, hep bir şeyleri böyle -miş gibi göstermek durumunda kaldığımız durumları “perdeleme” olarak niteliyoruz. Peki “Bu perdelemenin sağlamcılıkla ilişkisi ne?” diye sorarak başlamak istiyorum ben ilk başta. Bunu nasıl ifade edebiliriz? Neden perdeliyoruz ve bunun sağlamcılıkla ilişkisini nasıl açıklayabilirsiniz?

 

Burak Sarı: Perdelemenin aslında Merhaba Spektrumdan arkadaşların bahsettiği maskeleme ile çok benzer yönü var, zaten biz o nedenle seçtik bu başlığı. Bizim açımızdan da bence şu nedenler var; içselleştirilmiş sağlamcılık, kendini eksik görme ve belki de toplum içerinde ezilmeme, kendini biraz daha rahat hissetme. Kökeninde bunun olduğunu düşünüyorum. Bu da neye yol açıyor? İnsanın kendisi gibi olmamasına, kendisini eksik gördüğü için asla mutlu olamayacak olmasına, aslında o sağlamcı davranışıyla “Ben de sağlamım” mesajını verirken çok daha kendi açısından kötü durumlara düşmesine… Bunun örneklerini biraz sonra veririz. Kısaca böyle bir açılış yapayım ve devamını getiririz zaten birazdan.

 

Canan Çam Yücel: Teşekkürler Burak. “Perdeleme” ve “sağlamcılık” arasındaki ilişki ile ilgili başka söz almak isteyen arkadaşım var mı?

 

Can Deniz Balkaya: İlk başta şeyden bahsedeyim… Her birimiz aslında biraz belli başlı psikolojiyle ilgilenen psikoloji, psikolog, psikolojik danışmanlık yapan arkadaşlarımız var. Bir çocuk sevgi almak için dört temel stratejiye başvurur. Bir tanesi ailenin istediği gibi davranmak, bir tanesi küsmek, kendini onunla temsil etmek, bir tanesi hırçınlaşmak, bir tanesi de artık iyice umutsuz durumu hiçbir şey yapmamak. Çocukluktan beri biz belli şeyleri öğreniyoruz. Şunları yaparsan sevilirsin, şunları yapmazsan nefret edilirsin. Bunu da zaten şeyde görebiliyoruz, yani yirmili yaşlarda, on sekizlerde, lise döneminden itibaren artık görmeye başlıyoruz. Çocukluktan beri hakim olan o stratejilerden bir tanesi hayatımızı yönlendiriyor. Biraz önceki oturumda bahsettik ya, rahatlık… Rahat bir ortamımız var, bir şeyler üretmemiz lazım. Bunu kendimizi ifade edecek şekilde, özgürce yapmamız lazım ama bir taraftan da toplum tarafından sevilmeyeceğimiz endişesini taşıyoruz üstümüzde. Ve o baskı neticesinde, her birimiz farklı şekillerde davranıyoruz, bu stratejilerden bir tanesini belirliyoruz. Bunun sağlamcılıkla ilişkisine gelelim… “Sağlamcılık” demek, aslında Insanları fonksiyonaliti ile tanımlamak. Dolayısıyla, bir şey yapabiliyorsanız sağlamsınız, yapamıyorsanız sağlam değilsiniz veya da çoğulculukla tanımlamak… Bir şeyi, eğer toplumun yüzde sekseni o şeyi o şekilde yapıyorsa yüzde yirmisi sağlam değildir. Dolayısı ile ne yapıyoruz biz de, yüzde seksene uymak zorunda hissediyoruz kendimizi ya da tam tersi öfkeleniyoruz, hiçbir şey yapmıyoruz, toplumda var olmuyoruz, kendi dört duvarımıza, evimize çekiliyoruz. Sağlamcılıkla ilişkisini tekrar son olarak özetlemem gerekirse; sevgi ile kabul edilmesi ya da toplum tarafından kabul edilmek için kendimizi topluma ayak uydurmak ya da kültür olarak asimile olmak diyebiliriz. O baskıyı kırmak ya da o baskıyı üzerimizden hafifletmek için…

 

Canan Çam Yücel: Teşekkürler Can Deniz.

 

Nurşen Korkmaz: Sağlamcılıkla ilişkisini açıkladıktan sonra, ben şuradan devam etmek istiyorum… Neden perdeleme yapıyoruz? Her birimizde perdeleme yapıyoruz yeri geliyor aslında. Tırnak içinde, “normal” olmaya çalışıyoruz. Niye normal olmaya çalışıyoruz? Kimi zaman gerekli, gereksiz mi? Hayır. Kimi zaman gereksiz sorulara maruz kalmak istemiyoruz. Örneğin; baston kullanmaya ihtiyacım var ama bastonumu kullanmıyorum. Niye? Kör olduğum ortaya çıkacak, gözükecek, anlaşılacak üçüncü kişiler tarafından. Kör olduğum ortaya çıkınca da bir sürü soru ile karşılaşacağım. “Doğuştan mı?” diye ilk soru gelir ve devamını artık biliyorsunuz. Sonrasında o acınası sözler, “vah, vah!”lara maruz kalmak istemiyoruz. Bazen az gören isek ve ekranı yakından okuyor isek yakından okumaya çalışmamak ya da uzaktan görmeye çalışmak ya da o an onların yanında, yani kör olmayanların yanında o işimizi yapmamak, onlar gittikten sonra yapmak. Niye? Yakından okuduğumda körlüğüm belli olacak ve diğer rahatsız edici bakışlarla karşılaşacağım. Bunu saklamak istiyorum, körlüğümü saklamak istiyorum. Ya da bazen ekran okuyucu mesela, okuyucuyu yakından da görmüyorsam, az görmem de yoksa ekran okuyucu kullanıyor isem de bunu kullanmadan yapmaya çalışmak da örnekler olabilir. Sebepleri de dediğim gibi o sorulara maruz kalmayı istememek, o acıma duygularından rahatsız olduğumuz için olabilir. Daha da pek çok sebep olabilir.

 

Canan Çam Yücel: Teşekkürler Nurşen.

 

Burak Sarı: Biraz şey de yok mu arkadaşlar, biraz da kafa açsın diye söylüyorum... “Yaa, sen hiç kör gibi değilsin”, o sihirli cümleyi… Benim duymak istemediğim ama birçok insanın maalesef duymak istediği o cümleyi duymak istediği için olabilir mi?

 

Nurşen Korkmaz: Kör olmadığını ispatlamaya çalışıyor, böyle baston kullanmayarak.

 

Canan Çam Yücel: Olabilir kesinlikle. Zaten bence, bu da tam da sağlamcılıkla ilişkili.

 

Sevgi Mart Göcen: Ben, önce kişisel bir deneyimimi anlatmak istiyorum. Arkadaşlar, ben ilkokula başladığımda bir tanıdığımız vardı bizim, aileden akrabalardan birisi. Sürekli bizimkiler beni okula yazdırmaya çalışıyorlar, öyle bir çaba içindeler, “Kayıt ettirelim” falan uğraşısındalar. O, sürekli “Bu çocuk kör yaa, ne yapacaksınız? Bu okumaz, okula gönderip ne yapacaksınız? kafasında olan birisi idi. Ben okula başladım, birkaç hafta sonra tekrar bize, eve ziyarete geldiklerinde evde gazete vardı. Ben bu arada hiç görmüyorum, bilmeyenler için söyleyeyim. Gazete vardı, ben okulda okumayı öğrendiğim ya da okula gidebiliyor olduğumu ona kanıtlamak için onlar gelince gazeteyi önüme açtım ve sanki okuyormuş gibi yaptım. Bütün akşam önümde gazete ile oturdum, gazeteyi inceliyormuş havasında oturdum. Biraz önce Can Deniz dedi ya, çocukluktan itibaren bir şeyleri öğreniyoruz. İşte, toplumun sağlamcı dayatması ki ben gerçekten o sağlamcı dayatmayı çok fazla püskürten bir ailede yetiştirildiğimi düşünüyorum, öyle idi ailem. Buna rağmen, o sağlamcı baskı, o çocuklukta ona kendimi kabul ettirebilme isteği, “Ben de bir şeyleri başarabiliyorum” isteği, baskın geldi ve bunu yaptım. Evet, toplumun tamamen dayatmasıyla, biraz da böyle bunları kaldıramayacak psikolojide birisi iseniz eğer, toplumun sürekli baskısı, dayatması ile “-mış gibi davranışlar” çok fazla gelişmeye başlıyor. Birinci bölümde de söylendiği gibi, “maskeleme” gerçekten içselleştirilmiş sağlamcılığımızı bıraktığımız zaman yakamızdan düşüyor olacak. Tabii ki, öğrenilmiş davranışları, kalıplaşmış davranışları bırakmak da çok kolay olmuyor ama bir noktadan sonra şunu düşünüyorsun… “Yaa ben körüm, arkadaş bu benim gerçeğim ve ben bir şeyleri maskelemek zorunda değilim” diye düşünüyorsun ama bu tabii ki hiçbir zaman maskeleme yapmadığımız anlamına gelmiyor. Nurşen’in de söylediği gibi toplumun genel baskıları, toplumda o sorulara maruz kalmamak, bulunduğun ortamda o psikolojide olmamak nedeniyle farkında olarak ya da olmayarak, bilerek ya da bilmeyerek mutlaka hayatımızda hep, minicik de olsa, minik minik de olsa “-mış gibi” davranışlar sergilemek zorunda kalıyoruz. Şey de olabilir Burak, belki bu cümleyi duymak isteyen bireyler de olabilir. Ben de nefret ederim o cümleden… “Hiç kör gibi değilsin” cümlesinden. “Sen görüyorsun canım, bizi kekliyorsun”u da var onun, öbür versiyonu da o.

 

Burak Sarı: Hepimizin bunu duyduğumuzda mutlu olduğumuz zamanlar da oldu ama. Sevgi, ya gerçekçi olalım.

 

Sevgi Mart Göcen: Evet, ama şu anda mutlu olmuyoruz. Evet, onu duyduğumuzda özellikle ergenlik döneminde falan… Topluma kendini kabul ettirme çaban, birey olma çaban bir yandan falan… Bu cümleyi duyduğun zaman “Aa, ben bunları başarıyorum galiba” falan olduğumuz dönemler oldu, tabii ki oldu. Halbuki bunu şimdi idrak edebiliyorsun ya da daha doğrusu ergenlik sürecin bittikten sonra idrak edebiliyorsun. “Yaa, o ben değilim ki!” şeyini o zaman anlayabiliyorsun. Hakikaten, “maskeleme”, “perdeleme” tamamen toplum baskısından doğan, toplumda ötekileştirmeyi belki… Ya şey oluyor, benliğine bir saldırı olarak algılayıp bilinçaltında o ötekileştirmeyi ortadan kaldırmak için ortaya çıkan tavırlar.

 

Canan Çam Yücel: Teşekkürler Sevgi. Ben de şeyi soracaktım ama zaten bayağı bu konu üzerine konuştuk, onları da cevaplamış olduk aslında. Ne tür durumlarda ve ne zaman daha çok perdelemeye ihtiyaç duyuyoruz kısmına bir şeyler eklemek isteyecek olanlar olabilir. Bir de şeyi aslında sorarak devam edebiliriz birkaç dakika daha. Acaba sakat olan kişilerin yanında perdeleme yapmayıp ama sakat olmayan kişilerin yanında perdelemeyi daha fazla yapıyor olabilir miyiz? Bunu da sormak istiyorum. Bu sorularla ilgili yine görüşleri olan arkadaşlarım ya da daha önce grubumuzdan burada olup ama söz almamış olan arkadaşlarım da söz alabilirler.

 

Nurşen: Ben sadece küçük bir şey eklemek istiyorum. Toplumun az evvel dedik ya sebepleri ne? Bence sebeplerden biri de bizim körlük kimliğimizi kabullenmemiş olmamızdan da olabilir perdelemenin sebeplerinden bir tanesi.

 

Burak Sarı: Tam onu söyleyecektim ben birazdan.

 

Nurşen Korkmaz: Açıkçası kendi adıma söyleyeceğim. Perdelemediğim, rahat olduğum, bastonumu özgürce, rahatça kullandığım, bir yere fark etmediysem, çarptıysam ama huzurlu bir şekilde yani şöyle söyleyeyim, huzurlu biçimde derken çarpmaktan utanmadığım zamanlarda kendimi daha rahat, bunu da genelde körlerle birlikteyken ya da benim gibi düşünen insanlarla birlikteyken, bu doğal süreci yaşadığımda daha rahat ve huzurlu oluyorum. Ama diğer türlü rahat davranamadığım, rahat yürüyemediğim, ben gibi olmadığım, körlüğümün bana gerektirdiği hal ve hareketleri, davranışları ya da körlüğümden kaynaklı kullandığım farklı yöntemleri kullanamadığım zaman ben kendimi daha huzursuz ve başkasıymış gibi hissediyorum.

 

Canan Çam Yücel: Teşekkürler.

 

Dilek Başar Açlan: Keşke senden önce isteseydim sözü. Çünkü ben bunları söyleyecektim gerçekten.

 

Burak Sarı: Peki benim aklıma bir soru geldi arkadaşlar. Bunu söyleyince aklıma bir soru geldi. Bunu oturumun sonunda soru soracaktık ya da bizi dinleyen arkadaşlardan da duymak isterim bunun cevabını. Biz tamam hani perdelemeyi burada bir sorun olarak önümüze koyduk. Bir taraftan şu nasıl bir sonuç yaratır acaba? Yani geçen Düşün, Sorgula toplantısında da benzer bir şey söylemiştim gerçi. Perdeleme yapmayan arkadaşlar, perdeleme yapan arkadaşların sağlamcı davranışlarına da maruz kalıyor mu? Bence kalıyor mesela. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Yani bunu tamamen şey üzerinden kuruyorum. Hani gören-kör ilişkisi üzerinden değil, iki kör ilişkisi üzerinden kuruyorum.

 

Sevgi Mart: Evet evet, bu konuda haklısın Burak.

 

Canan Çam Yücel: Zaten perdeleme yapmayı tercih eden kişiler, sağlamcı davranışları daha fazla olan kişiler olduğu için aslında benzer şeylere maruz kalabiliyorsun. Yani kör arkadaşlarından da benzer tepki alabiliyorsun, tıpkı sakat olmayan gruplardan aldığın gibi.

 

Burak Sarı: Aslında burada şeyi belirtmeden geçmeyelim. İki tane EEEH Dergi yazısı vardı. Bir tanesi, onu hiç unutmuyorum, bugün mutlaka söyleyelim dediğim, Engin abinin “İçimizdeki Brezilya’yı Yitirmek”ti sanırım, değil mi yanlış hatırlamıyorum.

 

Nurşen Korkmaz: Evet evet.

 

Burak Sarı: O kadar güzel anlatıyor ki aslında bu perdeleme yaşayan, “mış” gibi yapan, hani gören gibi davranmaya çalışan, evini ona göre dizayn eden insanların aslında kendi içlerinde kendilerine nasıl zarar verdiğini çok güzel anlatıyor. Bu bağlamda hani o gördükleri zarar açısından da o yazıyı öneririm ben. Onu da belirtmeden geçmek istemedim.

 

Engin Yılmaz: Bir ara ben de söz isteyeceğim de Burak, sonunda işiniz bitince konuşmak istiyorum.

 

Canan Çam Yücel: Evet, sorular kısmına zaten yaklaşıyoruz. Dilek sen başka bir şey ekleyecek miydin bunlar üzerine?

 

Dilek Başar Açlan: Vallahi Nurşen söyledi benim söyleyeceklerimi. O yüzden aynı şeyleri tekrarlamak olmaz diye düşünüyorum.

 

Canan Çam Yücel: Tamam.

 

Can Deniz Balkaya: Ben söz alabilir miyim?

 

Canan Çam Yücel: Evet Can Deniz.

 

Can Deniz Balkaya: İlk soru şeydi, bundan önceki. “Perdelemeyi yaptığınız yerler var mı hala?” gibi bir soruydu. Vallahi sanırım var. 2011’den beri tiyatro yapıyorum ama tiyatro sahnesine hiç bastonla çıkmadım mesela. Ama bunun sebebinden de çok emin değilim. Kendi kimliğinden, biliyorsunuz tiyatroda bir taraftan da başka bir kimlik canlandırıyorsunuz ya, acaba o canlandırdığım kimliğin mi kör olması beni rahatsız eden, yoksa hakikaten kendi kimliğim mi? Kendi kimliğim olduğunu düşünmüyorum ama diğeri beni neden rahatsız ediyor hala bilmiyorum. Bir soru daha vardı, tekrarlayabilir misiniz ya biraz önceki soru? Hatırladım, hatırladım tamam, iki kör arasındaki diyalog. Bazen denk geliyorum ona ya. “Oğlum yapmayın şunu ya, utanıyorum lan sizin adınıza” gibi bir tepkiyle karşılaştığımı hatırlıyorum. Yani ya bastonu kullanmazsın ya da mesela çok aşırı böyle hani tabela ya da ağaçların olduğu yüksek yerlerde, işte kafanıza herhangi bir şey çarpabileceği yollarda, elinizi kaldırıp biraz kafanızın üzerinde tuttuğunuz ve o şekilde yürüdüğünüz zamanlarda gelen tepkilerden bir tanesi mesela bu.

 

Canan Çam Yücel: Bitti sanırım Can Deniz. Tamam, teşekkürler. Peki ben son olarak şeyi sormak istiyorum. Çünkü aslında artık katılımcılarımızın da sorularını soracakları süreye geldik. Kendi süremizi birkaç dakika aştık ama iki-üç dakika belki şunu da konuşabiliriz. Perdeleme sonrasında hiç kendimizi sorguladığımız oluyor mu? Biraz da bununla ilgili bir şeyler söylemek isteyen olur mu aramızdan? Yani çünkü hepimiz zaman zaman bu perdelemeyi yapıyoruz ama sonrasında kendimizle baş başa kaldığımızda ya da kendimizle benzer durumda olan yeti farklılığı olan kişilerle de bir arada olduğumuzda “Neden acaba ben böyle yaptım?” ya da ”Şunu şöyle mi yapmalıydım?” gibi hiç sorguladığınız oldu mu ya da oluyor mu? Bununla ilgili bir şeyler söylemek isten var mı?

 

Burak Sarı: Bence olmaması mümkün değil. Çünkü olmadığın bir şey gibi davranıyorsun ve bunu bir toplumun gözüne girmek için, onunla uyumlu yaşayacağını tırnak içerisinde düşündüğün için yapıyorsun. Ama bizzat zaten o topluluk sana gösteriyor ya senin öyle olmadığını.

 

Canan Çam Yücel: Evet. Can Deniz tamam, devam edebilirsin. Ben bağlayıcı bir cümle söyleyecektim, sen devam edebilirsin.

 

Can Deniz Balkaya: Tamam. Biraz önce size tiyatroyu söyledim. Bunu zaten sürekli sorguluyorum ya, bunu söyledikten sonra biraz önce işte Burak abi konuşurken aklıma şey geldi. Aşık Veysel’de yedinci sınıfta ya da sekizinci sınıfta, tam hatırlamıyorum, bu klasik törenlerde hani bazen tiyatromsu bir şeyler yapılır ya, tiyatro olmayan ama tiyatromsu olarak lanse edilen, işte “Sen İsmet İnönü’yü oyna, sen bilmem neyi ona, sen tutuksun” falan filan gibi, orada mesela körler okulu olmamıza rağmen bazen şey yapıyorlardı; “Burada kör gibi davranmayın.” Neden? Yani bunu yapan sizin kendi hocalarınız. Dolayısıyla bize hem şeyi öğrettiler; bazı yerlerde kör gibi davranmamayı öğrettiler ya da öğretmeye çalıştılar hem de aynı zamanda asla ve asla bir şeyi perdeledikten sonra onu sorgulamayıp hatta “İyi ki perdelemişim” demeyi öğrettiler, deyip bitiriyorum.

 

Canan Çam Yücel: Yani aslında biz de içinde yaşadığımız topluma ya da girdiğimiz o küçük topluluğa kendimizce zaman zaman uyum sağlamak için bu perdelemeyi yapıyoruz. Hatta biz bu konuyu kendi aramızda da konuşurken, hem Düşün, Sorgula hem EEEH Dergi olarak, aslında toplumun her bireyi zaman zaman toplum içinde bulunurken bazen perdeleme yapabiliyor. Yani sonuç olarak -mış gibi davranmak yani biraz kendini kabul ettirmek, bu gibi şeyleri hepimiz zaman zaman yapabiliyoruz ama bunun aslında bir çözümü de var mı, yani ondan da emin değilim, yani bir çözümü olmalı mı? Bu konuda, perdelemeyle ilgili son sözler olarak neler söylemek istersiniz? Sonra da artık katılımcılarımıza soru için bir 15 dakika verelim istiyorum.

 

Burak Sarı: Ben körlük kültürü üzerine düşünülmesini ve kendimize saygısızlık yapıp yapmadığımızı düşünmek isterim, benim bu.

 

Canan Çam Yücel: Başka bu konuda önerisi olan?

 

Can Deniz Balkaya: Ben de bir şekilde bir analiz yapmamızı, kendimizi, kendimizi kısıtladığımız zaman ya da kendimizi gizlediğimiz zaman neyi kaybedebileceğimizi ya da neyi kazandığımızı sorgulatmak isterim her zaman. Çünkü bazen gerçekten kısa vadede kazanç olarak gördüğümüz şeyler aslında kendimizin ömründen çalan ya da kişiliğimizden çalan şeyler oluyor. Onun analizini çok iyi yapmamız lazım. Ve bunu şu ana kadar girdiğimiz her ortamda yapabiliyor olmamız gerekiyor.

 

Nurşen Korkmaz: Bence de körlüğümüzün bizi eksik yapmadığını, körlüğümüzün bizim kimliklerimizden biri olduğunu kabullenerek kör olmamanın üstün bir şey olmadığı bilinciyle, farklılıklarımızın getirdiği farklı yöntemleri, hayatı yaşarken kullandığımız farklı yöntemleri kullanmamızın gayet doğal bir şey olduğunu bilerek ve bunu da topluma bu şekilde davranışlarımıza yansıtarak göstererek bunu aşacağımızı ve perdelemeyi daha az yapacağımızı, daha rahat olacağımızı düşünüyorum, bu kadar.

 

Sevgi Mart Göcen: Ben de şeyi söyleyeceğim, Merhaba Spektrum’un verdiği mesajı. İçselleştirilmiş sağlamcılıkla yüzleşmemizi, bize öğretilen sağlamcı tırnak içinde “normal” kalıpları kırmamızı, normal, toplumun çoğunluğunu oluşturan insanlar görebiliyorlar diye normalin görebilmek olduğu algısını yıkmamızı ve kendimizi özgür bırakmamızı öneriyorum.

 

Canan Çam Yücel: Evet, hepinize teşekkürler arkadaşlar. Şimdi biraz da, eğer başka söyleyecek sözü olan arkadaşım yoksa çünkü kimseyi de geride bırakmış olmak istemiyorum, katılımcılarımıza da bir söz hakkı vermek istiyoruz. Öğrenci arkadaşlardan bu konuda bana destek olursanız, söz almak için parmak kaldıran ya da chat’e yazan varsa, bilgi verebilirseniz sırayla söz verebiliriz.

 

Can Deniz Balkaya: Ben hemen bizden değil de bir Youtube sorusundan bahsedebilir miyim?

 

Canan Çam Yücel: Youtube’dan gelen bir soru mu Can Deniz?

 

Can Deniz Balkaya: Evet.

 

Canan Çam Yücel: Evet

 

Can Deniz Balkaya: Fatih Gözütok sormuş: “Benim sorum şu. Ne yapılırsa bu anlattıklarınız toplum geneline ulaşır ve farkındalık artar?” İlk bölümle ilgili bir soru, yanlış hatırlamıyorsam. Cevaplamak isteyen?

 

Canan Çam Yücel: Bizim oturumun ilk kısmı mı?

 

Can Deniz Balkaya: Bizim oturumun ilk bölümü evet.

 

Canan Çam Yücel: Öznelerin söz sahibi olması konusunda ne yapılırsa…

 

Can Deniz Balkaya: Toplum farkındalığı ne yapılırsa artar ya da bu farkındalık topluma nasıl genelleştirilir?

 

Canan Çam Yücel: Aslında biraz cevaplamıştık bunu sanki ama yine de bir şeyler söylemek isteyen var mı arkadaşlar?

 

Sevgi Mart Göcen: Aslında Canan sen söylemiştin sanırım. Toplumda özellikle çok küçük yaşlardan itibaren yeti farkı olan çocukların topluma dahil edilerek bireyin kendisinin özne olduğu algısını çocuk yaştan itibaren bireye aşılamak sanırım en temel etken olacak. Ben de seninle aynı fikirdeyim bu konuda. Çünkü hani artık yetişkin insanlara yapabileceğin çok fazla bir şey olmuyor, birtakım şeyleri söylüyorsun ama bir noktadan sonra yani şöyle bir şey var hani “Çayıma şekeri atma” diyorsun ama yemeğe gittiğinde çatalını eline vermeye kalkıyor falan hani yani bu kalıplaştırmayı oturtamıyorsun.

 

Canan Çam Yücel: Artık o eylem gerçekleşmiş oluyor yani.

 

Sevgi Mart Göcen: Aynen öyle. O yüzden gerçekten bence aslında hepimizin üstüne düşen şeyler var. Hani okullarda ve çocukları da özellikle çocuk yaştan itibaren özne oldukları bilinciyle yetiştirip yeti farkı olan çocukları da, yeti farkı olmayan çocuklara da diğer çocukların yani yeti farkı olan çocukların da bir özne olduğu algısını oturtmakla sanırım başlamamız ve bu alanda yol almamız gerekiyor diye düşünüyorum.

 

Canan Çam Yücel: Teşekkürler. Youtube’dan başka soru var mı Can Deniz, hazır oradayken?

 

Can Deniz Balkaya: Youtube’dan başka soru yok. Bende bu konu hakkında şey demek istiyorum; bir şekilde zaten eylemlerle ve hak talepleriyle bunu yapmaya çalışıyoruz. Sadece, bazen içimizdeki pozitif ayrımcılık vesaire falan filan sürekli şu madde olarak şunu verelim, şöyle zor koşullardayız şunu sağlayalım bunu sağlayalım gibi çıkarcı isteklere karşı da belki dur demek, onun yerine isteklerimizi neden istediğimizi mantıksal gerekçelerle açıklamak ve bunu bir eyleme dönüştürmek belki de toplum genelindeki en büyük farkındalıklardan bir tanesi olabilir.

 

Canan Çam Yücel: Teşekkürler.

 

Can Deniz Balkaya: Bu arada Engin abi söz istiyor, biraz önce yazdı şeye.

 

Canan Çam Yücel: Tamam.

 

Engin Yılmaz: Bende şöyle yazılı bir söz var çocuklar, siz görebiliyor musunuz? Mehmet Hüseyin’in bir sorusu… Göremiyorsanız ben okuyayım isterseniz, soruyu ileteyim.

 

Canan Çam Yücel: Engin, iletebilirsen sana zahmet.

 

Engin Yılmaz: Mehmet Hüseyin sormuş, demiş ki arkadaşlar: “Ortam müsait değil, o yüzden konuşamıyorum ama yazılı olarak söyleyeceğim” demiş. “Azınlık topluluklarının genel toplum içerisinde rahat yaşayabilmesi için inanç, milliyet ve özel durumlarını çoğunlukla maskeledikleri göz önüne alındığında, özel durumlarımızı azınlıklar çerçevesinde nasıl değerlendirirsiniz?” diyor.

 

Burak Sarı: Azınlıklar içerisinde körlerin ya da yeti farkı olanların durumunu kastetmiş sanırım değil mi?

 

Engin Yılmaz: Azınlıklar da, yani diyelim ki bir toplumda azınlık olanlar da daha dahil hissetmek için azınlık olma kimliklerini gizliyorlar, daha rahat yaşamak için. Bu bağlamda körleri, yani böyle bir şey içinde körler düşünülebilir mi? “Ne düşünüyorsunuz?” diyor. Öyle yazdığı için, o kadar. Ben de yazıyı söylüyorum arkadaşlar.

 

Burak Sarı: Kesinlikle öyle, zaten soru…Biz oturumun başında buna değinmiştik. Evet, bunu rahat etmek için yapıyor, belki zorunda hissettiği için yapıyor ama uzun vadede sonuçta zararlı. Bu sadece yeti farklı olanlar için değil, yani kim hangi alanda kendi gibi davranmıyorsa, perdeleme yapmak zorunda bırakılıyorsa, yani o hiçbir şekilde tam anlamıyla verimli ya da mutlu yaşayabilir mi onu bilemiyorum, yani düşünemiyorum.

 

Can Deniz Balkaya: Bitirdin mi Burak abi?

 

Burak Sarı: Hı, hıı.

 

Can Deniz Balkaya: Ben de şöyle bir cevap vermek istiyorum; diyelim ki deri rengi farklı olan bireyler… Aslında onlar da direkt olarak, hani biz bazı soruları istemiyoruz ya “doğuştan mı” falan filan gibi, deri rengi farklı olan bireyler de direkt olarak bu sorular ile karşılaşıyorlar ya da buna benzer sorular ile karşılaşıyorlar ya da sürekli sorgulanma ile karşılaşıyorlar demek daha doğru. Ve bir süre sonra bu, onlar için de işkence haline dönüyor. Dolayısıyla, hissettiğimiz duygular tamamen ortak oluyor. Ya da göçmen bir birey, yine, işte atıyorum belki diksiyonu çok iyi olabilir, Türkçe diksiyonu çok iyi olabilir, göçmen olduğunu söylemediği müddetçe herhangi bir soru ile karşılaşmıyor. Ancak bir şekilde göçmen olduğu belli olduğu zaman kimlikten ya da atıyorum kendi söylediği zaman bu sefer o da bizim gibi aynı şekilde sorular sorularla, sorgulamalarla, hayatına müdahalelerle karşılaşıyor. Dolayısıyla, aslında her birimiz aynı şeyleri hissediyoruz, çünkü bize yaşatılanlar, bize yaşatılanları algılayış biçimimiz ve yorumlayış biçimimiz aslında kendi yaşadıklarımızla anlam kazanıyor, ya da bizim için bir önem arz ediyor. Sonuç olarak da ne yapıyoruz? Bir kör kolundan tutulmaktan yüz birim rahatsızlık duyuyorsa, başka bir ırksal farklı ya da atıyorum Alevi olan birey de ona gelen işte “Alevilerde mum yakmak ayini varmış” gibi şeyle karşılaştığı zaman, yönerge ile karşılaştığı zaman yine yüz birim rahatsızlık duyuyor. Dolayısıyla, aynı Burak abinin dediği gibi aynı rahatsızlığı duyuyoruz, aynı düzeyde rahatsızız.

 

Canan Çam Yücel: Teşekkürler. Engin, sen bir şey soracaktın.

 

Habil Bozkurt: Ben bir şey söyleyecektim.

 

Engin Yılmaz: Habil konuşsun, ben söylerim sonra.

 

Habil Bozkurt: Maskeleme ve perdeleme derken, mesela en bundan iki sene evvel EEH dergiye bununla alakalı bir yazı yazmıştım. Hareket etme ihtiyacı diye, tam da bundan bahsediyor; sallanma, dönme, zıplama gibi. Ve ben bu yazıyı yayınladıktan sonra, birçok kendi kör arkadaşımızın, iyi tanıdığımız iyi bildiğimiz kör arkadaşımızın zıpladığını, ne bileyim sallandığını, döndüğünü öğrendim. Hala devam ediyor bunlar bu hareketlere. Tabi bunlar toplum içerisinde yapmıyorlar, toplum içerisinde onun norm olarak kabul ettiği şeylere göre yaşıyorlar. Hareket standartlarına göre yaşıyorlar ama evlerinde, kendi böyle kimsenin görmediği bir yerde, öyle olduğunu bildikleri bir yerde bu hareketlere devam ediyorlar. Mesela, bu stim yapma hareketi aslında otistiklerden ve down sendromlu bireylerden daha yaygın olan bir şey aslında. Diğer engel gruplarını da kapsayan bir şey aslında ve gerçekten bunu yaptıkları zaman dışlandıkları için yani dışlanmışlık hissetmektense bunu maskeleme çalışıyorlar, o da çok zor yani gerçekten o hareketi gün boyu maskelemeye çalışmak her birey açısından çok zor. Dolayısıyla, aynı otistiklerin bahsettiği şeyleri yaşıyorlar, sıkıntıları yaşıyorlar eve gittikleri zaman. Dolayısıyla, bu gerçekten çok yaygın. Bir de mesela şey var, bizde bu konuşuldu zaten az önce gören gibi davranmaya çalışma, işte gören gibi şey yapma gitmeye gelmeye çalışma, yani bir nevi tiyatro oynamaya çalışma. Adam evden çıkarken nasıl ki üstünü giyindiği gibi bir rol giyiniyor insanlar, çoğu insanlar. Dışlanmamak için, işte bir takım yerlerden mahrum olmamak için, ne bileyim bir sevgilileri olsun diye, işi olsun diye, toplumun norm kabul ettiği birisi olmak için kıyafet giyiniyor ve o kıyafete uygun işte hareket şekli, o kıyafete uygun konuşma şekli, o kıyafete uygun ne bileyim duruş şekli. Yani, adım atmadan konuşmaya kadar insanlar aslında olmadıkları bir kişiliği sergiliyorlar. Çift kişilikli yaşamak zorunda kalıyorlar bu durumda. Yani ben bunu söyleyeceğim.

 

Canan Çam Yücel: Teşekkür ederiz, sağ ol Habil. Şimdi Engin’e de söz verelim, çünkü bayağıdır bekledi.

 

Engin Yılmaz: Siz çok güzel zaten benim söylemek istediğim her şeyi söylediniz. Elinize sağlık, çok güzel bir paneldi. Öncelikle hepinize çok teşekkür ediyoruz. Ben belki bir puzzleın bir parçasını birkaç yerde ekleyebilirim. Birincisi; en son azınlık sorusunda, şöyle biz zaten körlüğü yeti farkı olarak görüyoruz. Engelsiz Erişim’de ya da EEH dergide her yerde konuşuyoruz. Bu şu demek; bir yerde siyah olmaktan ya da sünnilerin çoğunluk olduğu yerde Alevi olmaktan, Türklerin çoğunluk olduğu yerde Kürt olmaktan, heteroseksüellerin çoğunluk olduğu yerde LGBT’li olmaktan bir farkı yok. Eksiklikle aynı görmüyorsanız azınlıklar ne yaşıyorsa biz de onu yaşıyoruz bence. Ama şey ile ilgili, öznelerin söz sahibi olması noktasında benim şey şu; hukuki boyuttan, sokaktan bahsettik ama bence biz daha ailede, ailelerimizde başlıyor bu. Şey, ailelerimizde evdeki kırlent muamelesi gördüğümüzü düşünüyorum ben çoğu zaman. Kardeşiniz birçok konuda söz sahibi edilirken yeti farkı olmayan, normal olan onlara göre, kardeşin sana yalnızca eve para getiriyorsan onu almada söz sahibi yapılıyor ailede bir süre. Ben ona inanıyorum ve ailenin aldığı kararlarda, kritik şeylerde çoğu şeylerde söz sahibi. Bu çocukluktan başlıyor ve bence yetişkinliğin sonuna kadar devam ediyor. Yani, birçok zaman biz daha kendi ailemizi, anne babamızı ikna edemediğimize inanıyorum yani aslına bakarsanız. Maskeleme konusunda da, mesela ben bunu hep söylerim; yine aileden başlıyor, mesela ben ne zaman şey yapsam babam bana diyor ki “kapat, kapat bastonu” diyor mesela yanımdayken. Niye, yani.. Ali Bey de söz istiyormuş bu arada benden sonra, bunu bir söylemek istedim. Maskelemede Habil’e, şöyle; ben de zıplayanlardan biriyim arkadaşlar.

 

Burak Sarı: Sen de… (Gülüşmeler)

 

Engin Yılmaz: Şunu biliyorum; bazen diyorum “Sevda, gidip yatsana sen. Git yat da tek kalayım, yalnız”. Şöyle; yapamadığım zamanlar üretimim azalıyor işin bu tarafı. Gerçekten öyle, ben hareket edemeden durduğum zaman üretemediğimi düşünüyorum. Yazarken de mesela, kendime artık klavye aldım onunla gezerek yazıyorum.

 

Burak Sarı: Heyecanlandığım zaman çok hareket etme ihtiyacı duyuyorum. Sanki hareket edemezsem şey oluyor gibi hissediyorum, yani hani kısıtlanmışım gibi hissediyorum.

 

Engin Yılmaz: Evet, aynen ama bizim sallanmamamız, başımızı sallamamamız falan öğütlendi. Bu maskelemenin kurumsal noktasına geçen bir listede şey tartışılıyordu, arkadaşlar nasıl olsa da biz el yazısını öğrensek. Peki, niye? Tabi başka şey öğrenebilir insan, öğrenmeli de ama niye öğrenmek istiyoruz? Çünkü noterlerde işte bize şey yapmasın diye. Bunun için onu öğrendiğin zaman, o gerçekten de… Buna çanak tuttuğumuz zaman biz kurumlar ve dernekler olarak o zaman bence şöyle oluyor; bir şekilde kurumsal bir bastırmaya giriyor. Bir de şunu belki eklemek lazım, özür dilerim çok uzattım. “Sosyal mobilite” deniliyor bu arada buna literatürdeki kavram karşılığı, maskeleme öyle geçiyor. Özellikle kısmi olarak belli engelli olanlar, körlükte az görenler veya başka gruplarda biraz yürüyenler vesaire gibi gruplarda bu maskeleme ister istemez biraz daha fazla oluyor. Çünkü bir şekilde maskeleme şansları var, total körün istese de yok. Olunca ama bu da neyi getiriyor? Aşırı derecede bir iç çöküntüsü getiriyor sonrasında o psikoloji. Hani yapacağım derken yaşatılan, yaşanan yorgunluk çok fazla oluyor.

 

Burak Sarı: Fiziki zarara da neden olabilir.

 

Engin Yılmaz: Oluyor zaten. Ben az görenlerle gittiğimde daha çok bir yerlere çarpıyorum. Maalesef öyle şeyler de yaşanıyor, ben bunu hissettim. Ali Bey galiba söz istiyor.

 

Canan Çam Yücel: Teşekkürler. Ali Bey, duyabiliyor musunuz bizi?

 

Ali Çolak: Evet.

 

Burak Sarı: Hoş geldiniz Ali Bey.

 

Canan Çam Yücel: Hoş geldiniz.

 

Ali Çolak: Merhaba, merhaba. Hoş bulduk, nasılsınız?

 

Canan Çam Yücel: Sizi dinliyoruz, buyurun.

 

Ali Çolak: Ben aslında bir sürü şey söylemek istiyorum ama maskeleme hakkında küçük bir yorum yapmak istedim, özellikle Can Deniz Balkaya'nın söylediği “sahnede perdeleme” meselesi. Çünkü bende bunu bir iki kere yaşadım. Bir keresinde bir tiyatrodaydı ama bir keresinde tiyatroda değil kendi yazdığım bir şiiri söylerken yaşadım. Ve nedense, normalde baston kullanma hakkında hiçbir problem hissetmeme rağmen, baston kullanma konusunda pek bir endişe hissetmememe rağmen o gün sahneye bastonla çıkmaya biraz tereddüt ettim. Yine tiyatro konusunda da öyleydi ve bana sorarsanız bunun nedeni de şu; biz, toplum ilk önce, her şeyden önce, bizden önce toplum bizim karakteristiklerimizi normal karakteristik olarak görmüyor.  Ve biz de maalesef ister istemez bu görüşü içselleştirmiş durumdayız. Atıyorum, mesela tarihi bir tiyatro yapıyorsunuz, bir piyes yapıyorsunuz özellikle okullarda. Tarihi bir kişiyi canlandırıyorsunuz ve hatta bir erkek bir kadını bile canlandırabilir, bir uzun boylu bir kısa boyluyu bile canlandırabilir. Farklı bir saç renginde kişiyi, farklı bir atıyorum kızıl saçlı birisi sarı saçlı birisini canlandırıyor olabilir. Ciddi bir tiyatro olmadığı sürece, bu tür bir şeyleri saklamak değiştirmek gibi bir ihtiyaç hissetmez kimse ama söz konusu kör birisinin ama bariz şekilde kör birisinin görebilen birisini canlandırmasına gelince o zaman orada işte bir problem çıkıyor. Ne toplum ne de biz bunu normal bir karakteristik, diğerleri gibi bir farklılık olarak değil bir “damga” olarak görüyoruz maalesef. Teşekkürler, bu kadar sadece.

 

Burak Sarı: Aslında, ben bu konuyu çok merak ettim. Yani merak ettim derken biz bir gün bu konu üzerine sohbet edelim Ali Bey. Siz de gelin, Can Deniz söylediğinde, hani o temsilde, bir sanat eserinde gerçekten bu nasıl değerlendirilmeli, bunun üzerine biraz kafa yorsak hem eğlenceli de olur, keyifli olur bence.

 

Ali Çolak: Evet.

 

Canan Çam Yücel: Yapılabilir bence. Bazen bizim de kendi aramızda tartıştığımız durumlar da olabiliyor. “Acaba bu perdeleme midir, yoksa bu perdeleme olmayabilir mi?” gibi soru işareti yaratan bazı durumlar var. Bence de bu tarz farklı örnekler üzerinden, belki biraz daha konuyu derinlemesine de irdelemek lazım.  

 

Ali Çolak: Bir gün getirirsek beraber…Sizinle beraber olmak çok güzel, teşekkür ederim hepinize.

 

Canan Çam Yücel: Sağ olun.

 

Burak Sarı: Biz teşekkür ederiz. Hem dergiye yaptığınız güzel çeviriler için…

 

Canan Çam Yücel: Sanırım Can Deniz bir şey söylemek istedi.
 

Can Deniz Balkaya: Evet, evet.

 

Mustafa (Tezcan): Ben de küçük bir şey ekleyebilir miyim Can’dan sonra?

 

Canan Çam Yücel: Evet, Sen de eklersin. Sonra da yavaş yavaş toparlayabiliriz.

 

Can Deniz Balkaya: 2011'den beri, liseden beri daha doğrusu, hem lisedeki hem lise sonrasındaki arkadaş grubuyla on yıldır tiyatro yapıyorum, pandemi hariç. Ama yönetmenden midir nedir artık bilemeyeceğim, hep kötü karakterli rolleri bana kitledi.  Şimdi bunun içine bir de körlüğü bulaşırsam mı bulaştırmasam mı, bunun tedirginliğini   yaşamıştım bir tane rolde. Bunu çok iyi hatırlıyorum.

 

Canan Çam Yücel: Teşekkürler. Mustafa sanırım sen söz almak istemiştin.

 

Mustafa (Tezcan): Evet. Bunu, işte perdelemeyi konuşurken, yine Can Deniz'in olayından yola çıkılıp hakikaten konuşalım bunun üzerine bir gün. Şey aklıma geldi; fotoğraf çekimlerinde, özellikle bastonumla ilgili bir sorunum yok, çok rahat kullanıyorum. Fotoğraf çekimlerinde nedense o bastonun görünmemesine yönelik bir çaba sarf ederdim, son işte beş yıla kadar. Benim de böyle bir, hani fotoğraf çekinmelerde baston saklama gibi bir kaygım vardı. Bu da ilginç geliyor şimdi.

 

Canan Çam Yücel: Bunu zaman zaman benim de yaptığım dönemler oluyor. Ama mesela, yani uzun yıllardır ben de baston kullanıyorum ve az gören biri olarak baston kullanmaya sonradan başlamış biri olarak ama yirmi yıldır kullanıyorum. Ama işte bu tarz şeyler de perdeleme midir, ondan da emin olamıyorum. Çünkü bir süreklilik arz etmiyorsa ve yani bilemiyorum bunları. Belki, bugün bu oturumlar aslında belki bizim biraz da zihin açmak, birbirimizle hem deneyimlerimizi hem fikirlerimizi birçok durumu paylaşmak için yaptığımız bir şey. Belki ileride tekrarlanabilir ve kendi aramızda daha fazla bu konuları derinlemesine konuşabiliriz ama sanırım artık toparlama zamanımız geldi.

 

Ramazan Yücel: Çok, çok özür diliyorum. Bir şey demek istiyorum, hiç konuşmadım.

 

Nurşen Korkmaz: Sonra da ben.

 

Can Deniz Balkaya: Son bir soru geldi. Son bir soru geldi, o yüzden araya girecektim.

 

Ramazan Yücel: Ben hiç konuşmadım. Bu konuda bir şey…

 

Canan Çam Yücel: Bir saniye, seslerimiz üst üste bindi. Güzel yürütmüştük şimdiye kadar, bunu halledelim. O zaman şimdi eşime söz vereyim, ondan sonra da…

 

Burak Sarı: Bence önce soruyu alalım.

Ramazan Yücel: Şimdi arkadaşlar, aslında ben bu tiyatro üzerinde çok döndüğü için söz almak istedim. Yoksa yani gerçekten her şey çok iyi yanıtladınız, her iki oturumda da. Hem Burak'ın yol göstericiliğinde hem de Canan’ın. Şunu söyleyeceğim; biz şu an ismini hatırlamıyorum ama bir Fransız yazarın “Ödenmeyecek, ödemiyoruz” diye bir tiyatrosunu oynamıştık, Sağlık ve Sosyal Hizmetler Emekçileri Aksaray şubesi olarak. Yıllar önce 2011'de sanırım. Orada bizim yönetmenimiz Ümit diye bir arkadaşımız, o da sağlıkçı. Bana bir rol uydurmuştu, işte zaten orada işleri ajitasyon falan çekmek gerekiyor. Ödenmeyecek, ödemeyin falan diye, hani ben düdüğümle ve bastonumla gelip, hatta yanımda bir arkadaşla beraber gelip orada bastonu saklamadan, sonra oyunun başka bölümlerinde de yine bana roller uydurmuştu. O şeyi, bastonu asla gizlemek hatta gizlememem gerektiğini de söyleyerek. Sanıyorum bu kişilerin bakış açısı ile ilgili ki biz Altı Nokta Çok Sesli Korosu’nun da konserlerine, ben Çağrı Doğan’dan görmüştüm, hep çoğunlukla bastonla çıkardık İstanbul’dayken bazı arkadaşlarımız. Bunların arasında Engin Yılmaz da var. Dolayısıyla, şöyle; sanırım tiyatrolarda bu biraz da yöneticilerin üretkenliğine kalması gereken ve belki de bizim de onlara yol göstermemiz gereken bir şey olabilir. Ama bunu sadece tiyatro özeli için söyledim, yoksa başka konularda söyleyecek sözüm yok. Teşekkür ederim.

 

 Burak Sarı: Soru vardı sanırım.

 

Can Deniz Balkaya: Ramazan abi, bunu kesinlikle bir başka oturumda konuşmalıyız gerçekten, yani önemli bir başlık.

 

Canan Çam Yücel: Evet, soru vardı galiba. Onu bir alabilir miyiz? Sonra da sanırım son olarak Nurşen konuşmak istiyordu.

 

Can Deniz Balkaya: Soruyorum. Muhammed Dalak’tan geliyor bu soru: “Dikkatimi çeken bir nokta oldu. Özneler üzerine gereken konuşma yapılırken bütünleşik erişilebilirlik yani mekânsal, dijital daha da ötesi zihinsel anlamdaki erişilebilirlik olayının tesiri nedir acaba?” Ve devam ediyor. “Bunun üzerine olan düşünceyi nasıl değerlendirmek gerekir?”

 

Burak Sarı: Ben soruyu anlamadım.

 

Canan Çam Yücel: Açıkçası ben de tam olarak nasıl cevap vereceğimi bilemedim.

 

Nurşen Korkmaz: Erişilebilir ortam olmadığı için mi bizim özne olamadığımız üzerine bir şey söyleniyor. Ama neyin erişilebilir olup olmadığıyla ilgili de belki yine öznenin karar vermesi gerekmez mi? Yanlış anlamış olabilirim tabii soruyu.

 

Burak Sarı: Aynen.

 

Canan Çam Yücel: Belki soru sözel olarak ifade edilse daha ayrıntılı anlayabilirdik ama şu an yanlış bir şeye de cevap vermeyelim.                   

 

Can Deniz Balkaya: Bir de şöyle bir şey var. Otomatik olarak erişilebilirlik kriterlerinin ya da işte bu tarz şeylerin karşılanmaması durumunda bir birey olarak sayılmadığın anlamına geliyor bu ya da sen kendin özneliğini, biraz önce söylendiği gibi, ortaya koyamıyorsun. En sonda da hatta bunun yarattığı baskıyla yani birey olamadığın bilgisiyle belki kendi isteklerini, kendi arzularını, kendi yaşam biçimini perdelemek zorunda kalabiliyoruz, diyerek ikinci oturumla bağdaştırabiliriz. Eğer sorunu doğru anladıysak böyle Muhammed ama istersen tekrar açıklayabilirsin ya da bana sesli mesaj gönder, en son oturumun sonunda bunu yönlendireyim.

 

Canan Çam Yücel: Teşekkürler Can Deniz. Nurşen, sen sanırım bir şey söyleyecektin.

 

Nurşen Korkmaz: Ben sadece şunu ekleyeceğim, bu kadar konuşmayı dinleyip düşünürken… Aslında maskelemenin sebeplerinden biri de belki çirkin görünmek, işte bastonluyken çirkin göründüğünü düşünüyorsun da mesela bu da bir sebep. Ya da bu çirkin görünmenin de tabii çirkinlik-güzellik neye göre belirlenecek? Burada da sağlamcılığa bağlıyor ve “Bunu aslında herkes yapıyor mu?” diye biraz sesli düşünüyorum. Bu konuyu da konuşalım. Bizi dinleyenlere de sormak istiyorum. Burada size de soruyorum. Peki o halde şu da perdelemeye girer mi? Hani ne girer ne girmezi de konuşurken de özellikle aklıma geldi; kahverengi gözlü birinin mavi lens takması ve kendini mavi gözlüymüş gibi tanıtması da daha güzel gözükme çabası da olabilir, başka bir şey de olabilir. Onu da düşünebiliriz.

 

Burak Sarı: O bence ayrı bir şey ya. O hani bir taraftan da tercih, bilemiyorum yani.

 

Canan Çam Yücel: İşte bu tarz kavramlar tabii zaman zaman üst üste binip çakışıp karıştırılabiliyor bizim tarafımızdan da.

 

Nurşen Korkmaz: Konuşulması lazım.

 

Canan Çam Yücel: Bence bu konular, yani bugün burada iki oturumda da bence gayet zihin açıcı sorular soruldu, cevaplar verildi, cevap verilemeyen, belki henüz sorulamayan sorular da oldu. Yani bugün burada bizi dinleyen, katılan, katılamayan, daha sonra dinleyecek olan herkes belki buradan farklı konular, konu başlıkları çıkarabilir. Belki bunlardan bazıları bizim EEEH Dergi’nin de ileriki sayılarında bazı yazıların konusu da olabilir. Gerçekten herkese burada bulunduğu için, bu saate kadar bizi hem dinlerken hem de katkıda bulunurken bizimle oldukları için çok teşekkür ederiz. Hem EEEH Dergi ekibindeki tüm arkadaşlarıma, Merhaba Spektrum’dan aramıza katılan arkadaşlarıma ve Düşün, Sorgula, Üret kolektifine çok teşekkür ediyorum kendi adıma. Burak, sen bir şey mi söyleyecektin?

 

Burak Sarı: Ben de çok teşekkür ediyorum. Gerçekten çok keyifli, ya iki saati geçti ama gerçekten çok keyifliydi. Şeyi de belirteyim. Bunu Canan yazılı olarak da yani bunun dökümünü dergide yayınlayacağız. Canan bizim için onu yazacak kendisi.

 

Sevda Bozbey Yılmaz: Buradan da aslında Burak giderayak bir görevi tanımlamış oldu. Ben de bugün sizlerle böylesi bir söyleşiyle festivali karşıladığımız için ve açılışımıza armağan ettiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Arkadaşlar Burak Sarı ve Canan Çam Yücel moderatörlüğünde bu akşamki perdeleme, maskeleme ve öznenin söz sahibi olması gibi kavramlara biraz daha yakından baktık, biraz daha kişisel deneyimlerden yola çıktık, biraz daha kesişimsel noktaları aslında görmeye ve anlamaya çalıştık. Ben çok teşekkür ediyorum bize bu söyleşiyi armağan ettikleri için ve bugün bize burada destek olan öğrencilerimize, Merhaba Spektrum ekibine, EEEH Dergi’ye, Düşün, Sorgula, Üret kolektifine ve burada olan, bizi Youtube’tan dinleyen, Zoom üzerinden takip eden bütün konuklarımıza çok teşekkür ediyorum. Böylece bu festivalin, 8. Festivalin ilk akşam söyleşisini çok da zamandan çalmadan tamamlamış olduk. Yarın sabah festivalimizin artık stantları ve atölye çalışmalarını başlatacağımız, kimi stantlar 11:00’da kimi stantlar 12:00’da açılıyor ama biz 10:30’da festivalimizin bugün yaptığımız gibi açılışını erişilebilirlik sözümüzle birlikte yapacağız. Hepinizi, çevrenizdeki herkesi bu stantlara davet etmeye bekliyoruz. Ve tabii ki izlemeye bekliyoruz. Herkesin varlığına sağlık diyelim ve yarın sabah o zaman görüşürüz. Tekrar teşekkür ediyoruz söyleşi için.

Canan Çam Yücel: Herkese iyi akşamlar.


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.