Toplam Okunma 0
İlkokul çağlarında, beyaz kısa kollu gömlek giyen kumral bir erkek çocuk. Çocuk, üzerine ders araç gereçleri bulunan sıraya dirsekleri dayayarak ellerini kafasına koymuş. Başı öne eğik yüzünde mutsuz bir ifade var.

 Annem işçiydi; babam da öyle. 80'li yılların sonlarında yaşanılan çocukluğum muhtemelen şu anda bile benzeri az bulunur bir lojman ortamında geçti. 40 haneli bir yerdi, çocuklar kız-erkek ayrımı olmadan gece yarısına kadar bahçede oynardı. Bir kısmı ev kadını bir kısmı çalışan kadınlar sosyal tesiste piyesler oynar, etkinlikler düzenlenir, işler kavgasız gürültüsüz ilerlerdi.

 

Bir akşam kuka oynuyorduk. Evlerden birinin kapısının açıldığını ve bir çocuğun çıktığını gördük. Yeni taşınmışlardı. Hemen arkasında o evin kenarında saklanan kız arkadaşımız çığlık atarak kaçtı. O gece yeni bir sözcük öğrenecektik: spastik.

 

İsmi Oktay'dı. Göğüs kafesi ve boynu dışında her bir uzvu farklı yöndeydi. Çocukluk işte; çekindik, üzüldük ama kaynaşmamız uzun sürmedi. Yedi sekiz çocuk top koşturuyorduk. Bir bacağı diğerinden hayli kısa olan Topal Cemil ağabey yanımızdan geçerken durdu. Kenarda bizi izleyen Oktay'la konuştu. Sonra bizi çağırdı. Oktay'ı neden maça almadığımızı sordu. Hepimiz birbirimize bakmıştık. Birimiz, "İstemedi ki…" dedi. Topal Cemil Ağabey, "İster ister, takımların birine girsin, biriniz de benle gelin size kantinden çikolatalı gofret alayım" dedi. Oktay’ı da aldık, gofreti de!

 

Kaptanlar arasında yapılan oyuncu seçiminde Spokti lakabına kavuşan Oktay'ın ikinci oyuncu olarak tercih edilmesi uzun sürmedi. Çünkü en vahşi şekilde arkadaşına çelme çakan, omuz atan veya çekiştirenler bile Spokti'ye bir şey olur diye dalamıyordu. Spokti'nin koşuşuna aklımız ermiyordu, ne yöne vuracağını anlayamıyorduk. Maç boyunca hepimiz düşüyorduk bir o düşmüyordu. Bize göre akıl almaz fiziksel dengesizlik hâli onun sarsılmaz dengesiydi.

 

Spokti'yi benimsemekte zorlanmamıştık; çünkü lojmanda zekâ farkındalığına sahip Ufuk adında bir arkadaşımız daha vardı. Ufuk sanırım aynı zamanda otistikti. Agresif bir oğlandı -daha doğrusu biz öyle sanıyorduk. Ne zaman sinirleneceği belli olmadığı gibi sinirlendiğinde de ısırırdı. Ama öyle böyle bir ısırma değil. Ya kan çıkardı ya da günlerce diş izleri kolumuzda kalırdı. Bir akşam ben de payıma düşeni aldım. Kolumdan akan kanla salya sümük ağlayarak eve gittim. Annem-babam telaşlandı. Ağlamam sönünce annem ne olduğunu sordu. "Ufuk ısırdı!" dedim burnumu çeke çeke. "Ah be Ufuk, ah!" dedi annem.

Babamın iki kaşı havaya kalktı. "Ne yaptın da ısırdı?" diye sordu. Kıvırmaya çalıştım ama yemedi. "Şaka yapıyorduk, Deli Ufuk deyince kovalamaya başladı" dedim. Babamın kaşları çatıldı. Aile içi sıfır şiddetin olduğu bir evdi bizimki. Annemden göstermelik olarak çok görmüştüm ama babam ilk kez beş kardeşi havada sallaya sallaya, "İnsan arkadaşına öyle der mi? Ufuk seni ısırmamış sen kendini ısırtmışsın. Bir daha yaparsan beş kardeşle tanışırsın" dedi. Sonra da özür dilemem için Ufuk'a gönderdi.

 

Ufuk'u genelde dışarı salmazlardı. Çoğunlukla o fırsatını bulur kaçardı. Anca erkek kardeşiyle çıkardı ara ara dışarı. Hayranlık uyandıran bir el beceri yeteneği vardı. Mekanik işlerde müthişti. Biz daha beş çıtayı çakmayı becerememişken Ufuk ipi gere gere uçurtma başını kaplamaya başlardı.

 

Ufuk yanımızda olunca yaramazlık yapmak daha eğlenceli ve kolay oluyordu. Ufuk’u kaçırmaya başladık. Önce arka taraftan çoğunlukla odasında bir şeyler yapan Ufuk'a taş atar, işaretleşir ardından da birkaçımız kapıyı çalıp annesinden su isterdi. Oyundan geri kalmamak için en yakın evden su istemek zaten sıradan bir şeydi bizim için. Kapıdakiler su içerken Ufuk arka kapıdan tüyerdi. Ver elini yaramazlık!

 

Kaçarken giydiği terlikler dert olduğu için aramızda anlaşmıştık. Kapıda Ufuk'un ayakkabısını ilk gören araklayacaktı. Tabii annesi numarayı yutmamaya başlamıştı. Ama Ufuk'u kaçırdığımız günlerin akşamları hiç kimse ısırılmayınca önce görmezden gelmeye sonra da kapıdan çıkmasına izin vermeye başlamıştı. Sadece evlere dağılırken önce Ufuk'u eve bırakmamızı tembihliyordu. Bir akşam konu kaynadı. Arada iki ev fark olduğu için Ufuk'u kapıya kadar götürmeyen bir arkadaşımız sayesinde hatamızı anladık.

 

Birkaç saat sonra bizim evin kapısı çaldı. Kapı açıldı. "Kefeli evde mi?" diye sordu bir ses. İçeri buyur edilme sözleri duyulurken bende babamla sahanlığa çıktım. İzzet Amca ve Ufuk yan yana duruyordu. Ufuk başı öndeydi -ki bu onun yine bir şaheser yarattığının ispatıydı. 

İzzet Amca'nın elinde de hortumlar ve kablolar vardı. "Kefeli, kusura bakma, bu eşekoğlueşek sizin arabanın radyatör ve kablolarını sökmüş" dedi.

 

Babam bir hortuma, kablolara baktı bir Ufuk'a. Sonra sordu: "Ulan Ufuk, sen ne yaptın?" Bizim oğlan başını kaldırdı ve o sırım sırım sırıtışıyla cevabı yapıştırdı: "Sizin arabayı ameliyat ettim Kefeli Amca!"

 

Babam güldü. "Düş önüme göster bakalım neresini ameliyat etmişsin?" dedi. Çıktık. Yanına aldığı takım taklavatı Ufuk'un elini tutuşturdu. Motorcu çırağına iş öğreten usta gibi donanımları bağlattı. Sanırım akü kablosunu bilerek ters bağlatmıştı. İş bitince arabayı çalıştırmayı denedi; olmadı. "Yat ulan alta ama hiçbir şeyi sökme sadece bakacaksın" dedi. 

 

Ufuk arabanın altına daldı. Babamda bir yandan İzzet Amca'ya "sus" işareti yaptı. Arabanın altından çıkardı bagajın altına soktu, oradan çıkardı bagajı boşalttırdı. Tabii Ufuk kısa süre sonra sıkılmaya başladı. Bir saat uğraştırdı. Lojmanda ameliyat edilen ilk ve tek araba bizimki olarak kaldı.

 

Fabrikada Kör Salih ve Kör Sıtkı olarak bilinen iki çalışan daha vardı. Sosyal tesise okey oynamaya gelirlerdi. Babamın arkadaşlarıydı. Yanlarına koşardık, selam verirdik. Sonra bastonu araklamak için pusuya yatardık. Bir süre sonra ikisinden biri belini kaşır. Sandalyenin arkasında duran bastonu yere bırakırdı. Biz tabii saf… Fırsatını bulduk da bastonu kaptık sanırdık. Sonra başlardık elimizdeki bastonla gözlerimiz kapalı tesiste koşuşturmaya. Şevki Abi dediğimiz huysuz bir garson vardı. Hep o yakalardı bizi. "Eşekoğlueşekler, kör herifin bastonu alınır mı!" diye bağırır kıçımıza birer tekne savururdu. Çünkü genelde servislerin kalkma saati gelmiş olurdu.

 

Bu yazıdaki "kör", "topal" gibi sözleri sonradan kör olan benim daha gerçekçi bulduğum için seçtiğim sözcükler olduğunu düşünmeyin. Yanlarında olsun olmasın hiç fark etmezdi ve her zaman "kör", "topal" gibi sözler kötücül anlam barındırmadan söylenirdi. Muhtemelen o zamanlar ne erişilebilirlik vardı ne de sağlamcılığın, kapsayıcılığın adı.

 

"Derdin ne?" diyenler vardır tabii. Ocak ayının ortasında Gostil Sağlamcılık Ödülleri'ne bir öğretmenin kaynaştırma programı öğrencisini akıl almaz şekilde yaftalaması bildirilişini okuduğumda bu anılar geldi bir anda aklıma. @Misspratisyen adlı X kullanıcısı olan öğretmenin adaylık sebebi şöyle: “Okulda yaşanan şiddet olayı üzerine ‘Hâlâ kaynaştırma öğrencilerini diğer sağlıklı öğrenci ve öğretmenlerle aynı eğitim ortamında tutma ısrarı devam ediyor’ diyerek, hiçbir sebep-sonuç sorgulaması yapmadan şiddetin sorumlusu olarak kaynaştırma programı kapsamında okullarda bulunan engelli öğrencileri doğrudan hedef göstermesi ve pervasızca ayrımcılık çağrısı yapması.”

 

Diyelim ki iki çocuk arasında yaşanan şiddet olayını başlatan kaynaştırma programı öğrencisi olsun. Peki, gerçekten suçlu kim? Öğretmenin tabiriyle "sağlıklı" çocukların o öğrenciye yaklaşım tarzını değiştirmelerini sağlayamayan ve büyük olasılıkla bilgisizlik nedeniyle bu süreci yürütemeyecek kadar beceriksiz olan öğretmen mi? Diğer çocuklar mı?

Buradaki suçsuz tek kişinin kaynaştırma sınıfı öğrencisi olması bence daha olası. Ama gel de bunu bir tarafı ve kendini "sağlıklı" olarak niteleyen öğretmene anlat. Ufkunun ne kadar dar olduğu zaten yazdığından belli. Sanırsın kör, sağır veya diğer engel gruplarındakilere okulda eğitim veren öğretmenler de "sağlıksız".

 

Dergi yayınlandığında yazının bağlantısını "sağlıklı" öğretmene göndereceğim. Okur mu, dersiniz? Bence açsa bile peşi sıra akıp giden harfleri görünce kapatmayı uygun görmesi daha muhtemel. Okuması hâlinde gelişim çağındaki bir çocuğun, kendi çevresinde farkındalığa sahip insanların olmasının o çocuğun yaşam karşısındaki birçok ön yargısını azaltırken algısal yetilerinin geliştiğini anlar mı?

Eh, cehennem buz tutarsa belki…

 


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.