“Kör olmak ne iyi şeydir
Ne güzel şey sevmek karanlığı”
Nazım Hikmet, annesi Celile Hanım’ın kör olması üzerine yazar “Körlük” şiirini. “Karanlığın peygamberleri” der körler için.
Karanlığın içerisinden sesleniyorum. Kendi çöplüğümde krallığımı İlan ettim. Sonuçta bir yerde aynı özelliklere sahip insanlar toplu haldeyse, yani bir toplum ve onun “normali” varsa mikro da olsa bir iktidar ihtiyacı duyuyor. Nazım da bizi karanlıkların paydaşı saymışsa ve kendi toplumumuzdaki iktidarımızı tanımışsa, bize saygı duymak düşer. Carlos Fuantes’in düşündürdükleri bizi cennetten, konfor alanımızdan çıkmaya zorlamıştı. Biz de ezberin konfor alanı yerine, düşüncenin dikenli yolunda ilerlemeye devam edelim.
“Normal ve İktidar”
Daha önce birçok yazımızda değindiğimiz gibi “normal” ile iktidarın ve ayrımcılığın ilişkisi seviyeli bir ilişki boyutunun dışında. Çoğunluğun normları, farklılıklar üzerinde korkunç bir baskı aracıdır. Farklılıkları bozukluk olarak görür, onu tamir etmeye çalışır. “Evet, yine yakınmaya başlayacak görmenin iktidarı” diye düşünüldüğünü duymadan hissediyorum. Hayır başlamayacağım. Ya da başladığım geç fark edilecek. Nazım’ın bizi konumlandırdığı mertebeden değerlendirelim olayı.
Karanlık bizim etki alanımızsa ve peygamberlik gibi bir kutsiyet atfedildiyse, elimizden çekeceğiniz var. “Karanlığın” alanına girdiğinizde, krallığımızın sınırlarına adım atmış oluyorsunuz. Artık bizim sözümüz geçecek. “Aydınlık” dünyanızda bize yapılan her şeyi bizler de size yapacağız. Her erişilebilirlik talebimize, “Maliyet yüksek” cevabı verenlere cevabımız var. Işık kullanmak yasak. Tamam, onları da anlıyoruz ama biz bastonumuzla kollarına girer, gidecekleri yere götürürüz onları. Muhteşem bir erişilebilirlik çözümü. “Biz de bilirdik ışık yakmayı lakin fatura yüksek geliyordu, ödeyemedik elektrik faturasını.” Kör birisiyle evlenirseniz, o kör kişi cenneti garantilemiş olur. Siz bu dünyada görüyorsunuz ama öbür dünyada görmemekle ödüllendirileceksiniz. Bütün yazışmalar Braille olmak zorunda. “Bilinmeyen dilde yazışma kabul etmemekteyiz.” Sizi de düşündüğümüz için Braille yazışmanın üzerine Latin Alfabesiyle de yazabilirsiniz. Tedaviye rağmen kör olma ihtimaliniz yoksa, sizi rehabilite etmemiz gerekiyor. Konfor alanından çıkınca üşüyüp sendelediniz sanırım. Öyle oluyor genellikle. Yukarıda yazılanlar bir intikam senaryosu değildir. Normalin ve çoğunluk iktidarının olduğu yerde böyle bir sonuç ortaya çıkması kaçınılmaz. Herbert George Wells “Körler Ülkesi” kitabında tam da böyle bir tablo çiziyor. Körlüğü bir bela olarak gören ve bunun üzerinden bir korku senaryosu kurgulayan yazar ile körlüğü bir kimlik olarak kabul eden ben nasıl aynı sonuca ulaşıyoruz? Yanıt çok basit. Toplumsal ilişkileri doğru noktadan okuyoruz. Onun yorumu onu bir korku cenderesine taşıyor ve distopik senaryolar kurguluyor. Ben ise o distopyanın tam ortasına doğmuşum. Bir örneği birbirimizden esirgeyecek değiliz ya. “Körler Ülkesi” kitabında, sönmüş bir yanardağda körlerin içerisine düşen bir dağcının görmeye dair bütün yetilerinin köreltilmesi isteniyor körler tarafından. Görmek bir “hastalık” olarak görülüyor ve zorla “tedavi edilerek” kör ediliyor dağcı. Körler ülkesinde kral olma düşleri kurarken gözlerinden oluyor. Yani bugün “Normallik olan bir yeti farklılığı” (görmek); orada bir kusur, engel, tedavi edilesi bir hastalık olarak niteleniyor. Ne kadar da tanıdık değil mi? Körler ile görenler yer değiştiriyor sadece. Aynı ayrımcılık, aynı yok sayma. Oysa yeti farklılıklarına uygun, ayrımcılıktan uzak bir toplum mümkün. Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre. Körler ülkesi ile görenler ülkesi bütün sınırlarını kaldırsa her şey değişir. “İklim değişir, Akdeniz olur.” Sınırsız ve sınıfsız bir dünyada kimin imtiyazı olur ki?
“Kör Karanlık”
Körlük, insanlık tarihi boyunca karanlık ile özdeşleştirilmiş. Yani kapatılma, çaresizlik hissi. Diderot’un “Körler Hakkında Mektup” kitabında körün zindanda olup olmamasının fark edip etmeyeceğine dair bir pasaj var. Tutsaklık ve özgürlük üzerine oldukça düşündürücü. Diderot düşünmüş ama çoğunluk düşünmeden kabullenmiş körlüğün bir zindana girme durumu olduğunu. Zindanı da körlüğü de deneyimlememişlerdir ama olsun. Birisi çıkmış söylemiş işte. Bu nedenle, Oidipus’tan bugüne körlük en büyük cezalandırma araçlarından biri olmuş. Gözü oyulan esirlerin, önde tek gözlü bir rehber ile evlerine döndüğüne çok tanık olmuştur insanlık tarihi. Körlüğün, görenler için dünyaya açılan pencerenin kapanması gibi değerlendirildiğini düşünürüm. Kuşatılmışlık, boşluk, çıkışsızlık. Hatta sadece görenler için değil, toplum ile aynı körlük algısına sahip oldukları için Cemil Meriç ve Aşık Veysel gibi körlerde de benzer bir bakış açısı vardır. O nedenle karanlık üzerimize giydirilen bir deri gibi. Bir kör olarak, körlüğün karanlık ile doğrudan ilişkisi olduğunu düşünmüyorum. Herkesin körlük deneyimi farklıdır ve karanlık körlükle gelen bir eşantiyon değildir. Görmenin farklı yöntemleri vardır. Bugünlerde hayranlıkla okuduğum Jeanette Winterson’un “Tutku” kitabında, bu konuyla ilgili harika bir pasaj ile karşılaştım. Bazı görenlerin, körlüğe dair yorumlarının inanılmaz kafa açıcı olduğunu hissettim. “Normal olmayı” değil mutlu olmayı seçen bu harika yazarın ilgili pasajını buraya alıntılamazsam bu yazı eksik kalır diye düşünüyorum:
“”Gerçek karanlık daha kalın, daha sessizdir. Kalbinizle ceketiniz arasındaki boşluğu doldurur. Karanlık arkanızı sarıverir, siz adım atsanız da önünüzde bir boşluk yoktur. Karanlık mutlaktır. Karanlıkta yürümek su altında yürümeye benzer. Karanlık yumuşacıktır, kadife gibidir. Tatlı tatlı boğar insanı. Pencerenin önüne kalın bir duvar örülmüş gibidir. Kör olmak böyle midir? Öyle sanırdım önceden ama olmadığını öğrendim. Düzenli olarak bizim oraya uğrayan kör bir satıcı, karanlık üzerine ürettiğim hikayelere güldü. "Karanlık benim karım" dedi. "Ben görmesine görüyorum ama gözlerimi kullanmadan.””
Burada Carlos Fuantes’in bir önceki yazımızdan hatırlayacağımız şu cümlesi adeta pasajı tamamlıyor:
“Hepsi de gözle ilgili, sanki başka organımız yokmuş gibi.”
Görenler gibi düşünen körlere alışmıştık ama görenlerin bizim gibi bakmasına ender tanık oluyorduk. Ne mutlu ki artık öyle değil. İnsanlar ezberlerini bozuyor, konfor alanını terk edip düşünüyor. Dişlerde elma kokuları çoğalıyor ve ben bir yazıyı mutlu bitiriyorum. İyi ki “Umut insanda” demişiz. İyi ki varız ve umarım şu gökyüzünün altında sınırsız bir yeryüzü üzerinde yaşayacağımız zamanlar çabuk gelir. Bu aydan payımıza düşen güzellikleri aldık. Şimdi bir elma dilimi gibi pay etme zamanı bu güzellikleri. Yeni güzelliklerle yeni yılı kazanmak umuduyla. Mutlu yıllar şimdiden.