Toplam Okunma 0
Beyaz bir zemin üzerinde ortada mavi pantolonlu, turuncu sweatshirtlü, siyah dalgalı saçları kulak hizasında olan bir kadın çizimi.  Kadının siyah güneş gözlükleri ve elinde beyaz bastonu var. Çevresinde işaret parmağını suçlar ya da işaret eder gibi ona doğru uzatmış dokuz farklı kişiye ait eller görüyoruz.

Merhaba sevgili dostlar. Şimdi başlığa bakıp; “Bu da nereden çıktı. Biz tek başına ayrımcılıkla baş etmeye çalışıyorduk; çarpı ikisi de ne oluyor?” diyenler olacaktır. Ayrımcılığı, toplumun bir yarısı için ikiyle çarpıyoruz, kadınlar…

            İster yeti farklılığınız bulunsun ister başka bir dine, siyasi inanca, ırka ya da kültüre ait olun kadınsanız çoğunluğu oluşturan toplum gözünde iki kez ayrımcılığa uğramaya mahkûmsunuz.

Tarih boyunca, gerek iş gerekse ev hayatında kadın hep ikinci sınıf olarak değerlendirilmiş. Kendine toplum tarafından biçilen, “Ev kuracaksın, evleneceksin, anne olacaksın, evlenmeden bedenini kimseyle paylaşamazsın…” rolleri ile mücadele etmek zorunda bırakılmış.

İş hayatında erkekle birlikte ve hatta ondan daha çok çalışmasına rağmen, emeği yok sayılmış; erkeğin aldığının yarısı ücret, kadın için yeterli görülmüş. Doğurganlığı problem olmuş ve hastalık olarak değerlendirilmiş. Topluma kazandırdığı yeni bireyin gelişimi, sağlığı için ayırması gereken zaman, en büyük kazanım olması gerekirken, sermayenin kaybı olarak kabul edilmiş. Kullandığı izin, aldığı fazla mesai, yaptığı bayram tatili hep göze batmış.

Ev hayatında da hiçbir özgürlükleri olmamış. “Karnından sıpayı, sırtından sopayı…” mantığıyla sahip olunmuş kadınlara; sofrada kaşık düşmanı, tarlada ücretsiz ırgat; yatakta zevk nesnesi, mutfakta uşak… Bir şey isteyemez, kendine ait bir hayatı olamaz, hayal kuramaz, kursa da anlatamaz, çocuklarını doğurur ama asla hayatına ortak edemez, onların hayatı hakkında hiçbir söz söyleyemez, varlığı, gidince mutfakta asılı önlüğünde, beşikte uyuyan bebeğinde, kenarda kalmış yazmasında kalır birkaç gün; sonra oda silinir gider. Yerini bir yenisi alır ve bu kez döngü onun için başlar yeniden.

Çok karamsar mı geldi bu tablo size. Ama inanın ülkemizde her gün yüzbinlerce kadın yaşıyor bu hayatı. Gelin şimdi bu portreye bir fırça darbesi daha vuralım ve bu kadını örneğin Hristiyan ya da alevi, kör ya da topal, Ermeni ya da Süryani yapalım. Zaten yoktu ya artık yok bile değil; koca bir hiç. Evet, gerçek bu.

Bu kadın bir şekilde kısır döngüsünü kırsın ve iş aramaya çalışsın. Örneğin kör bir kadın olarak iş başvurusu yapsın. Hatta bu kadın o kadar şanslı ki zamanında babası tarafından okutulmuş. Belki de kör diye okutulmuştur. Öyle ya kör zaten, tarlada tapanda işe yaramaz; evde yatakta da kadın olmaz; bari okusun belki üç beş kuruş kazanır da kendi masrafını kurtarır. Çünkü o bir engelli. Onun cinsiyeti de yok.

            İş hayatında hem kadın olmanın verdiği ayrımcılıkla baş edecek hem de kör olmanın getirdiği hastalıklı ve önyargılı bakış açısına karşı mücadele verecek. Yokluğunu var ettirecek, yeteneklerini anlatacak, kendini kabul ettirmek için olağanüstü çaba sarf edecek; çünkü o hem bir kadın hem de bir yeti farkı var.

Peki ya toplum hayatındaki durumu ne olacak. Bir kere yeti farkı olduğu için, özellikle kadın cinsiyeti olmayacak. Ama bu işe geldiğinde de değişecek. Örneğin zihinsel yeti farklılığına sahip bir kadınsa, babası, abisi, dayısı, amcası tarafından bile zevk nesnesi yapılabilecek. Bunda da bir sakınca görülmeyecek. Öyle ya o ne yaşadığını nereden bilsin. Ya da bundan kısa bir zaman önce çok büyük bir işmiş gibi lanse edildiği haliyle, babasının damat olduğu bir düğünün gelini olacak; duyguları, kalbi, hisleri yok sayılarak…

Kör, topal ya da başka bir yeti farkı varsa, nasıl kadınlık yapsın denilecek. Öyle ya evi çekip çevirmek, eşe, çocuklara sahip çıkmak; yemek pişirip, temizlik yapmak; bir aile hayatı sürdürmek; yeti farkı olan bir kadının üstesinden gelebileceği işler değil. Hal böyleyken, durduk yere bu zavallı engelliye bir de cinsiyet yükleyip; olur olmaz hayallere kapılmasına sebep olmamak gerek. Şimdi kalkar âşık falan olur, çık işin içinden çıkabilirsen değil mi? Sağlamcılar!

Hasbel kader kadın olduğunun farkına varıldı ve evlendi. Evinin temizliği, mutfağındaki meyve sebzenin durumu, pişirdiği yemeği nasıl tabağa koyduğu, masasında nasıl servis açtığı serbestçe değerlendirilebilir. Hiçbir kısıtlama olmaz ve üstelik bu en yakınları tarafından yapılır. Mesela muhteşem bir akşamın ortasında, evinde misafirleri varken, mutfağı temizlenmeye kalkılır ve bunda bir sakınca görülmez. Bir de bu kadın çocuk yapıyor. Eh ozaman dünyasını dar etmek, gebeliğini rezil etmek için elden geleni arda koymamak gerekir tabii ki. Bir kere yeti farkı var, hele eşinin de yeti farkı varsa ve toplumun genelinden farklıysalar, çocukta yeti farkıyla doğarsa, işte topluma bir sorun daha. Hem bu kadın nasıl annelik yapacak; o çocuğu nasıl büyütecek, nasıl sahip çıkacak, nasıl birey yapacak… Uzar gider bu sorular. Üstelik, bu soruların olur olmaz her yerde sorulmasında; kadının gizlice izlenip; değerlendirilmesinde, her annede yaşanacak aksaklıkların ele geçen büyük bir fırsatmış gibi yüze vurulmasında hiçbir sakınca yoktur. Çünkü, engelli kadının ruhu olmaz, gönlü kırılmaz, duyguları incinmez… zira o bir canlı değildir.

İşte hastalıklı ve sağlamcı bakış açısının toplumda yeti farkı olan kadına biçtiği rol böyle. Ben her yeti farklılığına sahip kadının hayatında mutlaka en az bir kez karşılaştığı tabloyu çizmeye çalıştım sizlere. Şimdi, her 3 Aralık’ta duyar kasan siz sağlamcılar, bu hastalıklı tavırlarınızı bırakmadıkça; bu sapkın fikirlerinizi değiştirmedikçe; bu dünyanın sizinle aynı anda ve eşit biçimde bizim de olduğunu anlamadıkça; çıkın hayatımızdan, alın duyarlarınızı, saçma sapan mesajlarınızı ve koca bir hiçe dönüşün. Böylece bize de sizin kirlettiğiniz alanları temizleme ve eşitlik tohumlarını serpip; özgürlüğün tadını çıkarma fırsatı kalsın.


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.