Toplam Okunma 0
Bir top havuzunun camına dışarıdan elini dayamış içeri bakan, arkadan gördüğümüz şişme yelekli ve saçının bir kısmı tepeden bir tokayla tutturulmuş bir erkek çocuğu.

Hevesleri çalınan çocuklarız. Evet geleceğimiz çalındı ama en çok da heveslerimiz çalındı.  Eşit, erişilebilir koşullarda büyümemiz ve yaşamamız hep ekstra çaba gerektirdi. Dişe diş kazandık ya her şeyi, kaygısı yanımıza kâr kaldı. Bir de direnci. En büyük ve gerçek kazancımız bu oldu. Erken öğrendik direnmeden, inatlaşmadan Dövüşmeden bir şeyin değişmeyeceğini. O nedenle her kazanımımızı çocuk telaşında kutladık. Çünkü terimiz sinmişti içine. Yani bizden bir koku ve emek vardı içinde. En çok da sonraki kuşakların aynı saçmalıkları yaşamayacağının mutluluğu.

 

Öyle ya hayatının en temiz heyecanları, umutları sağlamcılığın kalın duvarına çarpmıştır ve çarpacaktır. İşte bu kaygı yani her işte bir terslik olacağı hissi çocukluktan çöreklenir içimize. Çünkü en çok çocuk heveslerimiz çalınmıştır. Hem de kocaman insanlar tarafından. Akran zorbalığına çok değindik ama yetişkin zorbalığı da bir o kadar tehlikeli. Hatta akran zorbalığını da besleyen bir noktada duruyor. Akran zorbalığını bir şekilde kırabiliyorsun. Farklı biçimlerde devam etse hatta artarak devam etse bile kendini kabul ettirme aşamasını geçebildiğin durumlar oluyor. Çünkü çocukluk yetişkin ön yargılarının tam oturduğu bir süreç değil. Yetişkinlerde bu iş çok daha zor oluyor. Akran zorbalığına da zemin oluşturuyor yetişkin ön yargıları. 

 

Bugün Ahmet Minguzzi cinayeti üzerinden çocuklara dair zehirli bir dil geliştiriliyor. Buna tahammül edemiyorum. Tıpkı Minguzzi cinayetine tahammül edemediğim gibi. Evet ortada bir vahşet var ama bunu iki çocuğun üzerine yıkıp, çocukların yetişkin gibi yargılanmasının önünü açmak yarayı o çocukların üzerine kapatılacak kapılarla gizlemektir ve sorunu derinleştirmekten başka işe yaramaz. Önce çocukların böylesine savrulmasında, suça itilmesinde ve mağdur olmasındaki toplumsal sorumluluğumuzu sorgulamamız gerekiyor. Çocukları ayrıştırmak, kendi çocuklarımızı “steril ortama” aldığımızı sanmak, çocuklar arasında hiyerarşi kurmak yeni nesillerin kaybedilmesinden başka bir şeye yaramaz. Bu benim uzmanlık alanım değil, üzerine konuşmak bana düşmez ama bu toplumun bir ferdi olarak da rahatsız olduğum şeyi yazmaktan geri duramam. Bu Toplumsal sorumluluğumu yerine getiremediğim anlamına gelir. O çok bilmiş ve ayrıştırmaktan başka işe yaramayan dilleriyle çocukların fermanını veriyorlar. Oysa örselenen her çocuk ayrımcı zihniyetin sonucudur. Her çocuk uğradığı ayrımcılıklar sonucunda travma yaşamış ve bunu ömrü boyunca taşımak zorunda kalmıştır. 

 

Geçen gün GİMSA AVM’nin oyun parkına Down Sendromlu bir çocuk alınmadı. Neden mi? Bu kavramı kullanmamızdan engelli arkadaşların bazıları da rahatsız oluyor ama sağlamcılık nedeniyle. Arkadaşlar dile getirilmesinden duyduğu rahatsızlığı sağlamcı ideolojinin kendisinden duyduklarında çok şey değişecek ama konumuz bu değil. Bu çocuğun uğradığı ayrımcılığın kökeninde sağlamcılık yatıyor. AVM yönetimi “normal” kabul ettikleri çocuklar dışındaki çocukları oraya kabul etmek istemiyor. Bir çocuksun, her çocuğun bulunduğu bir faaliyette bulunmak istiyorsun ama bu engelleniyor. Hem de tamamen bireysel özelliklerin nedeniyle. Hem de Nazilerden miras alınan bir yöntemle. “Engelli çocuklar giremez” denilmiş oluyor. Hiçbir yaptırımla karşılaşmayacaklarının özgüveniyle Yüksek perdeden çocuğun öğretmeniyle tartışıyor görevliler. Benzer olayları yaşamış olmanın alışkanlığıyla algıda seçicilik devreye giriyor zihnimde. Bir taraftan dizginlenemez bir öfke hissediyorum, diğer taraftan olması gerekene şaşırıyor ve seviniyorum. Şaşırıp sevindiğim nokta, çocuğu o oyun alanına götüren ebeveynleri değil öğretmeni. Öğretmenlerin bir kısmının da sağlamcılığı yenemediği için faaliyetlere engelli çocukları katmak istemediğine çok tanık olmuştum

 

Evet olması gerekene sevindim. Hem de en insani durumda. Böyle işlerde hep bir bürokrasi olur çünkü. Öğretmen istemez. Öğretmen ikna edilir diğer veliler istemez. İstemez de istemez… En son mekân sahibi istemez. Burada öğretmenin yaklaşımı, gerçek anlamda beni etkiledi. Olayı çocuğun velisi gibi yüreğinde hissettiğini ses tonundaki titreşimlerden anladım. Gözlerim dolmadı desem yalan olur. Keşke “sizden çok olsa” diye düşündüm. Keşke tüm öğretmenler öyle yaklaşsa tüm çocuklara. Bu olaydaki sevindirici noktalar bununla da sınırlı kalmadı. Son günlerdeki politik bilincin yükselmesine bağlı olarak tepkiler başka ağızlar tarafından da sahiplenilip dışa vuruldu. Ardından Etimesgut Belediyesinin zaten ruhsatsız olan oyun salonunu mühürlediği haberi yayıldı. Zaten olması gereken yapıldı ama belediyelerin ve kamu kuruluşlarının bile engellilere benzer muamelede bulunduğu olayları hatırlayınca, bunun bile önemli bir adım olduğunun hakkını vermek gerekiyor. Mesela başka hiçbir bahane olmadan, engelli ya da başka ötekileştirilen kesimlere böyle ayrımcı uygulamalar dayatan tüm kurumlar aynı şekilde cezalandırılmalı. Hem de direkt ilgili gerekçeyle. 

 

Çünkü bu yaklaşım bir işletme ile sınırlı değil. Hala havuzlarda, spor salonlarında vb. alanlarda engellilere problem çıkarılıyor. Mücadeleci bir insanım ama bir kuruma işim düştüğünde, bir faaliyete katılmak istediğimde, alışveriş yapmak istediğimde; günler öncesinden içime bir burukluk çöküyor. Çünkü beden eğitimi derslerinde sınıfta adeta tecritte bekletilen, kendimizi geliştirmek için gittiğimiz kurs kapılarından geri çevrilen, bir şeye heveslenirken bile düşünmek zorunda bırakılan insanlarız. 

 

Evet heveslenirken. Heves ya, kendiliğinden gelir işte. Biz önce onun dozajını düşürüp koşulları uygun hale getirme çabasına girişiyor, sonra heveslendiğimiz konunun ilgilisinin ön yargılarını buduyor; sonra da kalan hevesimizle ilgi alanımıza yöneliyoruz. Bu her alanda böyle oluyor. 

 

İşte tam bunun için mücadeleyi daha fazla yükseltmekten başka çare yok. Çocukların kapsayıcı ve erişilebilir koşullarda ilgi alanlarının peşinden koşabildiği, kendini bildiği andan itibaren tüm haklarına akranlarıyla aynı anda ulaşabildiği bir dünyayı yaratmak en temel motivasyonumuz olmalı. Ben bugün dünyaya gelen bir körün, benimle aynı yaşa geldiğinde hala saçma sapan kaygılarla boğuşmasını kabul edemiyorum. Yani bizim yaşadıklarımızı yaşamalarını istemiyorum. Çocuklardan çalınan ne varsa onları geri kazanmak zorundayız. Toplumun duyargalarının açık olduğu şu günlerde, engelli çocukların ve engellilerin taleplerini dile getirmenin tam da sırası. Çocuk yaşlardan itibaren çok severek dinlediğim canım Edip Akbayram’ın o güzel şarkısının hayatı özetleyen nakaratıyla bitirmek istiyorum. 

 

“Çocuklar düşe kalka

Oynaya güle

Birgün gelip büyüyecek

Yürüyecekler”


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.