Burak Sarı Hakkında

E-posta Adresi:

1986 yılında Ankara’da doğdu. Profesyonel öğrencilik yaşamına Anadolu Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde devam etmektedir. 

Engelsiz Erişim Grubu’nun Ankara temsilciliğini yapmıştır. Müzikle yakından ilgilenmektedir. Bir dönem Grup Tepetaklak’ta bağlamacı olarak görev aldı. Farklı grup ve sanatçıların çalışmalarına bağlama, gitar, ney, flüt gibi enstrümanlarla katkı sundu. Müzikal çalışmalarına Grup Devinim’de devam etmektedir. Edebiyatla, sanat sepet işleriyle haşır neşir olmak ve tembellik hakkını sonuna kadar kullanmak en büyük keyiflerindendir. Halen Engelsiz Erişim Derneği ve değişik platformlarda faaliyetlerine devam etmektedir.

 

Yazara,

buraksari2014@gmail.com

e-posta adresinden ulaşabilirsiniz.

 

Burak Sarı Tarafından Yazılan Yazılar


Sosyal medyada bir paylaşım düşüyor önüme. Nevrim dönüyor, midem bulanıyor. Sosyal medyasız günleri özlüyorum. “En azından iğrenç sömürülerini bu kadar yayamazlardı sosyal medya olmasa” diyorum. Sonra saçmaladığımın farkına varıyorum. Bu yüzyılların köhnemiş bakış açısı diyorum. 

“Bugün tüm isyanlarımdan vazgeçtim” diyor paylaşım sahibi. Devam ediyor, “20 yaşlarında mavi gözlü bir genç. Elinde demir sopası gidiyor. Yardım ettim. Annesi ve ablasıyla yaşıyormuş. Bir gün evlerine ziyarete gideceğimi söyledim. Bugün bütün isyanlarımı bıraktım”

 


Hevesleri çalınan çocuklarız. Evet geleceğimiz çalındı ama en çok da heveslerimiz çalındı.  Eşit, erişilebilir koşullarda büyümemiz ve yaşamamız hep ekstra çaba gerektirdi. Dişe diş kazandık ya her şeyi, kaygısı yanımıza kâr kaldı. Bir de direnci. En büyük ve gerçek kazancımız bu oldu. Erken öğrendik direnmeden, inatlaşmadan Dövüşmeden bir şeyin değişmeyeceğini. O nedenle her kazanımımızı çocuk telaşında kutladık. Çünkü terimiz sinmişti içine. Yani bizden bir koku ve emek vardı içinde. En çok da sonraki kuşakların aynı saçmalıkları yaşamayacağının mutluluğu.

 


Sağlamcılık kazançlı iş. Her bakımdan hem de. Tabii insanlık için değil. Eşitsizliğin yarattığı hiyerarşiyi kendisine basamak olarak kullananlar için. Eksik gördüklerinin üzerine basıp psikolojik ve ekonomik fayda sağlamak için. Biz ego tatmin boyutuna fazlaca değindik ama bunun bir gelir kapısı olduğuna yeterince değinmedik. Belki yazımı ve yazıma konu olan haberi özgün kılacak nokta bu boyutun irdelenmesi olacak. Çünkü biz yeti çeşitliliklerimizin ekmeğinin yenmesine, bu arada da kişilik haklarımızın çiğnenmesine alışkınız. Çoğu zaman en yetkili kurumlar eliyle hem de. … Devamını Oku...


Şu sağlamcılara akıl sır ermiyor azizim. “Ucube miyiz, aciz miyiz, yoksa bütün kötülüklerin kökeni mi?” Bazen kendimi bir sağlamcının zihniyle değerlendirmeye çalışıyorum olmuyor. Çünkü insanı yeti çeşitlilikleri nedeniyle eksik ya da kusurlu göremiyorum. Bu insanın ve hayatın gerçekliğine uzak. Oysa sağlamcılar bu işte çok mahir. Bu durumun da tamamen bilmemekten kaynaklı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü hayata eşit katılım talebimiz söz konusu olduğunda bir şeyleri yapamayacağımızı düşünenler, ne hikmetse sistemin pisliğinin sonucu olan olumsuzluklarda tam tersi bir noktada duruyor.… Devamını Oku...


“Mussolini çok konuşuyor Taranta -Babu” beynimin içinde Nazım’ın plaklardan günümüze ulaşan hışırtılı ve karizmatik sesi. Beni tanıyanlar güzelim şairimizin 120. doğum gününü unutmadığım için diye düşünecektir haklı olarak. Unutmadım elbet ama bu, dizelerin beynimde çınlamasına neden olan başka bir şey. Bala karıştırılmış zehrin, şirinlikle süslenen nefretin, vıcık vıcık “merhametin” yarattığı kusma hissi. Herkes konuşuyor. Hem de çok konuşuyor. Bilmediği ve üzerine kafa yormadığı şeyler hakkında konuşuyor.


İnsan nerede kaybolur? En bilmediği yerde mi? Yoksa tanıdık yüzlerin arasında mı? Bilinmeyen sokaklar mutlaka bir yere çıkar. Yani o sevdiğimiz nakarattaki gibi “Denizlere çıkar sokaklar” ya bilinen yerde, tanıdık yüzler arasında kaybolmak? Oradan çıkış biraz daha çetrefilli. Çoğu zaman bir ömre mal oluyor. Çünkü insanın kendini kaybettiğinin bile farkında olamadığı bir ağ. Bu ağın ipleri ailede, çevrede örülüyor, okulda düğümleri sıkılaşıyor ve sistemin elinde çözülmesi zor bir yumak halini alıyor. 

 


Burak Sarı:: Merhaba sizi kısaca tanıyabilir miyiz?

 

Necdet Turhan:: Öncelikle söyleşi için teşekkür ederim. Zira gerek Engelsiz Erişim Derneği, gerekse EEEH Dergi Benim için önemli. Sizleri söylemleriniz, tarzınız ve engellilik olgusuna aydın yaklaşımlarınız için takdir ediyor ve kutluyorum. Bence Türkiye'de örnek gösterilebilecek bir model oluşturuyorsunuz.


2000’lerin ilk çeyreğini geride bırakmak üzereyiz. Sevinç mi kayboldu, yoksa onu göremeyecek kadar hayal gücümüzü mü yitirdik bilmem. Tek bildiğim, teknolojik dille ifade edecek olursak hayatımızı ziplenmiş hissetmek. Başka bir deyişle, yaşamın hücreleşmesi. Hayattan beklentimiz bu ay da bilmem ne varyantına yakalanmamak, zamlarla baş edebilmek ve yaşadığımız ayrımcılığın minimale düşmesi. Oysa her şey çok başka olacaktı 2000’lerde. Büyükler ne düşünürdü bilmem ama ben çok değişik bir dünya hayal ederdim.

 


Melek olmak istemiyorlar. Edilgen sayılmaktan nefret ediyorlar. Ne cennetin anahtarını taşıyorlar ne de bedenlerinde cennet. Bu örtü çok kirlendi. Lekeler taşıyor üzerinde. Kokuşmuş lekeler ve bu lekelerin ağırlığı o kahrolası örtüyü yere doğru çekiyor. Çektikçe gerçekliğin sarsıcı sureti bir tokat gibi çarpıyor yüzümüze. “Şu riyakârlık örgüsünü çekip atın üzerimden” diyor. “Atın ve kendinize gelin.” Kimse melek olmak istemiyor. Cennetin anahtarını da taşımıyor. Yaşamak istiyorlar.


Bu soru uğursuz bir misafir gibi kulaklarımıza dolar yıllardır. Çocukları olan, özellikle engelli çocukları olan ebeveynlerin dilinden ya da zihninden çıkmaz. Şimdi kanıksanmış sağlamcılık ve kibrin şişirdiği egomuz ile “ne alakası var canım” diyebiliriz. Çünkü çoğumuz aileleriyle bağımlılık ilişkisini koparmış, ekmeğini eline almış insanlarız. Bu bizi kulağımızı ziyaret eden uğursuz cümleye duyarsızlaşmaya yöneltmemeli. Çünkü biz ya da toplum görmek istemesek de yarınından korkan insanlar var bu ülkede. Bu onların suçu değil. Seçimi de değil.Devamını Oku...


Kendine yabancılaşmış gecelerden biriydi. Hani durmadan bölünen uykuya mahkûm. Hayatın tüm saçma çelişkilerini bir torbaya doldurmuş da var olmuş bir gece. Gündüzünden hayır bulamamış mecnun gibi yarı sarhoş bir gece. Önce kablolar hissettim üzerimde. Yapay zekâ ile desteklenmiş bir robot olmuştum. Sonra kablolar eridi. Artık kızılötesinin hükmü geçiyordu. Makineler, bilgisayarlar, telefonlar ve ekran okuyucular. Çağrılar yağıyordu her yandan. WhatsApp mesajları, mailler, sanal konuşmalar, ot bok… Oysa “bok” demem bile yasaktı yazılarımda.… Devamını Oku...


"Depremler oluyor beynimde" İçimi kemiren bir şeyler var. Yoran, çok yoran ama bir yandan da diri tutan. Belki en başta topluca düşünmemiz gereken bir şey. Her gün yaşadığımız sağlamcı davranış ve uygulamaların, mikrosaldırganlıkların yıpratıcılığı. Bu yazının sorgulamak istediği o davranışlar değil. O davranışları çokça ele aldık. Ele alırken de çok önemli bir şeyin üzerinden atladık. Bu davranışlar ve verdiğimiz karşılık sonucunda, yani sel geri çekildiğinde içimizde kalan cam kırıkları.


İnsana değersiz kabul edildiği nasıl hissettirilir? Bir kentin sakinlerinin bir kısmının yok sayılması neden kanıksanır? Sorular sorular… Soru sorana derttir, muhatabı tınmaz çünkü. Elinde sorularla kalırsın. Yanıtlanmayan sorular eline yumurtlar ve yeni soruları doğurur. Yok sayılmamak için ne yapmalıyız? Bu çağda böylesi bir yok sayılma yeteneğini nasıl edinmişiz? Bunu kırmak için ne yapmalı? Aslında soruya da söze de gerek yok. Hepsi tükendi çünkü. Çünkü bir adım ileri, iki adım geri yürümek yeterince yorucu bir aktivite.Devamını Oku...


Hayatın döngüsü görüngüden ibaret değildir. Atılan her adım doğru ya da yanlış, değişimin kendisidir. Aldığımız ve harcadığımız her soluk bir saniye daha fazla yaşamak. Yani devinimin bir parçası. Yani bir şey katmak, bir adım öteye gitmek. Geri dönüşün imkansızlığı. Sürekli dilimize yerli yersiz pelesenk ettiğimiz Herakleitos’un “Aynı ırmakta iki defa yıkanılmaz” sözünün hayattaki doğrulanışı. Yani bir düşünme yönteminin bizzat hayat tarafından doğrulanması. Bir başka deyişle, her adım bir öncekinin mirası, ölümü ve yenisinin doğumu demek.… Devamını Oku...


2000’lerin ilk çeyreğini geride bırakmak üzereyiz. Sevinç mi kayboldu, yoksa onu göremeyecek kadar hayal gücümüzü mü yitirdik bilmem. Tek bildiğim, teknolojik dille ifade edecek olursak hayatımızı ziplenmiş hissetmek. Başka bir deyişle, yaşamın hücreleşmesi. Hayattan beklentimiz bu ay da bilmem ne varyantına yakalanmamak, zamlarla baş edebilmek ve yaşadığımız ayrımcılığın minimale düşmesi. Oysa her şey çok başka olacaktı 2000’lerde. Büyükler ne düşünürdü bilmem ama ben çok değişik bir dünya hayal ederdim.

 


Eşitsizliğin çelişkili dünyasında haklılık çoğunluğun hanesine yazılır her zaman. Çünkü oradaki haklılık gerçek bir haklılık değildir. Zorun egemenliğine dayalı meşruiyet maskesidir. O yüzden kimin gerçekten haklı olduğunu anlamak için mağdurların mahcup yüzüne bakılmalı. Bazen bütün gerçek orada saklıdır. Çünkü böylesi toplumlarda gerçeği söylemek yaptırımla sonuçlanan tehlikeli bir eylemdir. Hele de başkasının gördüğü zarardan bize neyse. Bir de bu anlayış çoğunluğa ve güce tapınmanın beslediği sağlamcılıkla perçinlendiyse.Devamını Oku...


Victor Hugo’ya atfedilen şu söze pek çok yerde rastlamışızdır: “Siz yardım edilmiş yoksullar istiyorsunuz, biz ise ortadan kaldırılmış yoksulluk.” Bu söz, sınıflara bölünmüş dünyanın eşitsizliğini ve ikiyüzlülüğünü anlatmak için bir araç adeta. “Kral çıplak” demek. Hiç üzerine düşündünüz mü bilmem. Yoksul emeğiyle servetlerine servet katan zenginler, yoksullaştırdığı emekçilere “hayır” adı altında kırıntılar veriyor. Hatta onların emeğinin kırıntısını. Sonra da alkışlanıyorlar. Vicdanlar cilalanıyor. Bu gerçekliği bilmeyenimiz yoktur.Devamını Oku...


“Biliyor musun ne oldu? Görmeye başladım. 600 yıldır resim yapacağız diye göz nuru döküyoruz. Her şey bir optik sorunu. Sınırlarımızın farkında mıyız? Çizgi, renk, model, perspektif, gölge ya da geometri. İzlenim, form. Hepsi de gözle ilgili, sanki başka organlarımız yokmuş gibi.”

 


“Biliyor musun ne oldu? Görmeye başladım. 600 yıldır resim yapacağız diye göz nuru döküyoruz. Her şey bir optik sorunu. Sınırlarımızın farkında mıyız? Çizgi, renk, model, perspektif, gölge ya da geometri. İzlenim, form. Hepsi de gözle ilgili, sanki başka organlarımız yokmuş gibi.”