Burak Sarı Hakkında

E-posta Adresi:

1986 yılında Ankara’da doğdu. Profesyonel öğrencilik yaşamına Anadolu Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde devam etmektedir. 

Engelsiz Erişim Grubu’nun Ankara temsilciliğini yapmıştır. Müzikle yakından ilgilenmektedir. Bir dönem Grup Tepetaklak’ta bağlamacı olarak görev aldı. Farklı grup ve sanatçıların çalışmalarına bağlama, gitar, ney, flüt gibi enstrümanlarla katkı sundu. Müzikal çalışmalarına Grup Devinim’de devam etmektedir. Edebiyatla, sanat sepet işleriyle haşır neşir olmak ve tembellik hakkını sonuna kadar kullanmak en büyük keyiflerindendir. Halen Engelsiz Erişim Derneği ve değişik platformlarda faaliyetlerine devam etmektedir.

 

Yazara,

buraksari2014@gmail.com

e-posta adresinden ulaşabilirsiniz.

 

Burak Sarı Tarafından Yazılan Yazılar


Geç kalma hissinin yarattığı huzursuzlukla ok gibi fırladı yataktan. Zamanı öğrenmek için telefona uzandı. Telefon ekranına yansıyan saate ses verdi ekran okuyucu ve daha kargalar bile uyanmadı der gibi saatin 05:30 olduğunu söyledi.


Günlerdir içi kıpır kıpırdı. Mevsimin tüm çelişkileri, onun içinde yaşanıyordu sanki. Yerinde duramıyor içi içine sığmıyordu. Baharın adını yalanlarcasına soğuyan havalar, onu çok etkilememişti. Güneş bulutların arkasına saklanmamış, göklerdeki tahtından firar edip onun yüreğine konmuştu adeta. Bu eşsiz misafiri yitirmek istemeyen kalbi, bir mengene gibi kavramıştı dev ateş parçasını. Mutlu bir sıcaklık ve sarsıcı bir sıkışma hissediyordu içinde. Güneşin yanında, ılık samyelleri ve Nisan yağmurları da gelmiş, yanan yüreğini serinletip kıpır kıpır yapmışlardı.


Size yaz şarkıları hediye etmek isterdim. Tasasız, sıcacık, cıvıl cıvıl. Olmasın isterdim içerisinde kuşlardan, doğadan aşktan gayrı hiçbir şey. Tamamen silip dünü ve bugünü, yarının mutlu günlerini anlatan şarkılar. Ya da umursamadan hiçbir şeyi, bırakıvermek isterdim kendimi yaşamın doğal akışına. Hiçbiri olmuyor işte. Bilinç denen çıldırtıcı tohum zihnime kök salıp serpilmeye başladığında, kaybetmiştim  Polyanna umarsızlığında  ömrümü tüketme fırsatını. O gün bu gündür, Goethe’nin “Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir” sözünü kanıtlarcasına geçiyor yaşamım.


İçinde yenemediği bir heyecan, salonun içerisinde dönüp duruyordu. Yeni ve denenmemiş bir şey yaptığında hep böyle olurdu. Bütün iradesi devreden çıkar, yüreğinde bir fırtına gibi savrulan heyecan duygusu onu gönlünce sürüklerdi.

Bugün denemek istediği çalışma yıllardır kafasını kurcalıyordu ama bir türlü adım atmaya cesaret edemiyordu. Adeta gökyüzünden saçılmışçasına her yerde uygulanmaya başlanan empati projeleri onun da gündemine girmişti. İşyerinde, toplu taşımada ve buna benzer her yerde.


Günlerdir içi kıpır kıpırdı. Mevsimin tüm çelişkileri, onun içinde yaşanıyordu sanki. Yerinde duramıyor içi içine sığmıyordu. Baharın adını yalanlarcasına soğuyan havalar, onu çok etkilememişti. Güneş bulutların arkasına saklanmamış, göklerdeki tahtından firar edip onun yüreğine konmuştu adeta. Bu eşsiz misafiri yitirmek istemeyen kalbi, bir mengene gibi kavramıştı dev ateş parçasını. Mutlu bir sıcaklık ve sarsıcı bir sıkışma hissediyordu içinde. Güneşin yanında, ılık samyelleri ve Nisan yağmurları da gelmiş, yanan yüreğini serinletip kıpır kıpır yapmışlardı.


Günlerden, doğmamaya direnen bir gündü. Burada günler doğmaya, güneş yüzünü göstermeye nazlanır olmuştu artık. Aslında ne gece güne evrilmekte, ne de güneş doğmakta nazlanıyordu. Her şey kendi doğasınca işliyordu. Sadece, enerji tekellerinin kasası biraz daha şişsin diye, karanlığa sabitlenmişti saatler. Gün ışığına hasret uyanıp karanlığa uyur olmuştu koca ülke. Yarı uykulu bir şekilde sokak kapısına yöneldi. Kapıyı açtığında, sert bir rüzgarla yüzüne çarpan yağmur damlalarının ufak fiskeleri, onu kendine getirmişti.


Yine kendi dünyasına gömülmüş, melodiler ve dizelerin içerisinde kulaç atıyordu. Son zamanlarda güçlü bir sığınak olmuştu bu havuz kendisine. Cehalet, ayrımcılık, sömürü; kısacası tüm pisliklerden oluşan bir bulamacın içinden güç bela atmıştı kendini bu güzelim birikintiye.


Yine bir iş günü sonlanmıştı. Oldukça bezdirici, monoton, bıktırıcı, bunaltıcı! Fakat henüz gün bitmemişti. Bu yorucu günü devirebilmek için iki tane de toplantının üstesinden gelmek gerekiyordu. Olanca sıkılmışlığıyla yöneldi kapıya. Ücretli kölelerin, gün yüzü görmeden çalıştığı ve beyaz yakalıların insan doğasına aykırı bir şekilde benimsediği beton yığınının kapısından dışarı adımını atmasıyla güzelim bahar esintisinin ciğerine dolması bir oldu.

 


Yine bir iş günü sonlanmıştı. Oldukça bezdirici, monoton, bıktırıcı, bunaltıcı! Fakat henüz gün bitmemişti. Bu yorucu günü devirebilmek için iki tane de toplantının üstesinden gelmek gerekiyordu. Olanca sıkılmışlığıyla yöneldi kapıya. Ücretli kölelerin, gün yüzü görmeden çalıştığı ve beyaz yakalıların insan doğasına aykırı bir şekilde benimsediği beton yığınının kapısından dışarı adımını atmasıyla güzelim bahar esintisinin ciğerine dolması bir oldu.


 “Hoş geldin hafız.”  “Gördün mü la, benden iyi yürüyor vallahi!” “Ne kadar seri bilgisayar kullanıyorsun, gördüğümüz halde biz bile kullanamıyoruz.” “Fatma teyzenin kızı kör gözüyle üniversiteyi kazanmış, sen eşek kadar herif sağlam halinle kazanamıyorsun.” “Bunlar da hiçbir şeyden geri kalmazlar, biz şu halimizle gezemezken, onlar fink atıyor. “Sen bu eyleme gelme, bir terslik olabilir.”  “Şuna bak, tekerlekli sandalyede olmasına rağmen ne güzel basket oynuyor.” Bu örneklerin bir sonu yoktur, sonsuza dek uzatılabilir.


Akşamdan kurmuş olduğu alarmın çalmasıyla, birden irkilip doğruldu yatakta. Günlerdir içini kemiren karmaşık duygular, yoğunlaşarak bu geceyi kâbusa çevirmişti ona. Sevinç, heyecan, merak, endişe; hepsi birbirine karışıyor, her gördüğü rüyada uykusu bölünüyordu. Hafifçe doğrularak, uzanıp perdeyi açtı. Nisan günlerini hatırlatan sıcacık ve umut dolu güneş, hınzırca gülümsüyordu ona. Günlerdir kara bulutlar ve fırtınalarla kışa göz kırpan gökyüzü, bugün güzel haberler muştulamaya hazır, apaydınlık ışıldıyordu. Bir anda, içini bir huzur kapladı. Kaygılarını bir tarafa itip doğruldu… Devamını Oku...


14. sayı, Nisan 2015

 

İletişim özürlü bir toplum olduğumuzu söylesem, kimsenin bir itirazı olmaz sanırım. Genellikle birbirimize, anlatmak istediklerimizi bir türlü anlatamaz, karşılıklı yanlış anlaşılmalarla bir sorun sarmalına girer, kördüğüm oluruz. Öyle bir kördüğüm oluruz ki çözebilene aşk olsun.


“Ahmet amca çok iyi bir insan geçen gün beni karşıdan karşıya geçirdi.”

“Belediye başkanı tam bir engelli dostu. Bir grup köre tavuk döner ısmarladı ve baston dağıttı.”

“Hazal cennetlik kızmış vallahi. Su gibi kadın, fıstık gibi de mesleği var. Gidip kör Arda ile evlendi. Ne kadar sevap işledi biliyon mu?”


Bizim toplumun en belirgin özelliklerinden birisi, iflah olmaz egoizmi desek haksızlık etmemiş oluruz sanırım. Kendimizden başkasını düşünmeyiz. Hele karşımızdaki diş geçirebildiğimiz birisiyse vay haline. Onun haklarını bir güzel gasp ettikten sonra, onu sağlamca bir hırpalarız. Bütün dünya bizimdir nasıl olsa. Yaşam alanlarımızı ortak kullanmamız, rahatımızı bozmamız gerektiği anlamına gelmez. Önemli olan bizim ihtiyaçlarımızdır son tahlilde. Hatta ihtiyaçtan öte, rahatımızdır. Kaldırımları gasp eder, ağaçları keser, başkalarının yaşam hakkına dahi saygı göstermeyiz.


Bir insanın ya da bir toplumsal kesimin başına gelebilecek en büyük felaketlerden birisi kendi bakış açısını kaybetmesidir. Bu durum, söz konusu insan ya da grubun,  zamanla düşünme yetisini yitirmesine ve egemen zihniyetin düşünce kalıplarını kendi çıkarlarına uygun olmasa bile, sorgulamaksızın kabullenmesine yol açar. İlgili topluluk veya şahıs, artık kendisi gibi düşünmüyor, kendisine biçilmiş sınırlar içerisinde yaşıyor, o sınırları kabul etmeyenlere de tahammül edemiyordur. Böylesi bir durumdan tek karlı çıkan egemen zihniyettir.


Yazıya Orhan Veli tadında, hatta direkt ondan çalıntı bir başlık attım. Maalesef ele aldığım konu o kadar keyifli değil.  Dergimizin yayım hayatı boyunca, birçok konuyu tekrar tekrar ele almak zorunda kaldık. Bir konunun defalarca işlenmesinin, kendini tekrar etme ve okuyucunun ilgisini kaybetme riski var. Fakat bizde bu durum biraz daha farklı. İşlenen konular aynı olsa da olayların farklılığı, toplumun ötekileştirme konusundaki yaratıcılığı ve bizim düşeni pişman eden dilimiz yüzünden ilgili konu güncelliğini kaybetmiyor.


Merhaba sevgili okur, dile kolay 2 yılı geride bıraktık.  2 yıl, bir insan hayatında çok uzun bir süre olmayabilir.  Fakat içinde bulunduğumuz koşullar içerisinde, süreli bir yayım için hiç de kısa sayılamayacak bir süre. 2 yıl boyunca, yaşanan ayrımcılık vakalarını, teknolojik gelişmeleri, hatta toplumsal olayları kendi penceremizden yorumlamaya çalıştık.


Merhaba sevgili okur, bu ay ayrımcılık meselelerine biraz ara vermek istedim köşemde. Hep olumsuzu olumluya çevirmek için uğraşacak değiliz ya; bu sefer de olumlu bir durumun sefasını sürelim. Bu ay size erişilebilir bir uygulamayı tanıtacağım.