Burak Sarı Hakkında

E-posta Adresi:

1986 yılında Ankara’da doğdu. Profesyonel öğrencilik yaşamına Anadolu Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde devam etmektedir. 

Engelsiz Erişim Grubu’nun Ankara temsilciliğini yapmıştır. Müzikle yakından ilgilenmektedir. Bir dönem Grup Tepetaklak’ta bağlamacı olarak görev aldı. Farklı grup ve sanatçıların çalışmalarına bağlama, gitar, ney, flüt gibi enstrümanlarla katkı sundu. Müzikal çalışmalarına Grup Devinim’de devam etmektedir. Edebiyatla, sanat sepet işleriyle haşır neşir olmak ve tembellik hakkını sonuna kadar kullanmak en büyük keyiflerindendir. Halen Engelsiz Erişim Derneği ve değişik platformlarda faaliyetlerine devam etmektedir.

 

Yazara,

buraksari2014@gmail.com

e-posta adresinden ulaşabilirsiniz.

 

Burak Sarı Tarafından Yazılan Yazılar


Yapmam gereken ve yapmak istediğim çok şey var. Oysa haftalardır günler nasıl bir boş sayfa gibi kıvrılıp atılırın güzide örneklerini veriyorum. Yaşanan her şey beni biraz daha yoruyor ve kendime gömülüyorum. Dilimde o eski nakarat “Bugünüm harap oldu dünden iyi midir ki” Evet belki de bütün insanlığın durumunu en güzel özetleyen dizeler. Bir tutam huzur arıyorum, bir nefeslik hava.  Bir de delice öğrenme isteği. Bu ihtiyacı en çok ben hissediyorum sanırım. Çünkü herkesin her konuda söz söyleyecek “donanımda” olduğu bir çağda yaşıyoruz.


Temmuz yanıyor içimde. Hiç korlanmamış bir ateş sürekli yenilenerek büyüyor. Her temmuz böyle alev alır içim. Kendimi aradığım yerde kavrulurum. Yapışır elim tellere belki hiç bulamayacağım bir tınının hasretiyle. Ararım Hasret’i tellerde. Bağlamamın karakteri olan Hasret’i. Ararım bitmeyen bir umutla. Sonra beni hoyrat bir makasla eski bir fotoğraftan oyarlar. Makasın her deviniminde kendimi bulurum. Sarılırım bir köy okulunun bahçesinde kavaklara. Bir cura sesi kulaklarımda ve o bilindik türkü. “Ayrılık hasreti kar etti cana.


En çok kalabalıklarda yalnızdır insan. Kalabalıklarda bulur kendini, kalabalıklarda kaybeder. En çok da kalabalıklarda yalnızlaşır. Çünkü karşısında tepeden tırnağa aynılaşmış bir insan yığını vardır. Kendi benliğini savunmadan kocaman geleneklerin ardına sığınan bir topluluk, kocaman bir güruhun tek tipleşmesinden   başka bir şey değildir. İşte böyle bir kitle karşısında tamamen yalnızsındır. Sen ve o. Bir üçüncü yok.


En çok kalabalıklarda yalnızdır insan. Kalabalıklarda bulur kendini, kalabalıklarda kaybeder. En çok da kalabalıklarda yalnızlaşır. Çünkü karşısında tepeden tırnağa aynılaşmış bir insan yığını vardır. Kendi benliğini savunmadan kocaman geleneklerin ardına sığınan bir topluluk, kocaman bir güruhun tek tipleşmesinden   başka bir şey değildir. İşte böyle bir kitle karşısında tamamen yalnızsındır. Sen ve o. Bir üçüncü yok.


“Merakım ağır basıyorsa kollarımın her şeye dokunacak kadar uzun olmasını isterdim. İşlevsiz bir organı işler hale getirmek yerine var olanı daha işlevli kılmayı tercih ederim.”

Üç yüz yıl öncesinden bir mektup ulaşıyor elime.

Heyecanla yırtıyorum zarfı ve dokunuyorum satırlara.


Koşuyorum bir kalabalığın içerisinde. Nedensizce koşuyorum. Herkes koşuyor. Bir adım öne geçmek için olanca soluğumu harcıyorum. Herkes koşuyor. Herkesin soluğu bir diğerinin ensesinde. İstifleniyoruz otobüslere, plazalara, okullara. Dişlerimiz birbirimizin etinde. Koşuyoruz düşünmeden, soluklanmadan. Düşünmek karnı tokların, filozofların işi. Soluklanmanın yeri ise, kariyer ve ekmekten sonra geliyor. Modern çağ kölelerinin bir kısmı ekmekten çok, kariyeri için yaşıyor ve çalışıyor. Köleliğinin farkında bile değil.Devamını Oku...


Sesler dans ediyor zihnimde. Karmakarışık, gelişigüzel ve korkunç sesler. Yerinden fırlayan kayalar, tuz buz olan bir şeylerin şangırtısı. Dünyanın en büyük, en rahatsız edici ezgilerini korkunç bir uyumla umarsızca seslendiriyor. Zihnimi yönetemiyorum ve en korktuğum şey başıma geliyor. Şarkının kokusu, öldürücü bir virüs   gibi genzimi dolduruyor. Soluğum kesiliyor. Şarkı kokar mı, demeyin. Öyle bir kokar ki, ne anlatmak istiyorsa, onun kokusunu saçar. Dinleyici, ne hissetmişse, ne yaşamışsa, yıllar sonra bile onun kokusunu alır aynı ezgiden.… Devamını Oku...


Kasvetli bir devlet dairesi... Floresanlar altındaki odada cansız bir varoluş sürüp gidiyor. Dışarıda gündüz mü gece mi, mevsim yaz mı kış mı belli değil. Masalardan birinde sıradan bir memur... Yüzünün ayrıntıları yok; saçı traşlı, gömleğinin beyaz yakası boğazını sıkıyor. Önünde bir bilgisayar; sayfayı açması beş dakikasını, imleci alt satıra indirmesi birkaç dakikasını alıyor. Kendisini böyle bir sahnede dışarıdan görmek hoşuna gitmiyor. Boğulacak gibi hissediyor kendini. Derin bir nefes almak istiyor. Odanın, sıcak, nemli ve pis kokulu havasını içine çekiyor.


Kasvetli bir devlet dairesi... Floresanlar altındaki odada cansız bir varoluş sürüp gidiyor. Dışarıda gündüz mü gece mi, mevsim yaz mı kış mı belli değil. Masalardan birinde sıradan bir memur... Yüzünün ayrıntıları yok; saçı traşlı, gömleğinin beyaz yakası boğazını sıkıyor. Önünde bir bilgisayar; sayfayı açması beş dakikasını, imleci alt satıra indirmesi birkaç dakikasını alıyor. Kendisini böyle bir sahnede dışarıdan görmek hoşuna gitmiyor. Boğulacak gibi hissediyor kendini. Derin bir nefes almak istiyor. Odanın, sıcak, nemli ve pis kokulu havasını içine çekiyor.


Kökünden devrilmiş bir ağaç. Çocuğunun gözü önünde vahşice katledilen bir kadın ve onun hafızamızdan silinmeyecek son çığlığı. Kıyıya vuran bebek bedeni. Çöp arabasının ezdiği geri dönüşüm işçisi engelli birey. Kahroluyoruz, öfkeleniyoruz, tweet atıyor, belki sokağa çıkıyoruz ve günlük rutinimize dönüyoruz. Ne güzel insanlarız değil mi? Ne kadar duyarlıyız. Tepki göstermediğimiz hiçbir şey yok. Kendimizle ne kadar gurur duysak azdır öyle mi? Sıkı durun. Altın soruyu soruyorum: bu kadar duyarlı ve bilinçli bir toplumda neden aynı olaylar kronikleşiyor? Gelin, sokulun şöyle yamacıma… Devamını Oku...


Bir şey geziniyor bedenimde. Serin ve ürpertici. Parmak uçlarımdan tüm vücuduma yayılıyor. Nazik ama inatçı. Tüm gözeneklerimi yalıyor. Tepeden tırnağa hazza beleniyorum. Merak, korku ve heyecan. Anlamaya çalışıyorum. Hayır, hiç bir şeyi algılayamıyorum. Bir ses, ilerliyor kulaklarımdan zihnimin derinliklerine. Muhteşem bir senfoni. Hiç duymamışım daha önce. Çıldırtıcı. Rüzgârın cezbedici sesi. Kuşlar akıyor kulaklarıma. En güzel ötüşleriyle kur yapıyorlar sevdiceklerine. Çölde bir damla suyun dilime değmesi gibi hissediyorum sesleri. Sevgilinin yüreğe akan sesi gibi.


Tam bir yıl önce, size yaz şarkıları hediye etmek isterdim diye başlamıştım söze. Özlemlerimi ve yaşamak zorunda kaldıklarımızı sıralamıştım sonra. Bir yıl sulara karışmış. Bir yıl daha tüketmişiz ömrümüzden. Hayat akıp gitmiş.  Akmaya devam ediyor. Önüne gelen her şeyi sürükleyerek yolunda ilerliyor. Özlemlerimiz bile değişiyor, farklılaşıyor. Bizim mücadele etmek zorunda kaldığımız belli saçmalıklar değişmiyor. Hayatın bütün devinimine inat yerinde saymaya devam ediyor. Bütün yaratıcılığımıza, yaşam motivasyonumuza saldırıyor. “Geriye dönmeyi sevmem.” diyor Nazım.


Arıyorum kendimi yabancı duvarlar arasında. İfade edemiyorum. Ben kimim? Bulamıyorum ortak dili. Ortak dilden irin akıyor. Kin, öfke nefret akıyor. Yanlış yerlere püsküren öfke toprağımı zehirliyor. Ekmekten ve aşktan uzak kalabalıklar aynı türküyü söylüyorlar. Kendi dilleriyle başkasının türkülerini. Sırtlarında şakırdayan kırbacın sesinde dans ediyorlar ve ilk fırsatta ellerine geçen kırbacı kendilerinden olanların sırtında şakırdatmaktan keyif alıyorlar. Alışamıyorum. Ben bu topluluktan çok mu farklıyım? Kesinlikle hayır.


Bir iş çıkışı. Her zamanki rutinimde ilerliyorum. Aynı yolları adımlıyor, aynı merdivenlerden iniyor ve her zaman bindiğim vagondan metroya binmeyi planlıyorum. Ama yaşamın akışı tekerrürü imkansız kılıyor. Beynimde hangi şeytan varsa beni başka bir vagona atıyor. İnene kadar farkında bile değilim. İndiğimde, farklı bir noktada olduğumu anlıyorum. Yönümü belirlemeye fırsat bulamadan koluma birisinin asıldığını hissediyorum. “Asansör yeni gitti, bekleyin.” diyor. Asansör kullanmadığımı söylüyorum. “Bekleyin.” diye direniyor. İnatla asansör kullanmak istemediğimi söylüyorum.


Bol demli bir gecenin sabahı… Şiir ve şarkıların tanıklığında kendimi aramaya çıkmış, bilmediğim yollara sapıp kaybolmuşum yine. Kendimi bulduğumu sandığım yere geldiğimde gün ışımaya başlamış, ben de kendi içimdeki savaşımı uyku moduna almaya karar vermiştim. Doğan yeni günün hatırına kendimi dinlendirme, o gün için ciddi hiçbir şeyle ilgilenmeme kararı almıştım. Uzun zaman sonra bir Pazar günü kaçta uyanılıyorsa o saatte uyanmıştım ve uyumadan önce aldığım kararı uygulayacağımı düşünüyordum; uzun bir süre de uyguladım. Ancaaaak şu teknoloji belası yok mu?


Beni çok az tanıyanlar bile bilir. Son cemre toprağa düşende, kış ağır gövdesini toprağın üzerinden kaldırdığında, çiçekler dünyanın en naif eylemini gerçekleştirip boy gösterdiğinde başka bir dünyaya göçerim. Sanki tüm kışı sırtımda taşımışım gibi bir rahatlığa bürünür çiçek açarım. Yüzümde aptal bir gülümseme ve hiçbir şey yapmama hissi bütünleşir şahsımda. Artık temel sloganım “Tembellik hakkı engellenemez“dir. Kapatılma hissine gelemem. Bütün günlerimi bir ağaç altında enstrümanlarımla bütünleşerek geçirsem şikâyet etmem. Ama gerçek öyle mi? Yaşamak için çalışmak gerek.


Kasvetli bir devlet dairesi... Floresanlar altındaki odada cansız bir varoluş sürüp gidiyor. Dışarıda gündüz mü gece mi, mevsim yaz mı kış mı belli değil. Masalardan birinde sıradan bir memur... Yüzünün ayrıntıları yok; saçı traşlı, gömleğinin beyaz yakası boğazını sıkıyor. Önünde bir bilgisayar; sayfayı açması beş dakikasını, imleci alt satıra indirmesi birkaç dakikasını alıyor. Kendisini böyle bir sahnede dışarıdan görmek hoşuna gitmiyor. Boğulacak gibi hissediyor kendini. Derin bir nefes almak istiyor. Odanın, sıcak, nemli ve pis kokulu havasını içine çekiyor.


Kasvetli bir devlet dairesi... Floresanlar altındaki odada cansız bir varoluş sürüp gidiyor. Dışarıda gündüz mü gece mi, mevsim yaz mı kış mı belli değil. Masalardan birinde sıradan bir memur... Yüzünün ayrıntıları yok; saçı traşlı, gömleğinin beyaz yakası boğazını sıkıyor. Önünde bir bilgisayar; sayfayı açması beş dakikasını, imleci alt satıra indirmesi birkaç dakikasını alıyor. Kendisini böyle bir sahnede dışarıdan görmek hoşuna gitmiyor. Boğulacak gibi hissediyor kendini. Derin bir nefes almak istiyor. Odanın, sıcak, nemli ve pis kokulu havasını içine çekiyor.


Bir önceki günden kopyalanıp bugüne yapıştırılmış bir sabahtı. Yarın da böyle olacaktı bir yıl sonra da. Benliğimi bir aşk gibi saran uykuyu zamansız terk etmeye çalışmam, boşluğa savurduğum gereksiz küfürler, kuruluktan taşlaşmış dilimi hayata döndürmek için yerdeki şişeye uzanışım. Her şey bugüne kadar olduğu gibiydi işte. Yabancılaşma mı rutini doğuruyordu rutin mi yabancılaşmayı bilmem ama boktan bir şeyler olduğu kesindi.” Aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz” haklı tespitine inat, aynı şeyleri çürümüş bir sakız gibi çiğnemeye devam ediyorduk. Çünkü Irmağın yollarına yapay setler… Devamını Oku...