Burak Sarı Hakkında

E-posta Adresi:

1986 yılında Ankara’da doğdu. Profesyonel öğrencilik yaşamına Anadolu Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde devam etmektedir. 

Engelsiz Erişim Grubu’nun Ankara temsilciliğini yapmıştır. Müzikle yakından ilgilenmektedir. Bir dönem Grup Tepetaklak’ta bağlamacı olarak görev aldı. Farklı grup ve sanatçıların çalışmalarına bağlama, gitar, ney, flüt gibi enstrümanlarla katkı sundu. Müzikal çalışmalarına Grup Devinim’de devam etmektedir. Edebiyatla, sanat sepet işleriyle haşır neşir olmak ve tembellik hakkını sonuna kadar kullanmak en büyük keyiflerindendir. Halen Engelsiz Erişim Derneği ve değişik platformlarda faaliyetlerine devam etmektedir.

 

Yazara,

buraksari2014@gmail.com

e-posta adresinden ulaşabilirsiniz.

 

Burak Sarı Tarafından Yazılan Yazılar


 Burak Sarı:

 

Merhaba Seda seni kısaca tanıyabilir miyiz?

 

Seda Yılmaz:

 

Merhaba Burak, Seda Yılmaz ben. Editör ve yazarım. İki kitabım var. İlki “Giysiler Ne  Anlatır?” ikinci ve son kitabım Nisan ayında çıktı. “İşte Bu Benim Bedenim” adını taşıyor. Onun dışında da çeşitli yayınlara editörlük, redaksiyon gibi işler yapıyorum kitap yazarlığı haricinde.

 


Başlık tanıdık gelmiştir. Bu kavramı bazı yazılarımda kullanmıştım. Ayrıca ben ve birçok arkadaşım, yazılarımızda adeta bir deyim haline getirdik bunu. Aslında bu kavramla ilişkimizin tatlı bir anısı var. Dergimiz henüz zihnimizde yarı hayal şeklinde biçimlenirken, “Ne yazmalı?” sorusunu birbirimizle paylaşırken söz edilmişti “Görmenin İktidarı” isimli kitaptan. Yıllar yıllar geçti. Kitabı okuduk ama bir türlü yazılmadı. Politik alanda körlüğün bir aşağılama aracına dönüşmesi bana bu yazıyı yazdırdı.

 


Burak Sarı:

Hoş geldin Özge, seni kısaca tanıyabilir miyiz?

Özge Gül:

Merhabalar Burak, ben Özge 27 yaşındayım. Psikoloğum emniyette çalışıyorum. İstanbul'da yaşıyorum. Heykel, resim, seramik yapıyorum. Evde atölyem ve her şeyden çok sevdiğim kedim var. Kedimle yaşıyorum.

Burak Sarı:


Bir gün aynanın karşısına geçsek ve baksak kendimize saatlerce. Ya da kontrolsüz, sesimizin ekosunu dinlesek bir boşlukta. Bütün makyajımız dökülse. Yüzleşsek “makul insan” duruşumuzun altındaki Nazi’yle. Ya da “kral çıplak” diyen bir çocuk fırlayıverse ortalığa ve haykırsa tüm gerçeği. Belki büyük arınmamız bununla başlar ve bu çürümüş et yığınının üzerinden yeni insan doğar.

 


Kıymetliii ve sevgilii dostlarım. Size evimin mutfağından sesleniyorum. Biz de bilirdik balkon konuşması yapmasını, lakin balkonumuz konforlu değildi seçtik evimizin mutfağını. Herkes baharın gelişini dört gözle bekliyordu. Bahar durur mu geldi bütün güzelliğiyle. Ne yazık ki anlamadık. Çünkü bahara değil, onun ilüzyonuna dikmiştik gözümüzü. O nedenle, ıssız istasyonlar gibi bazı dostların içi. Çok özledim edebiyat parçalamayı. Belki zırvalarım kendilerine iyi gelir. Bu konuda iddialıyım. Aşk acısı çeken arkadaşlarımı altlarına işetecek kadar güldürmüşlüğüm çoktur… Devamını Oku...


Yıkıntıların arasında geleceğimizi arıyoruz. Milyonlarca insanımızın doğrudan etkilendiği büyük bir yıkımın henüz yaralarını saramamışken herkesin gündemi bir anda seçimler oldu. İnsanlar haklı ya da haksızdır, bunun peşine düşmüyorum. Zira ben depremi gündeminden çıkaramayanlardanım. Rol yapmaya gerek yok. Yiyoruz, içiyoruz, dayanışma göstermeye çalışıyoruz ve bir şekilde yaşamımıza devam ediyoruz. Milyonlarca insanımız edemiyor ama.


Acı nasıl anlatılır? Ya o acının katmerlediği dizginsiz öfke? Belki de anlatılamaz. Çünkü yaşananlar söze ihtiyaç duyulmayacak kadar yalın. Çünkü somut durum kendi kendini anlatıyor. Her gece bin bir kaygıyla bölünen uykumuz, bir telefon sesiyle bölünüyor o gece. Gece yarısı çalan kapının ve telefonun felaket habercisi olduğunu bilerek yetişmişiz. Korkuyla açılan telefondan deprem haberini alıyoruz. Sonrası acı, sonrası öfke. Uzmanların lokasyon vererek önlem alınması için yalvardığı noktada gerçekleşiyor felaket.


“Hastanenin avlusunda dulavrat otlarının, ısırganların ve yaban kenevirlerinin meydana getirdiği koca bir ormanla çevrili küçük bir pavyon vardır. Bu pavyonun çatısı paslanmış, bacası yarı yarıya yıkılmış, antresinin çürümüş basamaklarında otlar fışkırmış ve sıvalarından ancak izler kalmıştır. Pavyonun ön yüzü hastaneye; arka yüzü ise üzerine çiviler çakılmış gri renkli tahta perdeyle hastaneden ayrılan tarlaya bakar.


“Biliyor musun ne oldu? Görmeye başladım. 600 yıldır resim yapacağız diye göz nuru döküyoruz. Her şey bir optik sorunu. Sınırlarımızın farkında mıyız? Çizgi, renk, model, perspektif, gölge ya da geometri. İzlenim, form. Hepsi de gözle ilgili, sanki başka organlarımız yokmuş gibi.”

 


“Biliyor musun ne oldu? Görmeye başladım. 600 yıldır resim yapacağız diye göz nuru döküyoruz. Her şey bir optik sorunu. Sınırlarımızın farkında mıyız? Çizgi, renk, model, perspektif, gölge ya da geometri. İzlenim, form. Hepsi de gözle ilgili, sanki başka organlarımız yokmuş gibi.”

 


Yerde soğumaya yüz tutmuş minicik bir beden. Hiçbir şeyden habersiz yatıyor son uykusunda. Toprak umarsız serilmiş altında. Gökyüzü boş boş parıldıyor. Yerde yatan küçücük beden, toprak ve gökyüzü, kısacası sınır kentlerinde alışılagelmiş göçmen ölümleri. O anda bu duruma alışmamış olan tek kişi dikiliyor soğumakta olan bedenin başında. Belki yaşadığı şok acısını bastırıyor. Belki tek düşündüğü bir mezar yeri. Belki de duyduğu suçluluk hissi. Oysa onun bir suçu yoktu.


Yerde soğumaya yüz tutmuş minicik bir beden. Hiçbir şeyden habersiz yatıyor son uykusunda. Toprak umarsız serilmiş altında. Gökyüzü boş boş parıldıyor. Yerde yatan küçücük beden, toprak ve gökyüzü, kısacası sınır kentlerinde alışılagelmiş göçmen ölümleri. O anda bu duruma alışmamış olan tek kişi dikiliyor soğumakta olan bedenin başında. Belki yaşadığı şok acısını bastırıyor. Belki tek düşündüğü bir mezar yeri. Belki de duyduğu suçluluk hissi. Oysa onun bir suçu yoktu.


Hani gökyüzünün bir başka olduğu günler vardır. Vardı yani. Bulutların içlerini dökmesine yakın güzel bir gökyüzü ve sarhoş edici toprak kokusu. Tam aşık olunacak hava yani. Şarap kadehlerinizi ve yazıdan romantik cümleler aşırmak için not defterinizi yanınıza almanıza gerek yok. İsterdim bir aşk hikayesinin başlangıcını yazmak ama senin hikayeni yazacağım. Ya da benim. Anlatılan hepimizin hikayesi çünkü. Artık yazılarımda anlattığım konular kadar tekrar eder oldu benzer konular üzerine yazmaktan yakınmam. Ne yaparsın? Hayaller Çehov, gerçekler ada vapuru.… Devamını Oku...


Hiç kendinizi olmasa da olur gibi hissettiniz mi? Varlığı renk, yokluğu hayati değil. Para kazanmak amaçlı kurulmuş bir orkestradaki renk sazı. Flüt, klarnet, keman gibi. Yani hele bir temel sazlar (davul, bas, klavye) olsun da diğerlerini düşünürüz türünden. Oysa iyi bir müzisyenin en iyi bildiği şey, renk sazlarının da temel saz olduğu.

 


Yerde soğumaya yüz tutmuş minicik bir beden. Hiçbir şeyden habersiz yatıyor son uykusunda. Toprak umarsız serilmiş altında. Gökyüzü boş boş parıldıyor. Yerde yatan küçücük beden, toprak ve gökyüzü, kısacası sınır kentlerinde alışılagelmiş göçmen ölümleri. O anda bu duruma alışmamış olan tek kişi dikiliyor soğumakta olan bedenin başında. Belki yaşadığı şok acısını bastırıyor. Belki tek düşündüğü bir mezar yeri. Belki de duyduğu suçluluk hissi. Oysa onun bir suçu yoktu.


Yerde soğumaya yüz tutmuş minicik bir beden. Hiçbir şeyden habersiz yatıyor son uykusunda. Toprak umarsız serilmiş altında. Gökyüzü boş boş parıldıyor. Yerde yatan küçücük beden, toprak ve gökyüzü, kısacası sınır kentlerinde alışılagelmiş göçmen ölümleri. O anda bu duruma alışmamış olan tek kişi dikiliyor soğumakta olan bedenin başında. Belki yaşadığı şok acısını bastırıyor. Belki tek düşündüğü bir mezar yeri. Belki de duyduğu suçluluk hissi. Oysa onun bir suçu yoktu.


Sen kalemin kafası nasıl karışır bilir misin azizim? Gel sana anlatayım. Kalemin kafası karışır. Hem de öyle bir karışır ki konu konuya dolanır, cümle cümleye ulanır. Düğüm olur da çözülmez. Peki niye karışır kalemin kafası? Zihinden ve yürekten aynı anda binlerce duygu ve düşünce kendini dışa vurunca karışır. Yürek dizginlenemeyince, bilinç taşınca. 100. sayımız için klavye başına geçtiğimde benim de kalemim karıştı.


Burak: Merhaba sizleri kısaca tanıyabilir miyiz?

Linda: Ben Linda Nihan Lafçı, endüstri ürünleri tasarımcısı ve çocuk kitapları resimleyen bir illüstratörüm. Ankara’da doğdum, büyüdüm ancak dokuz sene kadar İstanbul’da yaşadım. Sonrasında Ankara’ya geri döndüm. Veysel ve Piaf on dört yıldır benimle sonra diğerleri geldi.


Gelecek geçmişin ayak izinden gelişir, hayallerine uzananlar onu nitelikli kılar. Nisan yazım kafamda şekillenmiş gibiydi. Bir anda zihnim karıştı. “Bizi yazmalıyım” dedim. Engelsiz Erişim’i. Bendeki Engelsiz Erişim’i. Yazayım da yıllar sonra birilerinin önüne düşsün. Heyecanımızın kıvılcımı yüreğine düşsün ki çağının ilerisine göz diksin.