Bu ay, “Bunu mutlaka yazmalıyım” Dediğim deneyimlerimi aktarma motivasyonuyla başına oturduğum yazımı, pek yakında gündeme gelen ve evvela hak temelli çalışan, insana insan olduğu için değer veren kişi ve kurumların, sonrasında kamuoyunun tepkisini çeken bir olay etrafında şekillendirmeye karar verdim. Bu hızlı gelişen bir kurgulama olacağından eksik bırakacağım noktaların varlığını şimdiden kabul ederek anlayışınıza sığınıyorum.
Geçtiğimiz günlerde otizmli çocukların eğitim hakkından yararlandıkları bir okulun kendi çocuklarından başkasının bu haktan yararlanmasına katlanamayan velileri bir gösteri düzenlediler. Bu olay sonrası tartışmalar genelde “insan vicdanı” üzerinden sürdürüldü. Bilirsiniz bizim toplumda evvela “vicdan”, “ahlak”, “insanlık” gibi kavramlar mevzu bahis olur. Biri hunharca öldürüldüyse, birileri aç kaldıysa, birilerine zarar verildiyse, birileri bir şeylerden mahrum kaldıysa odak noktası hep bu üç şey olur. Bunlar tamamen bireye ve bireyin deneyimine işaret eden sözcüklerdir. Yani “ahlak” da, “insanlık” da, “vicdan” da sizindir, sizin değer yargılarınız üzerinden işler. Hal böyle olunca, yargısı da çerçevesi de sizden başkasını genelde bağlamaz. Her ne kadar bu olayda absürt kaçacak olsa da, daha “kaldırılabilir” bir vakada çıkıp, “Bu ahlaka sığmaz” deseniz; cevap olarak, “Hangi ahlaka? Bizim için gayet kabul edilebilir bir durum bu” cümlelerini duymanız olasıdır. Hatta belki, kendini “engelli dostu” sayan bir birey de “Bu çocuklar sadece kendileri gibi olanların bulunduğu, kapalı bir kurumda eğitim görse daha iyi olur.” deyiverir bir an boş bulunup. Zira, bu üç kelimenin kuşattığı çerçevede pek genel geçer, bağlayıcı kapsamlara yer yoktur. Anca sizin gibi düşünen, sizin gibi yaşayan, sizinle aynı çıkarı dert edinmiş olanların yaşam alanında, baskın olduğu yerde bu kavramların işaret ettiği yargılar hüküm sürebilir.
Farklı kimliklere, özelliklere sahip olan çocukların eğitim hayatına herkesle eşit şartlarda katılamıyor oluşu, yeni dikkatimizi çeken bir durum değil. Ayrı kurumlara gitmeleri, çoğunluğu oluşturan çocuklarla aynı ortamlarda bulunmamaları, hatta mümkünse umumi alanlara çıkarılmamaları hep istene gelmiştir. Kapalı bir kurumda diledikleri kadar yaşamalarına, eğitim almalarına, sosyalleşmelerine hoşgörüyle bakılacak bu farklı çocukların topluma bir nevi salınmaları büyük tehlike arz etmektedir. Kim mi böyle düşünenler? Karşı komşu, her gün selamlaştığınız esnaf, işe giderken yanına oturduğunuz bir yolcu, minibüsüne bindiğiniz şoför, hatta okul müdürü, öğretmen… Fakat bu insanlar bir farkındalık etkinliğinde duygulanan, farklı kimliklerin resmedildiği film ve dizileri göz yaşları içinde izleyen, “Sen, benim kardeşimsin” diyenlerle aynı kişiler. Bu duruma hala şaşıranınız var mı bilmiyorum ama ayrımcılık üstüne kafa yormuş, ülkede ve dünyada olup bitenleri izliyor olanlar için alışılmadık olgular değil.
Hayata bakışımızı daha bütüncül ve adil kılacak bir pencere olarak “hak temelli” bir duruşa sahip olmak muhakeme sürecimizi doğrudan tutarlı bir çizgiye oturtur. Bunu hangi kimliğe sahip olursa olsun “birey”i hak sahibi olarak odağa alır. Bu birey her kim olursa olsun eğitim, sağlık, ulaşım, bağımsız yaşam vb. alanlara herkesle eşit bir biçimde ulaşma hakkıyla var olur. Olaylara bu bağlamda yaklaşmaya başladığımızda yargılarımızın kime veya neye göre değiştiği tartışma konusu çoğunlukla olmaz. Onun yerine öznelerin farklı kimlikleri taşıyor oluşları yalnızca ne gibi farklı ihtiyaç ve beklentilere sahip olacakları üzerine zaman zaman kafa yorduğumuz meseleler olur. Hak perspektifinden değerlendireceğimiz bir yuhalama eylemi haberi gelince de bunun açık bir ayrımcılık olduğunu, eğitimin herkesin hakkı olduğunu düşünürüz. Tabii vicdan, ahlak, insanlık gibi büyük laflar yine dağarcığımızda bulunur, gerektiğinde onları da kullanırız, fakat olayın vahametini ortaya koyarken söylemimizi “haklar” üzerinden inşa ederiz. Vicdanlı olan da olmayan da, ahlaklı kabul edilen de edilmeyen de, insani değerlere haiz olan da insanlıktan çıkan da aynı haklara ve haklar temin edilmediğinde, ihlal edildiğinde aynı yaptırımlara tabidirler. Onlar için bir “sana göre, bana göre” perdesi yoktur. Ulusal ve taraf olunduğu sürece uluslararası bağlayıcılığı olan metinlerde belirtilmiş haklar herkes için işlemek zorundadır. Kaçışı yok, gözyaşı yok, sevgi gösterisi yok, vitrin vicdancılığı yok…
Çocuklarının kim olursa olsun eğitim alabilmesi için her mücadeleyi veren aileler, sadece arkadaşları gibi okula erişmek isteyen çocuklar, Öğrencilerini ayırt etmek istemeyen öğretmenler, ayrımcı velilerin kaprislerinden bunalan kimi okul idarecileri, eğitime eşit erişim hakkı için savunuculuk yürüten bireyler ve sivil toplum kuruluşları açısından hangi bakışın daha adil ve güven verici olacağının takdirini size bırakıyorum. Yazdığım satırlarda hangi duruşta olduğum açık olmakla beraber kimin nasıl bakmayı tercih edeceğini öngörmek veya belirlemek benim elimde değil. Bu çerçeveyi ister toplum belirliyor olsun, ister kendi irademizle belirliyor olalım, iş olup bittiğinde, bir eylem ortaya konduğunda sonucu başkalarını bağladığı noktada durup bir değerlendirme yapma ihtiyacı doğuyor. Bu yüzdendir ki günlerdir birçok insan yaşanan olayla ilgili kendince fikir beyan ediyor. Ne var ki hayat devam ediyor, bugün belli fikirleri savunduklarını yazıp söyleyenler, yarın benzer bir olayın içinde kendilerini bulduklarında bir şey yapmayı seçecekler. Bu seçilen davranış, bugün beyan edilen söylemle tutarlı mı olacak, yoksa tam tersi bir hal mi gözlenecek bilmiyoruz. Teknolojinin bir nimet olarak bazılarının tutumunu bize kadar ulaştıracağı muhakkak. Bu nedenle o zaman bugünün vicdan diyenleriyle hak diyenlerinin nasıl tutumlar sergiliyor olduklarını takip etmenizi rica ediyorum. Bu benim EEEH Dergi vasıtasıyla, bir aktivist olarak buradan okuyucularımıza ricam olsun. Geleceğin kimseyi utandırmayacağı günler dileğimle.