Okuyanlar muhtemelen hatırlayacaktır, EEEH Dergi’nin mayıs sayısında, görme duyusunun diğer duyuları ezme konusundaki ustalığı üzerine bazı bilimsel çalışmaları da özetlediğim bir yazı kaleme almıştım. Bu ayki yazımda yine duyular arası bir yarışla karşınızdayım. Görmek baskın dedik, peki ya görmenin işlevlerinden birini tam olarak yerine getiremediği çok özel bir alanda, başka bir duyu görmenin yerine geçebilir mi?
Şimdi bu eğlenceli konuya geçmeden önce, özellikle görme engellilerin çok sık karşılaştığı ve artık gına getiren, halk arasında görmüyorsan kulağın iyi duyuyordur, burnun iyi koku alıyordur, parmakların daha iyi hissediyordur şeklinde çözüme kavuşturulan meseleyi beyindeki telafi mekanizmaları üzerinden ele alalım. Beyin korteksimizde oksipital lob dediğimiz ve görme merkezi olarak nitelendirilen bir bölge mevcut. Görmeyen bir kimse bu bölgeyi görme merkezi olarak kullanmadığına göre, koca lob beyinde gereksiz yer işgal ediyor olabilir mi sizce? Böyle sinsi sinsi sorduğuma göre, cevabın hayır olduğunu tahmin etmişsinizdir. Gelin görme merkezi olarak kullanılmayan oksipital lob görmeyenlerde neler için kullanılabiliyor şöyle kısaca bir bakalım.
Bu lob diğer duyular üzerinden bir telafi mekanizması sağlıyor görmeyenlere. Şöyle ki, görmeyen birisi işitsel bir şeyle haşır neşir olduğunda, işitme merkezi olan temporal lobun yanı sıra görme merkezi işlevini yerine getirmeyen oksipital lob da çalışıyor. Sonra mesela, Braille bir metin okurken de oksipital lob aktive oluyor. Hatta gören insanlara Braille Alfabe öğretip gözleri kapalı bir şekilde Braille yazılmış bir şeyler okutulduğunda, gören insanların da oksipital loblarında aktivasyon görülüyor. Çoğunuzun aşina olduğu bir örnekle bu konuyu çok daha basitleştireceğim. Doğuştan kör ressam Eşref Armağan’I çoğunuz tanıyorsunuzdur. Doğuştan görsel hiçbir bilgiye kendi tecrübeleri üzerinden sahip olmayan birisi nasıl resim yapabilir, konusu yurtiçinde de yurtdışında da pek çok mecrada tartışılmıştı. Harvard Üniversitesi’nden profesörler, Armağan’ın beyin fonksiyonlarını resim yaparken incelemiş ve resim yapma esnasında, Armağan’ın oksipital lobunun aktive olduğunu görmüşlerdi. Yani bu şu demek, görmek üzerine herhangi bir tecrübesi olmayan bir kişi de, gören insanların görmeye bağımlı olarak tanımladığı ve yaptığı aktiviteleri, görmek dışındaki diğer duyularını birleştirerek yapıyor ve bu durum, gören insanların beyinlerinde de görmeyen insanların beyinlerinde de benzer görüntüler ortaya çıkarabiliyor.
Yani bu telafi mekanizmalarını kısaca şöyle özetleyebiliriz; görmeyenlerde görme merkezi, diğer duyular için kullanılarak bir telafi mekanizması işlevi görüyor ve görmeyenlerin görme dışındaki duyularının beyinde daha geniş bir Alana yayılarak duyular arasında gören insanlarınkinden daha güçlü bir entegrasyon sağlanmış oluyor.
Şimdi eğlenceli kısma dönelim. Bir adam düşünün, görme düzeyinde herhangi bir problem olmadığı halde hiçbir renk algısı olmayan ve dünyayı sadece gri tonlarında görebilen. Sonra da bu adamın, Renkler Herkes İçindir isminde bir kampanyayla, engellilerin renkleri basit bir sistemle kendilerine sesli bir şekilde bildiren bir yazılıma sahip olabilmek için bile engeli olmayan insanların bir videoya tıklamasına ihtiyaç duyduğunun sanılmadığı, yani engelli olanla engelli olmayan arasında alan el veren el hiyerarşisinin beslenmediği bir toplumda yaşadığını düşünün. Sonra da bu adamın, hayattan rengi alın geri neyi kalır ki cümlesini kafasına fena taktığını düşünün. İsterseniz son ikisini bu adamdan bağımsız olarak düşünün.
Ben bu yazımda size Neil Harbisson’dan bahsedeceğim. Harbisson doğuştan renk körü, dünyayı sadece gri tonlarında algılayabiliyor. Fakat henüz Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştayken tüm renk frekanslarını ses frekanslarına çevirebilen bir cihaz geliştiriyor, yıllar geçtikçe bu cihaz Harbisson’ın alnından oksipital kemiğine kadar taşınabiliyor.
Bu cihazın ne muazzam bir şey olduğunu anlatabilmek için kendisinden daha ayrıntılı bahsedeyim. Bu cihaz için her renk frekansına karşılık gelen bir ses frekansı var. Harbisson, “İnsanlar nasıl her renk için bir kelimeyi akıllarında tutuyorsa ben de her renk için farklı bir sesi aklımda tutuyorum.” Diyor. Cihaz tek bir renk algıladığında belli bir ses çıkarırken, eğer birçok rengi aynı anda algılıyorsa bu ses frekansları üst üste geliyor. Aynı anda üç piyano tuşuna birden bastığınızı düşünün. Bazı üçlü nota kombinasyonları kulağınıza uyumlu gelirken bir kısmı gelmeyecektir. Harbisson için de bu böyle. Bazı renklerin birlikte duyulması kulağına hoş gelirken bazıları gelmiyor. Bu durum Harbisson’ın güzellik algısından giyim kuşamına, sanatsal estetik anlayışına kadar pek çok konuda büyük bir etki gücüne sahip.
Örneğin; kıyafet seçerken renklerin görsel olarak uyup uymadığına değil kulağa hoş gelip gelmediğine dikkat ettiğini söylüyor. Bir konuşmasına sarı pantolon üzerine mavi gömlek ve pembe ceket giyerek çıktığını söylersem sanırım bu konuyu yeterince açıklayabilmiş olurum.
Harbisson, insanların güzel ve yakışıklı olup olmadığını anlamak için de bu cihazdan biraz yardım alıyor. İnsanların yüz hatlarından görünüşleri hakkında bir fikir sahibi olsa da; iş kaş göz renginden saç rengine, dudakların tonuna geldiğinde bu cihaz kendisinin yardımına koşuyor. İnsanların yüzlerine yaklaştığında yine bazı ses frekansları aynı anda duyuluyor ve aynı anda duyulan bu seslerin armonik olması veya olmaması, karşısındaki kişinin güzelliği/yakışıklılığı hakkında kendisine ipucu vermiş oluyor. Bu durumda, çok güzel olduğu konusunda çoğunluğun hem fikir olduğu Adriana Lima Harbisson için suratına bakılmayacak biri olabilecekken; Melih Gökçek de kâinat yakışıklısı olabilir.
Harbisson’la alakalı bir diğer ilginç şeyse, resim sanatıyla sesler üzerinden ilgilenmesi. Harbisson için her bir sanat resmi aynı zamanda bir ses şöleni. Picasso kendisi için renklerden, şekillerden ibaret değil; onun için bir Picasso resminin işitsel olarak da bir karşılığı var. İşte tam bu noktada, Harbisson’un hayatını muazzam bir alternatif hayat olarak düşünüyorum ve yüzde beşlik görme oranıma bir de Harbisson’ınki gibi bir renk körlüğü ve bir de cihaz eklemek istiyorum.
Harbisson, renk körü olmayanlar için de şöyle ilginç bir şey yapıyor; bu kez renkleri sese değil sesleri renklere çeviriyor. Örneğin Mozart’ın Queen of the Night adlı aryasını tersten giderek renklere çeviriyor. Bu aryayı dinleyenler bilir, inişleri çıkışları bol, çok zengin melodiye sahip bir parçadır:
http://www.youtube.com/watch?v=dpVV9jShEzU
Tabii görsel karşılığı da en az işitseli kadar renkli oluyor. Queen of the Night dışında bir de Justin Bieber’dan Baby adlı parçayı renklere çeviriyor;
http://www.youtube.com/watch?v=kffacxfA7G4
Tahmin edebileceğiniz üzere, pembe ve tonlarından müteşekkil sesten renge bir transfer ortaya çıkıyor bu parça için.
Neil Harbisson anlat anlat bitmeyecek birisi. İleriki yazılarımda da kendisine bol bol değineceğimi tahmin ediyorum. Harbisson’la alakalı son bir anekdotla yazımı bitireyim. Harbisson on sekiz yaşındayken, yaşadığı yerdeki üç ağacın kesileceği haberi üzerine ağaçlardan birine tırmanıp birkaç gün o ağacın tepesinde yaşıyor. Binlerce kişi kendisine bu protestosunda destek veriyor. Sonuç olarak ağaçların kesilmeyeceği açıklanıyor ve gerçekten kesilmiyorlar da. Şimdi insan böyle şeyleri okuyunca imrenmeden edemiyor. Dünyanın bir yerlerinde ağaçların kesilmesini protesto eden insanlar kıllarına zarar gelmeden ağaçların kesilmesini engelleyebiliyor. Dünyanın adına Muz Cumhuriyeti denilen başka yerlerinde ise ağaçların kesilmesini protesto eden insanlara biber gazıyla saldırılıyor, gözleri çıkarılıyor, sakat bırakılıyor; gençler, çocuklar dövülerek, kafalarına gaz kapsülleri isabet edilerek öldürülüyor. Yazımın bütününde bahsettiğim üzere, herhangi bir duyunun eksikliğinde diğer duyular üzerinden bir telafi mekanizması yürüyebiliyor; ancak insan hayatına verilen önem noktasındaki eksiklik için herhangi bir telafi mekanizması bulabilmek mümkün değil.
Kaynakça
http://www.ted.com/talks/neil_harbisson_i_listen_to_color?language=tr