Merhaba kıymetli okuyucularım! Bildiğiniz gibi geçen ayki yazıda bağımsız harekete ilk başladığım günlerde başkalarına karşı verdiğim mücadeleyi anlatmaya çalışmış; ancak dergide bana ayrılan yerin kısıtlı olması sebebiyle mücadelenin kendi korkularımla, kaygılarımla, ön yargılarımla, umutsuzluklarımla olan safhasını anlatmayı bu ayki yazıya ertelemiştim. Şimdi dilim döndüğünce hem bu hikayenin devamını sizinle paylaşmaya, hem de tüm bu olup bitenlerin kısa bir tahlilini yapmaya çalışacağım. Yazılarımı okumak için kıymetli vakitlerini ayıran siz kıymetli okuyucularıma hürmetlerimle.
Evet. Üniversiteyi kazandığım Ankara’ya gelip yerleştikten sonra bağımsız hareket mevzuunda çevremde bana engel olacak kendimden başka hiç kimse kalmamıştı. Bu yüzden yalnızca kendimle mücadele etmek mecburiyetindeydim. Ve kendi korkularımla, kaygılarımla, ön yargılarımla mücadele etmek dışarıdan gelen baskılara karşı direnmekten daha zordu. Ve asıl mücadelenin kendime karşı vermem gereken mücadele olduğunun da farkındaydım. İşte bu mücadele bir İstanbul seyahatine çıkmaya karar verdiğim zaman kendini gösterdi. Gerçi İstanbul seyahatine çıkmadan önce bir kere Erzurum’a gidip gelmiştim. Ancak İstanbul ile Erzurum arasında dağlar kadar fark vardı. İstanbul Erzurum’a göre hem çok büyük, hem çok kalabalıktı. Fakat her ne olursa olsun İstanbul’a gidip orada yaşayan tarihçi yazar Kadir Mısıroğlu’nun cumartesi konferanslarına gitmek istiyordum. Bunu şimdi yapamazsam bir daha asla yapamayacağım kanaatindeydim. Nihayet bir mayıs akşamı yola çıkmaya karar verdim. Biletimi 2 gün evvelden almış; kırılan bastonumu yenisiyle değiştirmiştim. Artık yola çıkmak için her şey hazırdı. İstanbul’a gitmeye kararlı olsam da içimde bu seyahate çıkmamı istemeyen bir ses kalbime sürekli tedirginlik verip duruyordu. Kaldığım yurttan bazı arkadaşlar bana moral vermek için metro girişine kadar geldiler. Trenlerin yanaşacağı peronlara inen merdivenlerin başında köyümden ayrılırken hissettiğim ayrılık duygusuna benzer bir şeyler hissettim içimde. Yine de merdivenleri hızla adımlayarak beni AŞTİ’ye götürecek trenin yanaşacağı peronda yerimi aldım. Çok geçmeden ilk tren geldi. Ve ben geri geri giden ayaklarıma inat trene atlayıp AŞTİ’ye gittim. Otogar her zaman olduğu gibi ana baba günüydü. Orada bulunan bir yolcunun yardımıyla kalkmak üzere bulunan otobüse yetiştim. Otobüs ağır ağır Ankara’dan uzaklaşırken benimde sonunun nereye varacağını kestiremediğim serüvenim başlamış oluyordu. Seyahat genel manada iyi geçmişti. Yolda Beren Saat’in başrolde oynadığı, Black filminden Türkçeye uyarlanan, Benim Dünyam filmini seyrettim. Bunu kendimi cesaretlendirmek için mi yaptım bilmiyorum. Sabaha karşı oturduğum koltukta kestirdiğim bir sırada otobüsün muavininin Tuzla’ya ulaştığımızı anons ettiğini işittim. O an içimde idam mahkumlarının asılacakları yere yaklaştıklarında hissettiklerine benzer bir iç sıkıntısı hissettim. Şu ana kadar etrafımda yardım istediğim zaman bana yardım edecek insanlar vardı. Oysa az sonra otobüs Harem Otogarı’na yanaşıp yolcularını indirecekti. Bu durumda ben tamamen kendimle baş başa kalıyordum. Üstelik yola refakatçisiz çıkma tercihinde bulunarak bunu ben kendim istemiştim. Nihayet Harem Otogarı’nda otobüsten indim. Sabahın bu erken saatlerinde otogarda in cin top oynuyordu. Civardaki bir kafeteryaya oturup güneşin iyice yükselmesini beklemeyi düşündüm. Orada bulunan birilerinin yardımıyla otogar yerleşkesi içindeki bir kafeteryaya oturup siparişlerimi verdim. Siparişlerim gelene kadar gazetelere şöyle bir göz gezdirmek için telefonumu açtım. Milliyet gazetesindeki bir haber bir hayli dikkatimi çekti. Haberde İstanbul semt semt analiz ediliyor; hangi semtte hangi mezhepten, hangi etnik kökenden, hangi şehirden insanların yaşadığı ayrıntılı bir şekilde okuyucuya aktarılmaya çalışılıyordu. Haberi okurken bir an kendimi düşündüm. Elinde beyaz bastonuyla Ankara’dan kalkıp gelmiş birisi olarak ben hangi kategoride yer alıyordum? Acaba İstanbul’da bir gazete haberine mevzu olacak kadar Beyaz bastonlu insanın yaşadığı bir semt var mıydı? Varsa bile gazetecilerce ne kadar araştırmaya değer görülürdü? Ben bunları düşünürken güneş yükselmiş; hava tamamen aydınlanmıştı. Kahvaltımı yapıp hesabı ödedikten sonra ortalığı kolaçan etmek maksadıyla kafeteryadan dışarıya çıktım. Kafeteryanın ön cephesini arkama alıp ileri doğru yürüdükçe dalga seslerinin yakınlaştığını fark ettim. Üstelik yosun kokusu da hissedilir derecede artmıştı. Tüm bu işaretlerden denize doğru gittiğimi anladım. O an aklıma vapurla Sirkeci’ye geçip Eminönü’nde balık ekmek yedikten sonra Marmaray’la tekrar Anadolu yakasına dönmek fikri geldi. Hem böylece ne zamandır methini duyduğum Marmaray’a da binmiş olacaktım. Orada bulunan insanlardan tam da iskelenin önüne gelmiş bulunduğumu öğrendim. Harem Sirkeci vapuru iskeleye yanaştığında kendisi de vapurla Avrupa yakasına geçecek olan bir adam koluma girip vapura binmeme yardım etti. Yaklaşık yirmi dakikalık bir boğaz gezintisinden sonra Sirkeci’ye ulaştım. Anadolu yakasında da Avrupa yakasında da hiçbir yeri bilmiyordum. Bu yüzden neredeyse her adımımda birilerinden yardım istemek zorunda kalıyordum. Bereket versin bunda pek güçlük çekmedim. Sirkeci’den Eminönü’ne geçip sahile yanaşmış bulunan teknelerden birinden satın aldığım balık ekmeğimi yedikten sonra gençten bir adamın koluna girdim. Beraber yeni kapı Marmaray durağına doğru yürümeye başladık. Genç adam yolda bana, "Zor olmuyor mu? Neden yalnız geldin?” gibi sorular sordu. Adama doğru düzgün bir cevap veremeden Marmaray durağına geldik. İlk defa deniz altında yolculuk yapacak olmama rağmen nedense hiçbir heyecan duymuyordum. Ama Marmaray gibi muazzam yatırımlarla boğazın iki yakasını 2 dakikadan az bir sürede geçmek muhteşem bir şeydi. Üsküdar’a geçtikten sonra iş Kadir Mısıroğlu’nun yerini bulmaya kalıyordu. Adresi evvelden telefonuma not etmiştim. Marmaray’daki güvenlik görevlilerinin yardımıyla Doğancılar otobüsüne bindim. Doğancılar’da otobüsten indikten sonra oradan geçen birilerinin yardımıyla Kadir Mısıroğlu’nun konferans vereceği yeri buldum. Otobüs şoföründen sokaktaki vatandaşa kadar sorduğum hemen herkesin o yeri bilmesi bu muhitte oranın herkesçe bilinen bir yer olduğunu gösteriyordu. Konferansı dinleyip Kadir Mısıroğlu’na kitap imzalattıktan sonra dönüş için hazırlanmaya başladım. Ancak şehri bilmeme sorunu burada da karşıma çıktı. Bereket versin Kadir Mısıroğlu’nun bana yardımcı olması için tayin ettiği gençler sayesinde otogara ulaşabildim. Ben sabah Ankara’da olabilmek için gece 12 otobüsüne bilet almak isterken, beklemediğim bir şey oldu. Kadir Mısıroğlu’nun tayin ettiği gençler yanıma gelip otobüse binmem gerektiğini söylediler. Ama ben henüz bilet almamıştım. Gençlerden biri kendilerinin benim adıma bilet aldıklarını söyledi. Adamlar beni dilenci yerine koymakla kalmamış; bilet aldıkları otobüsün saati erken olduğu için de ayrıca beni müşkül bir vaziyete sokmuşlardı. Şöyle ki benim bilet alacağım gece otobüsü sabah güneş doğduktan sonra Ankara’ya varıyordu. Oysa şimdi binmem gerektiği söylenen otobüs gece 1 sıralarında Ankara’da oluyordu. Bu da benim gecenin o saatinde hiçbir vasıta bulamayıp sabaha kadar terminalde beklemem manasına geliyordu. Tüm bunlara neden tepki göstermedim? Bilmiyorum. O gençlerin bana yardım olsun diye bunu yaptıkları şüphesizdi. Ancak böyle bir yardımı isteyip istemediğimi bana sormadıkları için böyle nahoş bir vaziyet ortaya çıkmıştı. Neyse ki her nasılsa benim gece gelme ihtimalimi önceden hesaplayan yurttan arkadaşlar sayesinde yurda dönebildim. Böylece başkalarına karşı verdiğim mücadelenin yanında kendime karşı verdiğim mücadeleyi de kazanmış oluyordum.
İki sayıdır anlattığım tüm bu mücadele bana çok mühim bir şey öğretti. Biz kendimiz için yol açmadan kimse bize herhangi bir yol açmıyor. Yol açmak şöyle dursun bazen yolumuzu kesmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Dünyanın en erişilebilir şehrinde yaşasak da elimize beyaz bastonumuzu alıp, tekerlekli sandalyemize oturup, işitme cihazımızı kulağımıza takıp dışarı çıkmadığımız sürece hiçbir yer erişilebilir olmayacak.