Hem geçtiğimiz ay “Engelliler Haftası” olması sebebiyle engelliliğin daha çok konuşuluyor olması ve dolayısıyla sağlamcı tutumların da daha çok dile gelmesiyle hak temelli sözü çoğaltmak hem de karantina süreci öncesinde davet edildiğim ancak süreç dolayısıyla iptal olan psikolojik danışma ve rehberlik alanıyla ilgili programda yapacağım sunum konumun daha çok içimde kalmaması arzusuyla bu yazıya başlıyorum. Mart ayının üçüncü haftasındaki etkinlik sunumumun içeriğini başka bir bağlamda ifade etme arzum sonunda erteleyiciliğimi yendi. Psikolojik dayanıklılık ve psikolojik iyilik hali kavramları psikoloji biliminden birer kavram olmalarının yanı sıra insan doğasını anlamaya dair, bildiğim en zihin açıcı kavramlar. Ben engellilik meselesini de bu kavramlarla anlamaya çalışıyorum ve şimdi de kavramsallığa boğulmadan anlatmaya çalışacağım.
Büyük romancı Yaşar Kemal; roman yazmak da röportaj da gerçeğin derinliğine inmektir diyor. Sokak çocuklarının gerçekliğini en derinliğiyle aktardığı röportaj kitabında, “İnanmadım hiçbir zaman çocukların, insanların çocuklara davrandıkları gibi çocuk olduklarına. Çocuklar insandır.” sözleriyle insanlığın bambaşka hallerinin insanlığa dahil olduğunu hatırlatıyor. Sokak çocuklarından didik didik topladıklarından bize verdiği ders: her insan kendisiyle, kendi yaşamıyla, çevresiyle, karşılaştığı zorlukları aşmasıyla, aşamayışıyla, yardımlaşmasıyla, dostluklarıyla, bir başınalığıyla, sevinçleri ve hüzünleriyle, çaresizlikleri, ümitleri ve yürüdüğü yoluyla insandır. Çocukluksa, yaşa atfedilen kültürel anlamların kalıplaştığı bir kategoriye dönüşüyor ve çocukların insan olduğunu hatırlamamız ihtiyacı doğuyor. Engellilik de insan hallerinden biri olarak benzer durumda. Hep deriz ya: Engelliler birer hak öznesidir, yardım nesnesi değil… Burada engelliliği ne anlamda kullandığımı da paylaşayım. Çünkü benzer ya da farklı anlamları ihtiva eder şekilde pek çok kullanım var aktivistler ve akademik yayınlar arasında. Engelliliği; tıbbi olarak fiziksel, bilişsel veya duygusal olarak ortalamadan farklılaşan sakat bireylerin, farklı ihtiyaçlarına dönük olmayan çevresel koşullar ve sakatlıkla beraber oluşan kimlik olarak tanımlıyor ve kullanıyorum.
İnsan halleri sonsuzdur. Yaş, cinsiyet, din, ırk, engellilik bunlardan bazılarıdır ve her biri insanların hayatında kaotik bir şekilde kesişen diğer tüm yaşantıların belli paydalarda toplanmasından elde edilir. İnsan kendisini ve çevreyi anlamak için, kendi kimliğini anlamlandırıp kendisiyle ve çevresiyle ilişki kurabilmek için kategorilere ihtiyaç duyar. Bilimse nesnel olarak anlamlandırma sürecinde kategorilerden yararlanır. O halde belli paydalarda toplama işi zararlı bir şey değil. Zararlı olan: bunların birer kalıba dönüşmesi ve bizim başkalarını anlamak için insanın derinliğine erme çabasını bir kenara bırakıp kolaycılığa kaçmamız. Bunu yaparken de “öteki”ne yüklediğimiz benmerkezci anlamlardan yola çıkmamız. Yani “biz ve bize benzeyenler” dışındakilerle iyi ilişkiler kurmayarak yetiştirilmek, kendi dışındakilerden haberdar olmamak, kendini tanıyamamak, dolayısıyla kendini sevememek, başkalarını sevememek ve başkaları tarafından sevilememek… Varoluşunu anlamlandırmak için de sahte ve bencil üstünlükler uydurup inanmak, başkalarını ancak kendi üstünlüğünü tatmak için araç olarak görmek… Ben engelli kişilere yönelik üstten bakışın bu yetişme tarzından kaynaklandığını düşünüyorum. İşte bildiğimiz ayrımcı kalıplar da aynı kaynaktan besleniyor. Örneğin sağlamcılık, hiçbir rasyonel açıklaması olmayarak sağlam olmayı yüceltiyor, engellilik ve sağlamlığı karşılaştırarak sağlamlığı doğal bir üstünlük görmeyi betimliyor (Campbell, 2009). Yani sonsuz yaşam deneyimini sağlamlık ve engellilik diye iki başlıkta eritip yok ediyor. Örneğin engelli kişinin özgeçmişini, donanımını görmeyip bir işi kesinlikle yapamayacağını hadsiz bir eminlikle söylemek, engellilik ile mutsuz olmayı kolayca eşleştirivermek… Bu sağlamcı tutumlar “engellilik yetersizliktir ve engelliler mutsuzdur” gibi kalıp yargılardan beslenir, elbette kişiler bir davranışta bulunurken acaba hangi kalıba göre davransam diye düşünmezler. Zaten kalıp yargı da düşünmeden otomatik bir şekilde davranmaya yarayan kısa yollardır.
Psikolojik iyilik hali kavramıysa, kişileri kalıplardan çıkarıp anlamamıza ışık tutuyor. Buna göre bireyler; kendileri ve geçmişleri hakkında olumlu değerlendirmede bulunabiliyor, içtenlikli ilişkiler kurabiliyor, gerekli görüp kendini yenileyebiliyor, bir yaşam amacına sahip ve bu yönde eylemlerde bulunabiliyorsa psikolojik iyilik haline sahiptir deriz (Erdem ve Kabasakal, 2015). Tabii bunları bilimsel olarak insanın kendi özgünlüğünce anlamaya yönelik test ve test dışı teknikler var. İyilik halini destekleyen durumlardan biri olumlu benlik algısına sahip olmak ve biri de psikolojik dayanıklılıktır. Kişi kendisine yönelik olumlu bir tutuma, yani olumlu duygu ve düşüncelere sahipse olumlu benlik algısına sahiptir deriz (Gander ve Gardiner, 2001). Yani kişinin kendi kendisini değerli bulabilmesi; kendisiyle ilgili görüşünde başkalarını değil, kendisini referans alabilmesi. Başkalarını tamamen görmezden gelmek değil elbette. Belki denge kurabilmektir… Psikolojik dayanıklılık ise bireylerin karşılaştığı güçlükleri aşabilmesi, bunun için kendi güçlüklerle baş etme yollarını keşfedebilmesi, çevresinden yardım alabilmesi, gerektiğinde kendi ve çevresiyle ilgili tutumlarını değiştirebilmesidir (Masten, 2001). Psikolojik dayanıklılığı hacıyatmaz metaforu ile somutlaştırmak istiyorum. Hacı yatmaza vurulduğunda sarsılır ama düşmez, daha sert vurulduğunda daha çok sarsılır ve düşmez ama düşebilir de, bu durumda onun kalkmasına birileri yardım eder. Bazı sert sarsılmalarda, daha ufak salınımlarla dengesini bulmaya çalışır. Ek olarak insan için bazı sarsıcı deneyimler, hangileri olduğu değişkendir, güçlendiricidir. Psikolojik dayanıklılık birey kadar çevreye odaklanmasıyla da önemlidir. Çünkü az ya da çok sallanan, yıkılan ya da yıkılmayan hacı yatmaz ama darbe de, destek de dışarıdan geliyor ve bunların her biri etkileşerek var oluyor. Birey bir kültür içinde yetişerek, bir ailenin parçası olarak vardır ve dayanıklılığı tüm bunlardan etkilenir.
Tüm bunların engelliliği anlamak adına bana sunduğu perspektifse engelliliği de kapsayan bazı olasılıklarla şöyle: Engelli çocuklar, sağlamcı bir kültürün içine doğar; şok, üzüntü, çaresizlik içindeki ve sevgi dolu ailesiyle bağ kurup dünyayı tanımaya başlar. Korumacı ve sert duvarlarla karşılaşır, dünyayı bu duvarların içindeyken anlamak durumundadır. Bazen bu duvarlar alçalır, bazense duvarlar içinde bir açıklık vardır, bazen duvarları aşar, aşarken kaygılanır çünkü insan alışık olmadığı yaşantılardan dolayı kaygı duyar. Bu duvarlar pek çok sebepten örülü olabilir; engellilik, cinsiyet gibi… Aile onu duvar kenarından alıp en konforlu alanının ortasına götürmek ister, engelli çocuk/genç tekrar dener… Tüm bu süreçte ona, şu anki yaşına kadar biriktirdiği güçlüklerle baş etme becerileri eşlik eder, yenileri birikir, değişir… Bu duvarları aştıkça toplumun ördüğü yenileri vardır. Artık birey, pek çok duvarı aşmış, pek çok yara almış ve iyileşmiş biridir. Artık yeni engelleri aşmak için hayatın bahşettiği, değerlendirme fırsatı bulduğu baş etme becerileri edinmiştir. Her ne kadar engellilikten yola çıksak da, insanın, yaşamın derinliğini hiçbir zaman unutmamalıyız. Dolayısıyla güçlükler, engellilikle beraber daha pek çok deneyimi içerir. Her güçlük kişinin psikolojik dayanıklılığını inşa eden birer unsurdur. Buysa olumlu benlik algısıyla paraleldir. Örneğin engelli kişinin engellilikle ilgili kalıpları anlamlandırırken kendi kapasitesini, bu kalıplar çerçevesinden değil; yine kendinden yola çıkarak anlamlandırması belirleyici olur. Elbette bu süreçte benzer deneyimleri paylaştığı kişilerden destek almak, onları model edinmek, onlarla bir grubu paylaşmak, ait hissetmek, işbirliği yapmak ama bu gruba kısılı kalmamak, hayatın zenginlikleriyle teması kesmemek, gruplara dahil olarak ama gruplarla sınırlı kalmayarak, gruplar arasına keskin çizgiler çizmeyerek, hiyerarşi oluşturmayarak kendini anlamak, tanımlamak kıymetli. Azınlık veya dezavantajlı hale gelen kültürlerden olan kişiler, bu gibi pek çok süreç deneyimler ve bazen herhangi bir noktada takılıp ilerleyemez (Sue ve Sue 1990). Görme engelli birinin yaptığı bir sunumda, görenler kadar görsel kullanmaması hakikaten bir eksiklik midir, yoksa sunumu sadeleştiren ve özünden uzaklaştırmayan bir durum mudur? Dengeleyici bir yönden: sunumunu görsellerle destekleyebileceği halde, bu görsellerin sunumu güçlendireceğini bildiği halde kullanmamak da; kendi özgünlüğünü korumak mıdır, yoksa çevreyi tamamen göz ardı etmek mi? Peki “güzellik” denince akıllara hiç beyaz baston kullanan bir kadın gelmemesi, baston kullanıp kullanmayı etkilediğinde ne diyeceğiz? Bunun, yüzündeki yanıktan utanan ve bu yüzden, aslında çok da istemediği halde kocaman bir kâkülle yaşayan ergen kızın bulunduğu halden bir farkı var mıdır? Bunlardan hangisinin daha büyük bir dert olduğunu, herkes kendi deneyimince söyler. Birine göre elbette ilki daha vahimdir, diğeri dert değildir; bir başkasına göre mutlaka ikincisi daha zordur. Birileri beyaz baston kullanmaya ortaokulda başlamıştır, birileri otuzlu yaşlarda daha adım atmamıştır. Birilerinin anne babası ayrıdır ve onlar okulda başlayan başarısızlıklarını ömür boyu taşıyıp ebeveynlerinden birine küskün, ilişkilerinde güvensiz büyürken kimileri dayanıklı kalarak başarısını sürdürmüş, huzursuz bir anne baba ile birlikte yaşamanın yerine ebeveyniyle ayrı ayrı iyi ilişkilerini devam ettirmiştir. Birinde anne baba çatışmacıdır ve süreçte çocuklarının sağlıklı kalmasına ortam hazırlayamamışlardır, diğer örnekteyse tam tersi… Yani aynı durumlar, farklı yollara dönüşüyor. Bacaklarını kullanamayan birinin dışarı pencere arkasından izlemesinden; pencerenin diğer tarafına tekerlekli sandalyesi ile geçip hayata katılması, kaldırımları aşma motivasyonu kazanması arasındaki süreç de; tekerlekli sandalyesi ile düşe kalka giden kişiye “sandalyeye mahkum denmesinden, sandalyesiyle özgür” denmesine ve kişinin bunları anlamlandırma süreci de herkes için bambaşka deneyimler barındırıyor. İnsan yolda afete maruz kalabilir, hiç hesapta olmayan bir pandemi günlerinin içinden geçebilir, bir hastalık atlatabilir, sevdiklerinden ayrılabilir, sakat kalabilir, doğduğu ülke dışına taşınabilir, işten kovulabilir, aldatılabilir, evlenebilir ve hayatın içinden sonsuz daha başka haller… Bu yolların gidişini olayın kendisinden çok kişilerin kendileri ve çevreleri birlikte belirliyor. Özetle sakatlık, muhtelif insan hallerinden biri olup psikolojik iyilik halini, psikolojik dayanıklılığı, benlik algısını etkileyen bir şey değildir. Yani örneğin “sakatlar psikolojik olarak dayanıksızdır” diyemeyiz ancak bunun çevresel koşullar ve kültürle birleştiği engelliliğin olumsuz yönde etkilemesi söz konusu olabilir. Çünkü iyilik halinin, dayanıklılığın çevresel ve çevreden etkilenen bireysel boyutu vardır. Üzerine epey konuşulası, konuştukça genişleyen bu konuları şimdilik durduruyorum, katkıları da bekliyor olacağım ve hepimize farklılıkları tanıdıkça zenginleştiğimiz yeni deneyimler diliyorum…
KAYNAKÇA
Erdem, Ş. Ve Kabasakal, Z. (2015)Psikolojik iyi oluş ve yetişkin bağlanma boyutları. Eğitim ve öğretim araştırmaları dergisi, (14), 82-90.
Gander, M. J. And Gardiner, H. W. (2001).Çocuk ve Ergen Gelişimi (Çev. B. Onur). Ankara: İmge Kitabevi.
Masten, A. S. (2001). Ordinary magic: resilience processess in development. American Psychologist. 56, 227-238.
Sue, D. W. ve Sue, S. (1990). Counseling The Culturally Different. New York: Wiley.
Campbell, F. (2009). Contours of ableism: The production of disability and abledness. London and New York: : Palgrave Macmillan.