Toplam Okunma 0

Avuç avuç sağlamcılık toplayıp klozete atıyorum. “Gitsinler” diye ne zaman sifonu çeksem tuvalet tıkanıyor. Şimdi burada bunu tekrar deneyeceğim. Belki de elimi klozet deliğine sokup açmam gerekir.

 

Vorteks, yönetmen ve senarist Gaspar Noe’nin “yüreklerini yitirmeden önce akıllarını yitiren tüm insanlara” adadığı filminin adı. Vorteks sözcüğünün Türkçe karşılığı ise girdap.

 

Bu filmle ilgili nasıl bir akıntıya kapılacağımı bilmeden önce yalnızca sesli betimleme deneyimimi yazmayı planlamıştım. Sinema salonunda herkesle aynı anda bir filmi, üstelik hiçbir detayını kaçırmadan seyretmek… Sonrasında film hakkında rahat rahat konuşmak başlı başına güzel bir deneyimdi zaten. Filmin sesli betimlemesiyle birlikte Türkçe altyazısının da seslendirilecek olması, bir de bölünmüş ekran tekniğiyle iki ayrı akışın olacak olması bu deneyimi daha da merak uyandırıcı hale getiriyordu. Öncelikle “Hayal Ortağım” uygulamasından filmin sesli betimlemesini evden çıkmadan önce indirdim. Film başladığında benim de telefonumdan “Betimlemeyi başlat” demem yeterli oldu. Ekranımı kilitleyip izlemeye başladım. Hem görüntülerin betimlendiği hem altyazının seslendirildiği, aynı anda iki ayrı ekranın anlatıldığı bu akışta hiçbir sıkıntı yaşamadım. Hatta filmin içine öyle bir girmişim ki bir sesli betimleme takip ettiğimi unuttum bile. Bir fikrin gerçeğe dönüşmesi demek olan sesli betimleme organizasyonunda emeği olan herkese teşekkürü bir borç bilirim.

 

Gelelim asıl meselemize. Filmin konusu, tanıtım metninde yer alan şekliyle şöyle: Yaşlılık ve bunamadan mustarip sevgi dolu bir çiftin son günleri…

 

En başta yer verdiğim “yüreklerini yitirmeden akıllarını yitirenler” ile “yaşlılık ve bunamadan mustarip olma” ifadeleri sıkıntının nereden geleceğini belli etmiştir sanırım.

 

Sıkıntı deyince, yönetmen ve izleyicilerin sıkıntısıyla benim sıkıntım aynı değil.

 

Ben sinema sanatının inceliklerinden pek anlamam. Bununla birlikte, bir sanat eserini farklı yönleriyle yorumlayabilme hakkına ve bunu yapabilecek birikime sahip olduğumu düşünüyorum. Yine de yorumlarımın bu yazıda bahsedilen bağlam içerisinde değerlendirilmesini öneririm. Sinema sanatına her bakımdan benden daha hakim olan ve filmi birlikte izlediğimiz erkek arkadaşım, evden çıkmadan önce bana filmi daha önceden izlemiş olan birinin yorumunu okudu. Şöyle diyordu: “Ağır fiziksel şiddet sahneleri hiç olmamasına rağmen izlemekte en çok zorlandığım Gaspar Noe filmi oldu.”

 

Neydi insanları bu kadar etkileyen şey?

 

Baş kahramanlarımız, bunamakta olan bir kadın ve kalp hastası bir adam. Filmin başlarında kadın evden çıkıyor ve civardaki dükkanlarda dolaşıyor, reyonların arasında amaçsızca geziniyor. Evdeki adam önce cep telefonuyla kadını arıyor ancak kadın telefonu açmayınca telaşlanarak onu aramaya çıkıyor. Kadını çevredeki mağazalardan birinde buluyor ve birlikte eve dönüyorlar. Adam çok endişelendiğini söyleyerek kadına bağırıyor… Kadının evden çıkmaması gerektiğinden, etrafın kötü insanlarla ve tehlikelerle dolu olduğundan bahsediyor. Kadınsa çevrede gayet nazik insanlar olduğunu söylüyor.

 

Buradaki gerilim eminim ki kör arkadaşlara bir yerlerden tanıdık gelmiştir. Yeti farklılığı olanlar çoğu kez en yakınları tarafından koruma gerekçesiyle kısıtlanmaya çalışılırlar. Etkileri büyük olsa da bizler için sıradan ve bayağı bir çatışma konusudur bu. O yüzden bana pek dokunaklı gelmedi. Ayrıca izlediğimiz kadarıyla çevrede kadın için herhangi bir tehdit unsuru, tehlikeli bir durum veya kaba bir davranış da görmedik. Kadının dediği gibi karşılaştığı kişiler son derece nazikti. Bir süre bu tür gerilimleri izledikten sonra filme kısa bir ara verildi. Ben arada tuvalete gittim ve orada üniversite öğrencisi olduğunu düşündüğüm birkaç kızın film hakkında konuştuklarını duydum. Şöyle diyorlardı: “Ay ne tatlılar ya. Çok duygusal bir film. Çok etkilendim…” Hemen ardından da, “Hadi selfie çekelim” dediklerini de ekleyeyim ve bu detayın yorumunu da size bırakayım.

 

Filmin devamında; kadının ocağın gazını açık bırakması, adamı tanımaması gibi görece daha sert birkaç şey daha izledik. Kadının bir eliyle diğer elindeki parmaklarının ucunu sıkarak evin içinde tekinsizce gezindiği sahneler vardı. Birkaç kişiden bu sahnelerin etkileyici olduğunu duydum. Kötü bir şeyler mi olacak? Evi havaya mı uçuracak? Adama bir zarar mı verecek?..

 

Ve ben hala buralarda etkileyici bir şeyler göremiyorum. Dahası, ben burada dibine kadar sağlamcılık ve manipülasyon görüyorum. Zihinsel yeti farklılıkları ve akıl hastalıkları üzerinden gizemli ve dehşetli bir şeyler çıkarma eğilimimizi de çocukça buluyorum. Bunamakta olan birinin bazı şeyleri unutmasından ve dışarıdan anlamsızca görünen hareketler yapmasından daha doğal ne olabilir? Bu durumun ciddi tehlikelere yol açabileceği doğrudur. Bunun için tedbirler alınmalıdır. Belki o kişinin yalnız kalmaması, belki bir yardımcının profesyonel desteği, belki de yalnızca teknik önlemler…

 

Benzer sahneler pekala kör biri üzerinden de çekilebilirdi. Karanlık bir odada, masanın üzerinde iki elini gezdirerek telaşla ve beceriksizce bir şeyler arayan bir kör düşünün. Körler için “Ee ne var bunda?” denilecek bir sahne. Ama kör olmayanlar için gayet dehşetli görünebilir. Körlüğün doğası bazen bir şeylere çarpmak bazen de el yordamıyla bir şeyler aramaksa, bunamanın doğası da unutmak. Nasıl bazı görenler bize acımayla karışık bir dehşetle bakıyorsa, bizim de akıl sağlığını yitirmiş birine aynı şekilde bakmamız bekleniyor.

 

Biraz da konunun duygusal boyutunu ele alalım. Ömrünüzün neredeyse tamamını birlikte geçirdiğiniz hayat arkadaşınız sizi tanımıyor. Üzücü mü? Evet. Çok mu üzücü? Hayır.

 

Olabilir yani. Bir sebepten hafızamızın bir kısmını kaybedebiliriz. Kişi istiyorsa ve yapılacak bir şey varsa yapılır. Yapılacak bir şey yoksa bu bir dram mıdır? Böyle bir filmi izleyip çok etkilenen birinin yakınına Demans teşhisi konsa ne hisseder sizce?

 

İnsanız ve korkularımız var. Her şeyden önce ölümden korkuyoruz. Kendimizin veya yakınımızın aklını yitirmesinden korkuyoruz. Bazen ben de korkuyorum. Hiçbirimiz sağlamcılıktan azade değiliz. Ancak bazı şeylerin farkına varmamız gerekiyor. Korkularımızı sanatsal ayinlerle beslemek, yeniden ve yeniden korkular üretmek zorunda değiliz. Olmaktan korktuğumuz o kişilerin hayatlarını, korkularımız yüzünden mahvediyoruz biraz da. Sakatlık meselesindeki çoğu sorunun kaynağında da sağlamların sakat olmaktan duydukları korku yok mu? “Ben kör olsaydım kesin intihar ederdim” diyen birilerini hiç duymamış olan bir kör var mıdır acaba? Bize göre öteki olan birilerinin doğal hallerini zihinsel bir coşkunlukla izlemekten utanç duymalıyız bence.

 

Biraz daha filme döneyim. Kadının maruz bırakıldığı sağlamcılığa dair müthiş bir sahne var. Kadın, adam ve çiftin oğlu bir yerde oturmuş konuşuyorlar. Daha doğrusu oğul ve baba konuşuyorlar. Kadının durumunun kötüye gittiğinden, bir çözüm bulunması gerektiğinden bahsediyorlar. Aralarında seçenekleri değerlendirirlerken kadın şöyle diyor:

 

“Benim hakkımda konuşup durmayı bırakın!”

 

Keşke orada olsaydım da bu sözünün ardından kadını uzun uzun ayakta alkışlasaydım.

 

Seçenekler arasında bir huzur evine yerleşmeleri de var. Oğulları bunu öneriyor ama adam istemiyor. Kadının fikrinin sorulduğunu hatırlamıyorum. Ne de olsa bunak tabii(!)

 

Uyuşturucu bağımlısı olan çocuğun anne babasına ebeveynlik yapmaya çalışmak zorunda kalması da ayrı bir boyut olarak dikkat çekiyor. Şu ana kadar konuyu kadının yeti farklılığı üzerinden ele aldım ama yaşlılık ekseninde de ciddi sıkıntılarımız var. Yaşlılığın doğal getirilerinin, çevreye ve dahası bir zamanlar bakımı yapılan çocuklara bir yük olarak dönmesi önemli bir tema. Yine teknik ve duygusal olmak üzere iki yönden değerlendirelim konuyu. Yaşlıların gereksinimleri ölçüsünde çevreden destek almaları, profesyonel bir hizmet almaları veya huzur evinde yaşamayı tercih etmeleri sıradan ve basit seçenekler bence. Tabii burada maddi imkanlar büyük ölçüde belirleyici olacaktır. Yeri gelmişken her şeyin sınıfsal olduğunu ekleyip işin duygusal kısmına geçeyim. Gün gelir ve anne babamızı veya sevdiceğimizi küvete koyup yıkamamız gerekebilir. Belki gün gelir bizim altımızın bezlenmesi gerekebilir. Belli zorluklar olabilir ama duygusal olarak ağır meseleler değil bunlar.

 

Deneyimlemediğimiz bir yaşantıyı dokunaklı ve ıstıraplı bulmaktaki sağlamcılığı fark etme konusunda hepimiz uyanık olmalıyız. Ayrımcılığa uğratılanların da başka gruplara ayrımcılık yapabildiği gerçeğini unutmamamız lazım. Sakatlar arasında “ötekinin ötekisi” diyebileceğimiz gruplar, psikososyal engellilerdir. Pek çok bedensel engelli kişiden duymuşumdur, “Önemli olan akıl, Allah akıldan etmesin” diye. Oysa bunu herkes birbirine söyleyebilir; görmeyen birisi, “En azından bastonumla rahat rahat yürüyebiliyorum” diyebilir. Tekerlekli sandalyedeki biri de “En azından önümü görebiliyorum” diyebilir. Bu örneklere kıyasla akıl sağlığının yüceltilmesiyle yapılan ayrımcılıklar çok daha rahat gözden kaçıyor.

 

Bırakın kiminin kolu bacağı tutmasın, kiminin gözü kulağı olmasın, kiminin de aklı yok sanılsın.

 

Bir başkasının en doğal yaşamı üzerinden kendimize korkular üretmek, hikayeler kurmak ve en nihayetinde bir sanat devşirmek ne kadar da kolay oluyor. Ben az da olsa gördüğüm için bana, “Olsun tam kör değilsin ya” derler. Tam kör olana, “Olsun aklın başın yerinde ya” derler. Yönetmen filmini, “yüreklerini yitirmeden önce aklını yitirenlere” adadığına göre, aklını yitirenlere de verecek bir tesellimiz var: Olsun, yüreğini yitirmemiş ya…

 

Yürek dediğiniz nedir ki? Şeyleri oldukları haliyle kabul edemediğimiz bir dünyaya inat, bu konuyu sabahlara kadar konuşalım isterdim ama takdir edersiniz ki bu yazının da bir yerde bitmesi gerekiyor.

 

Hadi bir selfie!

 

 


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.