Merhaba değerli okurlar,
Bugünlerde çok fazla düşündüğüm bir konu var. Aslında özel sayıdan önceki yazımda da bu konu üzerine yazmıştım; ama bu sefer çok daha derinliklere dalmayı planlıyorum. Kendimce tabii…
Yazıma, çok büyük ihtimalle merak edeceğiniz bir sorunun cevabını vererek başlayayım: Neden böyle bir başlığı var bu yazının?
Yıllar önce, ben daha çocukken eski bir Türk filmi izlemiştim. Ayşecik ve Sihirli Cüceler Rüyalar Ülkesi’nde… Oz Büyücüsü’nün Türk versiyonuydu. Geçen haftalarda bu yazının planını yaparken nostalji olsun diye izlediğimde çok amatör olduğunu düşünsem de; o zaman o cadının sesi beni çok etkilemişti. Oysa son izlediğimde cadının çok amatör olduğunu düşündüm. Sesinin, sözlerinin… Gerçi önemli olan onun performansından çok, üzerine su döküldüğünde tiz bir sesle “Eriyorum!” diye bağırmasıydı. Aslında rolünü en iyi yaptığı sahne de orasıydı. Hatta kelimenin tam anlamıyla muhteşemdi o an… O esnada şu cümleyi etmişti cadı: “Benim Azrailim de su işte…”
İşte ben de tıpkı o cadı gibi hissediyorum. Biliyorum, biraz karamsar bir yazı olacak; ama ben o cadının çok şanslı olduğunu düşünüyorum. En azından birkaç dakika içinde işi bitiyor. Yani eriyip yok oluyor. Oysa ben… Yavaş yavaş, hiç kimse fark etmeden eriyorum. Kendim bile fark etmeden… Acı çekiyorum evet; ama o kadar yavaş eriyorum ki, hangi organımın eridiğini bile çok geç fark edebiliyorum…
Her zaman en gözde kitabım olacak olan, Michael Ende’nin Bitmeyecek Öykü adlı kitabındaki yavaş yavaş vücut parçalarını “hiçlik”e kaptıran yaratıklar gibi hissediyorum. Onlar acı çekmiyor; ama ben tıpkı o iğrenç sesli cadı kadar acı çekiyorum bu olurken.
Neden bu kadar acı çekiyorum? Beni eriten, dolayısıyla benim Azrailim olan şey nedir?
Geçen yazımda görünmez olmak istememe neden olan şeyle tastamam aynı şey. Mesela yolda yürürken devamlı yerli yersiz yönlendirilmek…
Evet, görünmez olmakla erimek birbirine biraz benziyor; ama vücut bütünlüğümü korumak için onu kimseye göstermemek istemek gayet anlaşılır bir şey olsa gerek… Mantıksız, evet; ama anlaşılır.
Yani benim Azrailim, kendi kararlarımı alamayacak biri olarak görülmek. Yani aptal ve aciz biri…
Bir yerde “Çocuğunuza çok beceriksiz olduğunu devamlı söylemeyin; çünkü kendisini buna inandırır ve gerçekten bir beceriksiz olup çıkar. Ona her şeyi yapabileceğini, çok akıllı, becerikli ve zeki olduğunu da sürekli söylemeyin; çünkü bu kez de kendisine olan aşırı güveninden dolayı bir şeyler için çabalamaktan vazgeçer,” şeklinde bir yazı okumuştum.
Ben küçüklükten beri bana yön bulmada beceriksiz olduğum o kadar söylendi ki, ben doğru bilsem bile başkalarının kendimden daha doğru bildiğini düşünerek hiç düşünmeden onların dediklerini yaptığımı fark ettim. Hatta körlemesine yapıyordum bunu. Otomatik olarak…
Bunu da daha geçenlerde fark ettim. Aslında ben hem dakikada bir yönlendirildiğimden, hem de bu yönlendirmelere körlemesine uyacak kadar kendime güvensizleştirilmekten dolayı acı çekiyorum. Acı çekmek bir yana, eriyorum… Benliğimden her geçen gün mikroskobik parçalar yok oluyor... Kim bilir daha neler bizleri eritiyor. Yani aslında benim Azrailim bir tane değil… Belki de onun için fark edemedim ya da bu kadar geç fark ettim. O kadar yavaş eriyorum ki… Benliğimin hangi tarafının eridiğini fark etmek bir yana, ben bu acının erimekten kaynaklanan bir acı olduğunu bile fark etmedim. Umarım bir solucan gibi, eriyen tarafımın tekrar çıkmasını sağlayabilirim.
Peki ya sizler? Sizler eridiğinizi düşünüyor musunuz?
Not: Bu yazıyı özel sayıdan önce yazdığım zamanlarda çok daha karamsardım bu konuda. Oysa yazıyı yazma hazırlığım ve yazıyı ortaya çıkartmış olmak bazı şeyleri tam olarak fark etmemi sağladı. Bir başka deyişle yazarak kendi kendimi terapi etmeye başlamış oldum ve artık insanlara çok daha az taviz verir oldum bu konuda. En azından bir şeyler yapmaya, kendimi ifade etmeye başladığımı fark ettim.